RSS Feed for This Post

Camia Örgütü: Doktor Frankenstein’in Ucubesi

Canavar

Ömer Yavuzer

Ailelerin hatta kişilerin bile mahremleri vardır. Aileleri içinde barındıran devletin de özel veya mahrem alanının bulunmaması sırlarının olmaması mümkün müdür? Aileleri ayakta tutan temel saik, maddi unsurlardan çok manevi unsurlardır. Manevi Gücü görmediğimiz malumdur. Tehditlere karşı insan beyni ve kalbi kemik ve deriyle korunmuştur. İnsan faaliyetlerinin görünen eylemlerinin kaynağı da bu beyin ve kalptir. Devletlerin de hareket etmesini sağlayan dinamik ilk başta görünmeyen bir derinliğe sahiptir.

Devletler için iki hayati risk mevcuttur. Koordinasyonsuzluk yüzünden devletin kurumlarının devlet içinde devlet gibi hareket etmesi. İkincisi de düşmanların yazılı hukuk kurallarının çevresinden dolaşarak devletin temel nizamlarını yok etmek için faaliyette bulunması. İşte bu yüzden gerek kurumlararası ahengi sağlamak gerekse kanunları tesirsiz hale getirmek isteyen güçlere karşı derin devlete ihtiyaç vardır.

Sözlüklerde “derin devlet”; otoritenin çıkarlarını gözetip kolladığı öne sürülen göz önünde olmayan örtülü güç olarak tarif edilir. Bu anlamda derin devlet doğal bir parçanın doğal bir sonucudur. Ama Türkiye’de devlet ile halk arasındaki sosyal sözleşme “silahların gölgesinde” yapılmıştır. Bu sosyal sözleşmeye (Anayasa) göre bütün vatandaşlar, tek tip (Kemalist, Türk ve Laik Müslüman (!)). Realite ve hakikate uygun olmayan bu durum sürekli “iç ve dış düşmanlar” üreterek ayakta kalabilmiştir. İnsanların kimi sevip sevmeyeceklerine bile karar veren devlet, nasıl giyineceğimize de karışmıştır. Kanunlarını kutsal bir forma sokan devletin, kendini bir tanrı gibi değerlendirdiğini söylemek mümkündür. Bu sahte tanrı, sahte değerleri tedavüle soktuğundan kalpazanlığının yakalanacağından daima korkmuştur. Halkın değerleri üzerine inşa edilmediğinden dış destek kendisi için daima hayati olmuştur. Darbeci Generaller bile dış destek olmadan darbe yapamamışlardır. Sermayesi buz olan devlet, güneşin doğmasından daima ürkmüştür. İşte tam bu noktada devletin üst kademelerini “güneşin” varlığıyla korkutan bir takım çevreler, devleti çeşitli yöntemlerle ele geçirmeye çalışmışlardır. Devlet, güneşten korkarken çetelerde sürekli devletin korkacağı iç ve dış düşmanlar üretmeyi başarmışlardır.

1818 yılında Mary Shelley tarafından kaleme alınan “Frankenstein” romanındaki karakter yapay bir varlıktır. Shelley, romanında Fransız Devrimi’nin başlangıcı ve sonunu bir sembol üzerinden anlatmaya çalışır. Romanda, bir tıp öğrencisinin, Victor Frankestein’in macerası anlatılır. Frankestein, insan “yaratmak” ve böylece ölümsüzlüğün sırrına ulaşmak için mezar ve mahzenlerden topladığı ceset parçalarını bileştirir ve kimya ve elektrik gücünü kullanarak ortaya canlı bir varlık çıkartır. Fakat bu ortaya çıkan varlık tam anlamıyla bir ucubedir. Dev gibi büyük ve son derece çirkin olan bu insandan, diğer bütün insanlar tiksinir ve ondan uzaklaşmaya başlarlar. Bunun üzerine bu varlık bir kenara çekilmek mecburiyetinde kalır ve son derece büyük acılar çeker. Bu dayanılmaz acılar kendisinde intikam hissinin gelişmesine neden olur. İntikam hisleriyle kendisini meydana getiren Victor’dan intikam almaya karar verir. Victor’un sevdiklerini, ailesini ve yeni evlendiği eşini öldürür. Victor Frankenstein, yaratığı ‘ucubeyi’ öldürmek için O’nun peşine düşer, ancak yolda ölür. Ucube ise, yaşadığı acıya dayanamayarak kendini yok etme kararı alır ve ortadan kaybolur.

