Vicdan azabı bir hastalık mıdır?
By my on Ara 15, 2013 in Kitap Sohbeti, Özgür İrade, Pozitivizm, Psikanaliz, Sigmund Freud, vicdan
Freud’un kafasını karıştıran ve onu yıllarca meşgul eden mevzular bunlar: Vicdan ve Ahlâk! Soru çok basit: Nereden geliyor “kötü” bir şey yapınca hissettiğimiz vicdan azabı? Vicdan konusu Freud’un hayatı boyunca üstesinden gelemediği, tekrar tekrar açtığı bir dosya. Gerek 1919’da “Das Unheimliche” ve gerekse 1930’da Mutsuzluk Kültürü (Unbehagen in der Kultur) isimli denemede vicdanın kaynağını araştırmış Freud. Teklif ettiği açıklamayı ve kendi eleştirimizi sunmadan önce Freudcu tasavvurun temellerini hatırlayalım:
Geçen bölümlerden hatırlayacaksınız, insanı bir uçağa benzetmiştik, içmizdeki çatışan kuvvetleri ise bizi, yani Ben’i tek başına yönetmek isteyen kavgacı pilotlara… Beden uçağına hakim olmak isteyen pilotları resmetmek isteseydik herhalde bu resimdeki gibi olurdu. Biraz açalım ve tercüme edelim: Freudçu tabirle ID adlı pilot şımarık bir çocuk gibi herşeyi hemen elde etmek istiyor. Bu bizim medeniyetimizde nefs-i hayvanî dediğimiz latif varlığa benziyor. Yemek buldun ye, dayak buldun kaç. ID’nin sağında duran EGO isimli pilot ise daha temkinli; plan yapmak istiyor. Yani ID’nin isteklerine itirazı yok, hatta itaat etmeye meyilli. Sadece ID’nin arzularını gerçekleştirmek için teknik, objektif verilere, eldeki imkânlara bakıyor. Freud’un vehmettiği EGO mevhumu analitik zekâ ya da medeniyetimizde bilinen adıyla akl-ı meaş gibi. Hayvan ile insan arasında ortak olan; aş, iaşe ve eş bulmaya yarayan akl-ı meaş da ID misali dünyevî sahada faaliyet gösteriyor.
“İçimdeki iyilik duygusuna şaşarım” diyordu Immanuel Kant
Freud’un SÜPER EGO dediği üçüncü bir pilot var ki, ID’nin arzularını adeta bir mahkeme gibi yargılıyor. Meselâ ID kendine ait olmayan bir şeyi almak istediğinde SÜPER EGO “bu doğru değil” diyerek karşı çıkabilir. EGO ise yakalanmamak için plan yapar veya ID’ye “bu çok sakıncalı, polis var, sonra gelelim vs” diyebilir. Ama polis ve ayıplanma korkusu yoksa ne EGO ne de ID’yi durduracak bir şey yok. SÜPER EGO’nun itirazı ise dünyevî / biyolojik/ ekonomik olmayan kriterlere göre. Hak, hukuk, adalet, iyilik, kötülük…
Peki SÜPER EGO’nun dayandığı “iyilik” referansı nereden geliyor? Yapılmadan önce bir hareketi yargılamak için gerekli bilgiyi ve arzuyu nereden alıyoruz? Dedikodu, cimrilik, öfke, kibir veya riyakârlık gibi şeyleri (biz yapsak bile) neden başkalarında görünce “çirkin” buluyoruz? Adına ister “vicdan” diyelim, istersek Freud gibi “SÜPER EGO” neticede hayvanlarda bulunmayan bir “iyilik” referansımız var. Bu referans, bu değerler manzumesi zevk ve çıkarlarımıza göre icad ettiğimiz bir şey değil. Zira çoğu kez “iyi / güzel / doğru” olanı yapmak çıkarlarımıza aykırı: Otobüste hamile bir kadına yer vermek, fakirlere yardım etmek ekonomik açıdan bir hata. (Bkz. Liberalizmin Kara Kitabı) Hele siyasî / dinî bir dava uğruna, kollektif amaçlar uğruna hayatını tehlikeye atan “kahramanlar” liberal teoriler perspektifinde ancak “enayi” olabilirler. (Bkz. Banka Ordudan Tehlikelidir)