Devletlerin temel esasları hukuka uygun değilse kendini korumak için oluşturdukları güvenlik ve yargı kuvvetleri de ucubeye dönüşür. Önce kendisini var eden devletin etrafına saldırır. Türkiye’de derin devlet olarak Ergenekon Örgütü ile “ucube” arasındaki farkı ayırmak kolay değildir. Fail-i Meçhul cinayetler, uyuşturucu ticareti, iktidar oyunları vs. Siz yıllarca İslam Şeriatı tehdittir veya Kürt yoktur düsturunu bir kanun maddesi gibi uygularsanïz, ucubeleriniz de olmayacak duanın peşine düşerler ve güya “vatan millet adına” güneşi yok etmeye çalışırlar. Güneşin öldürme, işkence vs. yöntemlerle yok olmadığını görenler bu sefer kendisini kandıran devletin peşine düşer. Yani demem o ki, devlet; kendi oluşturduğu derin devleti yok etmek zorundaydı. Aksi takdirde devlet yok olacaktı.

İşte tam bu noktada devletin üzerinde olan uluslararası güçler, eski devlet paradigması ile yeni derin devletler oluşturmaya başlamışlardır. 2006 yılında çıkan Terörle Mücadele Kanunu, tıpkı geçmişteki gibi farklılıkları bastırmak için kullanılmıştır. Derin Devletle, derin devletin metotları kullanılarak mücadele edilmiştir. İşin garip yanı, geçmişte derin devletin bütün eylemlerinin üstünü hukuki olarak örten mekanizmalar bu sefer, eskiyi yargılamaya başlamışlardır. Nihayet yeni kadrolarla MİT Operasyonu üzerinden Hükümeti devirmeye çalışmışlardır.

Hükümetler “ucube yaratmaktan” vazgeçmek zorundadırlar. 2010 KPSS Sınavı sonrası Bülent Arınç, aceleyle sınavda hiçbir sahtekârlık yok demesine rağmen çok kısa sürede sınavın bir kısmı sahtekârlıktan iptal edilmiştir. Devletin tepelerinden “ne istediler de vermedik” diye yakınmalar yükselmektedir. Bir başka milletvekili, emniyeti bile onlara bağladık itirafında bulunmuştur. Ucubeler, büyüdükçe daha büyük pay istemişler ve nihayet Türkiye’nin dış politikasına bile yön vermeye çalışmışlardır. Çünkü onlara göre Türkiye Gemisi ABD ve İsrail’e demir atmalıdır.

Dershaneler üzerinden yapılan tartışmalara biraz yakından bakarsak çeşitli çevreler; “dershaneler kapatılırsa PKK, Güneydoğu’ya egemen olur” propagandasını yaptıklarını görürüz. Hatta bir yazar, daha da ileri giderek Emniyet’teki kadrolaşmamıza izin verin demiştir. Nazlı Ilıcak, camia isimli yapının MİT’ten kuşkulandığını ifade etmiştir. Kısaca DEVLETİN KENDİSİNİ KORUSUN DİYE TUTTUĞU ÖRGÜT, DEVLETİ TEHDİT OLARAK GÖRMEKTEDİR. Hatta Camia’nın “Çözüm Süreci’nden rahatsız olduğu ifade edilmektedir. Çünkü Çözüm Süreci ile Kürtler arasındaki bariyer kalkarsa devletin güvenlik bürokrasinin önemi azalacaktır. 2006 yılında çıkartılan Terörle Mücadele Kanunu, Terör Örgütü ile halkı adeta et ile kemik gibi birbirine yaklaştırmıştır. Todays Zaman Yazarı Emre Uslu, “Terörle Mücadele Kanunu’nun asla kalkmaması gerektiğini” ifade etmiştir. Bugün Gazetesi Yazarı Gültekin Avcı, 30 Eylül’de açıklanan Demokratikleşme Paketi’nde “Terörle Mücadele Kanunu’nda herhangi bir değişiklik olmamasını memnuniyetle karşıladığını” söylemiştir.