Israrla dikkatinizi çekmek istiyorum, hırsızlık yapan bir insanın ayıplanma korkusu veya polis korkusu da akl-ı meaş’ın sahasında. Ancak yakalanma ihtimali yokken bile insan kendini frenleyebiliyorsa SÜPER EGO’muz sözünü diğer “pilotlara” dinletebiliyor demektir. Netice olarak Freud’un “kuvvetler ayrımından” da anlıyoruz ki İnsan maddî / biyolojik / ekonomik değerleri aşabilen; bunların ötesindeki manevî değerler için yaşayabilen bir varlık. Karşılık beklemeden başkalarına iyilik yapabilen her insan için bunu söyleyebiliriz: insan olmak demek homo-economicus, iş adamı ya da ev kadını olmadan önce adam olabilmek demektir. (Bkz. Sen insansın, homo-economicus değilsin)
Batı’nın medeniyet olmasını engelleyen kelime
Bu resmi çizen ehl-i tasavvuf bir zât olsaydı belki de bu üç pilotu kafada değil kalbde çizerdi. Neyse… Şimdilik pilotların oturduğu kokpitin mahalini kenara koyalım. Her hâlükârda böyle bir resim çizmek fena fikir değil; mücerret (soyut) dürtüler şeklinde hissettiğimiz arzuları ve vicdan azabını müşahhas (somut) biçimde temsil ederek kişileştiriyor. Diğer yandan EGO ve SÜPER EGO’nun ayrı ayrı tasvir edilmesi özellikle iyi olmuş. Zira iki farklı akıl arasına bir sınır koymak gerek:
1) Problem çözen, mühendis gibi çalışan akıl,
2) Maddî amaçlı dünyevî işleri manevî değerlerle, dünya dışı (?uhrevî) ölçülerle yargılayan, hukukçu gibi çalışan “öteki” akıl.
Batı’nın kültür aşamasında takılıp kalmasının, bir medeniyet olamayışının arkasında yatan sebeplerden biri bu ayrımı ıskalamış olması değil midir? Laiklik veya objektif / pozitivist bilgi adına savundukları akılcılık hangi aklı temel alıyor? “ing. Reason; fr. Raison” dedikleri zaman söz konusu olan EGO mudur yoksa SÜPER EGO mu? Eğer akılcılık bu ikisini bir saymaktan ibaret ise akılcılık yerine akıl-SIZ-lık demek daha uygun değil mi? Gerçek şu ki bu sorunun cevabı psikanaliz sahasını aşar; itikadî, hukukî, felsefî, siyasî neticeleri haizdir. Neden?
Atomu parçalayan akıl ile Hiroşima’yı haritadan silen, yüzbinlerce sivil insanı, hayvanı ve bitkiyi öldüren akıl(!) aynı akıl değildir. Elektriği keşfeden eden akıl ile bununla işkence yapılmasına müsade eden akıl(!) arasına sınır koyamazsanız bir medeniyet olamazsınız. Çünkü kuracağınız siyasî ve iktisadî sistemler manevî değerler üzerine değil menkul kıymetler üzerine inşa edilir. Barış değil bir ateşkes denebilir buna. Geçici olarak tesis edilen şiddetsizlik durumu karşılıklı çıkar ilişkisiyle, fayda-tehdit münasebetiyle temellenir. Bu çıkarlardaki en ufacık bir değişiklik dünyevî ortaklığı bozar. (Bkz. Demokrasinin en büyük düşmanı halktır) Manevî değerler manzumesine yaslanmayan şiddetsizlik durumu son bulur. O cemiyet içindeki insanlar hayvandan daha aşağı bir derekeye düşerler. Bu yüzdendir ki bilimin, teknolojinin en çok ilerlediği 20ci ve 21ci yüzyıllarda Batılı ülkeler hem kendi insanlarına hem de dünyanın geri kalan kısmına en büyük eziyetleri yapmışlardır ve hâlâ da yapmaktalar.
Vicdanımı kaybettim, yenisini alacağımdan eskisinin hükmü yoktur!