Kanunlar, dava dosyalarının mahkeme başlamadan basına servis edilmesini yasaklamıştır. Hatta mahkeme varken bile yönlendirici haberler yapılmasını da önlemiştir. Kanunun amacı, “çamur at izi kalsın” basitliğine düşmemektir. Ama gerek Cübbeli Ahmet Hadisesi, Ergenekon Davaları ve KCK Soruşturmalarında kamuoyu, sanıkların baştan suçlu olduğu esasına göre oluşturulmaya çalışılmıştır. Ülkenin her tarafı adeta mahkeme salonuna çevrilmiştir. Örgüt veya siyasi davalarda genellikle bu yöntem uygulanmıştır. Amaç hem yargı eliyle muhalifleri temizlemektir hem de yeni derin devletin tohumlarını ekmektir.

Türkiye, şu an için Anayasa yapamamaktadır. İktidar, ülkenin sorunlarını realitenin şartlarına göre çözmeye çalışmaktadır. Ama en sonunda ayakları kanunların herhangi birisine takılacaktır. Zira üzerinde bulunduğu hukuki yapı realite ve hakikatlere uygun değildir. İktidar olmak için güçlü olmak dışında bir alternatif bulunmamaktadır.

George Orwell, “Bindokuzyüzseksendört” isimli romanında otoriter ve totaliter yönetimlerde var olan Gerçek Bakanlığı ve Sevgi Bakanlığı’na değinir. Esasen resmi ideolojinin olduğu bütün ülkelerde Gerçek ve Sevgi Bakanlığı bulunur. Türkiye’de de bulunmaktadır. 5816 nolu yasa ve Terörle Mücadele Yasası hem Gerçek Bakanlığı’nın hem de Sevgi Bakanlığı’nın eseridir. Mesela Türkiye’deki Terörle Mücadele Yasası yüzünden on binlerce insan, 2×2=5 demediği için mahkemeliktir. Ayrıca bu yasa, istihbaratın, Camia’nın ve Ergenekon’un can suyudur. Düşünen, seven, konuşan ve ağlayan insanlar en büyük tehdittir. İşin ilginç yanı şiir okuyan adamın zamanında da Gerçek ve Sevgi Bakanlığı hala yerinde durmaktadır. Romana dönelim.

1984 Yılında Okyanusya, Avrasya ve Doğu Asya dünyayı paylaşmıştır. Okyanusya’nın idarecisi Büyük Birader (Big Brother) tek başına ülkeyi düşmanlardan, halkı fakirlikten ve geri kalmışlıktan kurtaran, çağ atlatan “Yüce Lider’in” bütün özelliklerine haizdir. (Bu yüzden herkes “olmasaydın olmazdık” gibi sözlerle Yüce Lideri taltif eder.)

Okyanusya’da insanların yapılan her şeyden memnun olmaları ve yüzlerinden tebessümü eksik etmemeleri gerekir. İşyerinde, yolda, otobüste, trende, asansörde, ev içinde, mutfakta ve bilhassa tuvelette, ‘Büyük Birader’in’ gözü-kulağı vazifesini gören ‘telescreen’ler, insanları mutlu fotoğraflar vermeye mecbur etmektedir. Okullarında andımız okunmaktadır. Her gün varlıklarını birilerine armağan ederler. Ama and kalksa da başka tabular ve heykeller yerindedir.