Hristiyan dünyası vicdanını kaybetmeden önce vicdan kelimesini kaybetti. Molièreciler “Consience” diyor (oku. Konsiyans); Shakespeareciler ise “Conciouss” (oku. Kanşıs). İşin hüzün verici yanı şu: Batı lisanlarında bu kelime hem vicdan hem de aklın başında olması yani ayık olmak, sarhoş, baygın vs olmamak anlamına geliyor. Ahlâken “doğru / Yanlış” olanı ayırmak ile ticarette “kârlı / zararlı” olanı ayırmak için kullanılan iki farklı akıl kuvveti nasıl oldu da birbirine karıştı? Batı yolunu ne zaman kaybetti?
Aslında Batı’nın temel metinlerinde iyi-kötü arasındaki farkı “görmeye” yarayan bir ışık, bir nûr var, Latince ismi Conscientia. Bazen de Conscientia karşımıza içten gelen bir ses olarak çıkıyor. Meselâ Marcus Tullius Cicero (m.ö. 1ci yy) ve Marcus Fabius Quintilianus (m.s. 1ci yy).
Oysa 17ci yüzyıldan itibaren yoğun bir kavram karmaşası yaşanıyor Avrupa’da. John Locke 1690’da yayınlanan “Essay Concerning Human Understanding” adlı kitabında insanın kendi aklından geçenleri algılaması olduğunu iddia etmiş meselâ. ( ing. “Conciouss is the perception of what passes in a man’s own mind”) Oldukça seküler ve objektif değil mi? Thomas Hobbes daha da evvel bu objektif arayışı ifade etmiş aslında, sene 1651. Ünlü eseri Leviathan’da şöyle demiş: “Where two, or more men, know of one and the same fact, they are said to be conscious of it one to another.”. Tabi objektifleşmeden bahsedince Descartes’ın 1637’de yazdığı Yöntem Üzerine Nutuklar ve meşhur sözü “cogito ergo sum” (düşünüyorum, öyleyse varım) hatırlanmalı. Örnekler çoğaltılabilir, biz bunlarla yetinelim.
Bizde sonradan uydurulan “bilinç” kelimesi de bu çarpık anlayışın, daha doğrusu anla-MA-yışın bir neticesi, kendini, Ben’i bilmeme hâli; bunu da belirtmiş olalım.
Vicdan azabı bir hastalık mıdır?
“Bizim” Freud Efendi işte bütün bu yıkımların, kayıpların, mânâyı göremeyen şaşı gözlerin (=akılların) çocuğu. Batı kültürünün çocuğu yani. Freud’un dünyaya geldiği zaman ve zemin vıcık vıcık pozitivizm pisliği ile kaplı zaten. Rönesans çoktan sekülerleştirmiş sanatı, güzelliği, estetik algıyı. Güzel ahlâk ile güzel sanat arasındaki münasebet daha o devirde koparılmış. (Bkz. Soyut Sanat Müslümanın Yıtık Malıdır) Felsefe desen… Locke, Hobbes, Descartes ve daha niceleri altını oymuş asırlarca. Auguste Comte ise buldozerle geçmiş üstünden. Bu zaviyeden bakınca hani neredeyse affetmek geliyor insanın içinden. Neyi? Freud’un vicdan hissini açıklamak için ileri sürdüğü fikirleri.
Hem “Das Unheimliche” (1919) hem de Mutsuzluk Kültürü – Unbehagen in der Kultur (1930) isimli denemesinde vicdanın kaynağı olarak dış dünyanın ve toplumun baskıları neticesinde oluşan bir bölünmeden bahsetmiş Freud. Yani yazının başından beri konuştuğumuz ID, EGO ve SÜPER EGO’nun kişileşmesi, somutlaşması adeta gerçek oluyor. Bu bölünme yüzünden / sayesinde Freud’un “hastaları” kendi arzularıyla aralarına mesafe koyabiliyorlar. Fakat Freud nefsanî arzular ile ahlâkî kaygılar arasındaki çatışmaları rasyonalist bir zemine oturtmak istiyor. Bu yüzden olan biteni kâh evrim sürecine kâh baskıcı geleneklere bağlamış. Hatta daha da ileri giderek şunları söyleyebilmiş:
“… arzuların bastırılması insanın özgür irade sahibi olduğu vehmini üretiyor […] Vicdan bir korkuluk gibi oldu. Evrim tamamlanmadan önce işe yarayan bir savunma mekanizmasıydı. Oysa şimdi vicdan hayalet bir tanrı gibi, kendine inanacak kimseyi bulamıyor …”
Netice
Evet… Freud’un vicdan üzerine yazdıklarını okurken tüylerim diken diken oldu. Pozitivizmin buraya kadar gidebileceğini, Vicdan’a, İnsan’ın hürriyetine “hastalık” denilebileceğini düşünememişim daha önce! Neden böyle oldu? Neden koskoca(?) Sigmund Freud bu derekeye düştü?
Freud malesef Hannah Arendt veya Martin Heidegger çapında bir filozof değildi. Haliyle miras aldığı düşünce sisteminin açıklarını, çelişkilerini fark edemedi. Vicdan azabını açıklamaya çalışırken asrına sirayet etmiş olan pozitivist ve progresist dogmalardan kopamadı. Hatta bunlara sadık kalmaya kendisini zorladığını düşünüyorum. Belki diğerleri tarafından kabul görme arzusu, belki entelektüel cesaret eksikliği? Sebebi her ne olursa olsun Freud pozitivist perspektiften bakınca insanın çoklu iç yapısını ve nefs ile yapılan mücadeleden doğan gerginliği bir hastalık zannetti.
Tamamen haksız mıdır? Toplum baskısı insanda psikolojik rahatsızlıklara sebep olmaz mı? Cevap olarak şöyle bir netlik ayarı yapmakta fayda var: Elbette toplum, gelenek, din ve aile insana baskı yapabilir ve bu baskıdan hastalıklar doğabilir. Ama Freud’un ayırd edemediği iki baskı türü var:
- Dış baskılardan kaynaklanan hastalıklar (psikanaliz ile tedavi edilebilirler)
- İç baskılardan yani nefsin hilelerinden kaynaklanan sıkıntılar (psikanalizin kapsama alanı dışındadır)
Freud maneviyatı reddettiği için her sıkıntıyı “eh madem ki mânâ yok” önyargısıyla pozitivizm dolabının dar çekemecelerine sıkıştırmaya çalıştı. Kanaatimizce en büyük hatasıydı bu.
Peki psikanalizin sahasına girmeyen bu ikinci baskı nedir? Nasıl mücadele ve hatta nasıl tedavi edilir? Bunu da bu sahanın uzmanı olan bir zâtın kaleminden dinleyelim; Şeyh-ül Ekber Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri’nin “İnsan-ı Kâmil ve Ahlâk Nasıl Güzelleşir?” isimli kitabından:
” … insan nefsini terbiye amacında dürüst olursa arzu ve hazların sadece onları kullandığı esnada haz verici olduğunu görür. Bu vakitten sonra ise hazlar geride kalır ve insana bir yarar sağlamaz. Hazlar geçip gittikten sonra ise geriye sadece pişmanlık ve eksiklik kaldığını, insanlar arasında konuşulduğunu, bu yüzden ayıplandığını, çirkinliklerin kendisine döndüğünü görür.
Aynı durum öfkenin şiddetlenmesi anında geçerlidir. İnsan kızdığı kimseden intikam almaya ve sayıp sövmeye koşar. Hırsı sakinleşip yaptığı işi düşündüğünde ise davranışını çirkin görür. Anlar ki yaptığı ne övgüye layıktır ne de yararlıdır. Öfke anında yapılan artık insanın o işle tanındığı, ayıplanmasına sebep olan bir eksiklik olur …”[…]
“İblis’ten secde emrine karşı itiraz gerçekleşmiş ve kıyamet gününe kadar diğerlerine katılmıştır. Öyleyse İblis doğası gereği düşman, dolaylı olarak da dosttur. Halife olan insandan meydana gelen emre itaatsizlik ise zatı veya mertebesi bakımından değil, uyumlu ve uyumsuz unsurları içermesi yönünden meydana gelmişti. İnsanın yapısı itaatkârlığı ve isyankârlığı kendinde barındırır. Böylelikle kendisinde aykırı nispetler emre itaatsizlikle hareket etmiştir. Çünkü Cennet onun mekânı değildi. Dolayısıyla insan orada sıkıntı çekti. Nitekim gül kokusu pislik böceğini rahatsız eder. Bu durum insanın halife olmasının sebebiydi.
… E-kitap okumak için…
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
- Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
- Yine Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.
Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)
Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi? Buradan indirebilirsiniz.
2 Trackback(s)