Winston Smith, telescreen’e, yani ses ve görüntüyü hem alma, hem de iletme yeteneğine sahip olan ekrana yüzünü döndüğünde, yüz hatlarını hep memnuniyet açısına ayarlamaktadır. Çünkü ‘Büyük Birader’in’ ülkesinde (Okyanusya’da) insanların ümitsiz olmaları veya rejime dargın gibi davranmaları suçtur. Gözlerindeki tek bir parıltı foyalarını meydana çıkarabilir ve muhalif (terörist) muamelesine tabi tutulmasına sebep olabilir. Türkiye’de Çin’den daha fazla terör mahkûmu vardır. Hatta dünyada en çok terörist Türkiye’dedir. Bu teröristler adam mı öldürmüşler, bomba mı yapmışlar veya yapanlara yardım mı etmişler. Hayır, hüzünlü bir şiir okumuşlar veya evden çıkarken gülmeyi unutmuşlar.

Yüz suçu (facecrime) işlemek, ‘Büyük Birader’in sağladığı imkânları hafife almak veya rüyada bile olsa, O’na muhalif bir tavır takınmak, affedilmesi mümkün olmaya bir suçtur. Ancak alınan bütün önlemlere rağmen Okyanusya’da, Büyük Birader’e boyun eğmeyen ve direnen birileri çıkabilmektedir. Ne yazık ki, insanı robotlaştıran bir teknoloji daha icat edilemedi. Olur, olmaz yerde şiir okuyanlar, pankart asanlar, telefonla konuşanlar, Hâkimiyet Allah’ın diyenler veya Kürtçe anadilde eğitim isteyenler hep var olmuşlar. Ama çare var. Özel ve Yüce Yetkili Adalet mekanizmaları ne işe yarar. Zaten Gerçek ve Sevgi Bakanlığının olduğu her yerde bir de daha tam ne işe yaradığı belli olmasa da Adalet Bakanları mutlaka olur.

Olan biten her şeyde bir tuhaflık sezen Winston Smith, “Gerçek Bakanlığı’nda” yaptığı tahrifat işlemleri esnasında, sahtekârlığı ayan beyan ortaya koyan bir belgeyi görünce, muhalif kanaatleri gelişir. Vaktiyle muteber parti liderleri oldukları halde ihanetle suçlanmış. ‘Sevgi Bakanlığı’nda suçlarını itiraf etmiş kimselerin suçsuzluğunu kanıtlayan fotoğraflı gazete haberlerini yanlışlıkla önünde bulur. Gerçek Bakanlığı’nın bir elamanı olan ve dudaklarını kıpırdatmadan konuşmakta şaşılacak bir hüner sergileyen Julia ile tanışıp, O’nun da belirli düşüncelere sahip olduğunu görmek Winston Smith için sonun başlangıcı olur. Çok geçmeden kendisini “Sevgi Bakanlığı’nın” zindanlarında bulur. İnsanlar zaten en iyi zindanlar da yaşar.

Güvenip aykırı fikirlerini açtıkları O’Brien burada karşılarına işkenceci olarak çıkmıştır. Sayısız işkence seanslarında ‘ iki kere ikinin beş ettiğini’ bir türlü itiraf etmeyen Winston Smith, her düşünce suçlusu için ayrı, özel ve en çok korktuğu işkence biçiminin hazırlandığı 101 No’lu odada nihayet teslim olur.

Artık Büyük Birader’i sevmeyi öğrenmiş, ‘iki kere ikinin beş ettiğini’ ve bunun kesin doğru olduğunu kabul ve tasdik etmiştir. Resmi İdeolojiyi kabul etmiştir artık!.. Gerçekleri savunan ve içi sevgiyle dolu birisidir. Ne mutlu Türküm Diyene!.. Türkiye, laiktir  laik kalacak!.. Olmasaydın Olmazdık!..

İtiraf sonrası günlerini, önceki itirafçılar gibi ‘Kestane Ağacı’ kahvesinde geçirmeye başlamıştır. Kimse yanına yaklaşmak istemediği için boş masasında rahat rahat oturur, az iş yapıp bol ücret alır. Büyük Birader’i (Big Brother) neden daha önce bir türlü sevmediğine hayıflanır. Geçen ömrünü papağan gibi mutlu, maymun gibi mesut yaşayabilirdi oysa.

Fakat çok geçmeden, ense köküne saplanan bir kurşunla can verir. İşte acı olan burası. Ne yaparsa yapsın insan ölümden kaçamıyor.

Şu soruyu sorarak kapatalım konuyu: 28 Şubat Süreci’nde brifing alan yargı ne zaman HİDAYETE erdi de darbeleri yargılamaya başladı. Hükümet ayakta kalmak istiyorsa üç şey yapmadan ayakta kalamaz.

Birincisi: İktidarın asla paylaşılmaz olduğunu bilmelidir. Hz. Muhammed (sav) boşa “ikinci halifeyi öldürün” dememiştir. Öldürmezseniz devlet ölür. Abdülhamid (rh.a); Hareket Ordusu’nu yok etseydi ayakta kalabilirdi.

İkincisi: Ucubenin beslendiği Terörle Mücadele Kanunu kaldırılmalıdır.

Üçüncüsü: Fay hatlarını besleyen (KCK ve İslami Çevrelere) yapılan haksız operasyonları yok etmek için derhal ve kayıtsız Genel Af çıkartılmalıdır.

 

Trackback URL

  1. 2 Yorum

  2. Yazan:Muhalif Tarih: Ara 19, 2013 | Reply

    Sayın yazar;
    1. Olarak “Üçüncüsü: Fay hatlarını besleyen (KCK ve İslami Çevrelere) yapılan haksız operasyonları yok etmek için derhal ve kayıtsız Genel Af çıkartılmalıdır.” demişsiniz. Buradaki kayıtsız genel aftan neyi kastettiğinizi açıklamanız mümkün müdür?

    2. KCK, sizce nedir, ne amaçla kurulmuştur. Yasal bir örgüt müdür, yoksa misal BDP nam partinin gençlik kolları vs. midir?

    Örneklemler güzel, ancak her zaman karşı psikoloji de aynı işleyiş vardır? Yani ki verdiğiniz örnekler tamamen karşıda gördüğünüz tavrında argümanları olabilir. Siz aslında Big Brothersınızdır, yalan söylemekten daha kötü olan şeyi yapıyorsunuzdur; yalanların içine doğru kırıntıları ekliyorsunuzdur.

    Ve… Winston, ne yapmalı idi? Ben gibi fiziksel işkencelerden geçmemiş birisi için kolay değil bu sorunun cevabı? Ucuz kahramanlığa girişmenin alemi yok, haddim değil, hiç birimiz sınanmadığımız günahların masumu değiliz?

    Cemaatte hep ayetlerden, hadislerden yola çıkıyor derdini anlatırken, onların samimiyetinden kuşkulanırken, sizden neden kuşkulanmayalım. Ve en nihayetinde “insan insanın kurdudur” ayetine boyun mu eğelim? (not: cümle kelimesini yetersiz buldum, tümce sözkonusu olamazdı, asıl vurgulamak istediğim açık sanırım, Kur’an-ı Azimüşşan’a saygısızlık etme niyetinde değilim).

    Anana babana güvenme, eş dost iyi günde, kardeş varsa düşmana ne hacet, kıyamet hacı-hoca yüzünden kopar, ak sakallıyı dede sanma, kadın değil mi yarısı şeytan… Peki insan güvenmeden nasıl yaşayacak? İslam’da aşk vardır (dünyevi ya da ilahi fark etmiyor), insan neye kime nasıl aşık olacak? İslam adına fitneye ateş taşıma yarışına girmiş isek, biz nasıl müslüman olacağız, sual olunduğumuzda ne diyeceğiz?

    Arakan’da müslüman anne-babalar öldürülüp, kuzuları el ayakları bağlanarak ölüme terk edilirken, bizler başımıza gelenlere halen neden arıyoruz?

    Müsaadeniz ile bende başka bira yazarın yazısından bir kısmı buraya konuk edeceğim : “Hz Ömer’e, Hz. Osman’a ve Hz. Ali’ye şehadet şerbetini içirten o gözü dönmüşlük sizi es mi geçer? O ateş yandığında hiç birinizin kutsalı, ötekini durdurmaya yetmez. Hanginizin lideri ve imamı Hz. Aişe’den, Hz. Ömer’den, Hz. Ebubekir’den, Hz. Osman’dan ve Hz. Ali’den daha aziz ve daha kıymettardır? Onları acımasızca katleden habis fitne ruhu, sizin kutsallarınıza karşı mı insaf edecek?
    Allah’tan korkun! Bu zaman, ‘haklı olma’ ispatına kalkışma zamanı değil! Ümmet birbirine girdiğinde, kanları heder olduğunda haklılığınız bir şeye yaramaz!
    Hz. Aişe mi Haklıydı, Hz. Ali mi haksızdı? Ne fark eder? Birinin haklı ötekinin haksız olması neyi değiştirdi? Cemel Vakası, sadece ekseriyet aleyhine fırsat gözleyen Emevilerin ihtirasına yaradı! İyiler birbirini kırdığında kalanlar ‘Emeviyet’e müstahak olurlar. Cemel Vak’ası iki “haklı”(!) tarafın birbirini kırmasıyla neticelendi. O da, köşede bekleyen fitneye yaradı. Ve İslam’ın kalbi ve bedeni bir daha onarılamayacak şekilde yara aldı. Kuran’ın mahza adalet olan hükümleri, padişahların, sultanların iktidarının payandası oldu! O hallerdir ki sonunda biz Müslümanları zillete düşürdü! M.A. Bulut”

    Rabbim hiç bir müslüman kardeşimizi sırat-ı müstakimden ayırmasın. Baisretli olmayı ihsan buyursun hepimize.

  3. Yazan:Ömer Yavuzer Tarih: Ara 19, 2013 | Reply

    1- Kayıtsız af, Öcalan’ın bile dahil olduğu aftır. Ayrıca Türkiye, ceza kanunda adi suçlar dahil hepsi devlete karşı işlenen suç olarak tarif edilir. Adi Suçlara da af çıkmalı. İktidar olmak ve yeni sayfa açmak için af şarttır. Fay hatlarıyla barış imzalamadan iktidar olamazsınız. Düşman sizin fay hatlarınızla oynuyaarak oyun kurabiliyor.
    2- KCK, PKK’nın üst yapılanması. Ama Türkiye’deki TMK, “Ben Kürdüm veya Şeriata iman ediyorum” diyen herkesi içine alacak kapsamda bir yasa. Bu yasa gözünde düşünen herkes terörist. Terör denilince de Türkiye’de akan su durur. Camia Örgütü, “terör” kelimesinin büyüsüyle AK Parti’yi kafaya almıştır.
    3- Ölçü belli Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas. Bu çizgi geçmişte hassasiyetle korunmasaydı bugün İslam diye bir din olmazdı. Hatta dikkat edin Ehl-i Bidati tekfir etmeme noktasında Ehli Sünnet son derece hassastır. Dolaysıyla müslümanlar arasındaki düşmanlığı dindirecek tek umut Ehli Sünnet itikadıdır. Hatta Osmanlı’ya bakarsak dünya barışı içinde böyledir. Camia Örgütü’nün en büyük zararı İslami hassasiyetlerimiz ve sabitlerimizle oynamasıdır. Peygamberlere imandan tutun farz ve haramlara kadar olmasa da olur inancını yaygınlaştırmışlardır. Kısaca İslam’ı küresel sisteme entegre etmişlerdir. Eğer Camia Örgütü kazanırsa Türkiyeli müslümanların zihninde islam buharlaşacaktır ayrıca Suriyeli müslümanlarda yalnız kalacaktır. Dolaysıyla sonuç ne olursa olsun (Din emniyeti açısından) Camia Örgütüyle savaşmak insani ve İslami bir vazifedir.

  1. 1 Trackback(s)

  2. Oca 2, 2014: ABD güdümlü parallel yargıya karşı Başbakan ne yaptı?

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin