RSS Feed for This Post

Gözlerle müzik dinlenir mi?

Johannes_Vermeer_-_The_Wine_Glass_(c_1658-1660)

Üzerinde gözlerimizin keyifle gezindiği “müzikal” resimler yapmış Johannes Vermeer. Hollanda barok resminin önemli isimlerinden. Vermeer bir çok eserinde ışığın parlak zeminlerden matlara uzanmasını bir ok işareti gibi kullanmış. 1660’da yapılmış olan Şarap Bardağı (hol. Het glas wijn) bunlardan bir tanesi. Vitraydan süzülüp gelen ışık beyaz giysilerden, sürahiden, şarap bardağından sekerek geziyor tabloda. Gözlerimize rehberlik eden bu sekmeler olmasaydı resim çok daha statik ve yalın olmaz mıydı? Böyle bir durumda gözlerimiz logo gibi resmedilen şeyleri tanımakla yetinecekti, “hah, şurada bir adam var, kadın oturuyor, masada bir sürahi var…”. Bir görselin içine zaman dahil edildiğinde bize söyleyecek daha fazla şeyi oluyor. 100 yıl yaşayan bir kaplumbağanın 1 gün yaşayan bir bataklık sineğine kıyasla anlatacak daha çok hatırası olması gibi.

Görsel zamansallık

Evet, Vermeer’in ışıklı yöntemiyle veya üç leke, altın üçgen vs yollarla seyircilerin gözlerini bir miktar eser üzerinde tutabilirsiniz ama görsel bir müzik çalamazsınız. Bir konçerto veya biz saz semaisi sığmaz bu çerçeveye. Görsel musikiniz bir mırıltı, bir kırık ezgi olarak kalır. Peki ya ressam fırçası ve boyalarıyla Mozart’a, Dede Efendi’ye özeniyorsa? Görsel bir senfoni ya da görsel bir segâh peşrev bestelemek arzusunda ise ne yapmalı?

bolero

Üstteki notalar 1928’de Ravel’in orkestra için bestelediği ünlü bale müziğinden bir alıntı: Boléro. Trampetin tekdüze ritmi müziğin temalarını sırtlanıp götürecek bir “altyapı” hazırlamış. (Buradan kısa bir kayıt dinleyebilirsiniz) Bu notalarla temsil edilen iki ölçü 180 kez tekrar ediliyor. Müzik tekniğinde bu tekdüzeliğin adı Ostinato. Türkçeye “ inatçı” diye çevrilebilir. Aslında biz dinleyenler önceki notaları hafızamızda muhafaza ettiğimiz için var bu “inat”. Yani ritmin tekdüzeliği trampette veya Ravel’in notalarında değil bizim kulaklarımızda.

İşte “görsel müzik” ya da “resimde zamansallık” derken kastettiğim tam da bu; en azından teknik olarak: Van Gogh gibi ışık-gölge, perspektif, vs ile masa üstünde duran vazoda koca bir çiçek çizersem son derecede statik bir görsel elde ederim. Oysa bunun yerine basit, önemsiz bir çiçek motifini Ravel’in Boléro’sundaki gibi yüzlerce defa tekrar etsem ne olur? Farklı müzik aletleri için farklı çiçek desenleri kullansam, sesin yükseldiği yerlerde renkleri değiştirsem… Bütün bunlar seyircilerimi gözle işitilecek bir müziğe doğru götürmez mi?

Böylesi melodik bir resim onu görenlere çok daha fazla huzur verecektir. Zira insanlar içinde yaşadıkları anın sıkıntılarına, nefsanî heveslerine hapsolmak yerine içlerindeki sonsuzluğu görebilirler. “Bir vücudum var ama ‘ben’ o vücuddan ibaret değilim” diyebilirler. En azından o şuura yaklaşacaklardır. Bir başka şekilde söylersek… iki sanat tercihinin zıtlaştığını görüyoruz:

  • Seyirciyi mekâna ve dar bir zaman dilimine hapseden, nefsine hitab eden figüratif sanat,
  • Seyircinin gözüne (=aklına) kendi iç aleminin güzelliklerini yansıtan, onun ruhuna hitab eden soyut bir sanat. (Bkz. Bu konudaki e-kitap: Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır)

Soyut sanatta kâmiliyet

kelt-sanatiKısacası figüratif resimde zamansallığın sınırları var. Bu sınırlanma halinin alternatifi ise tezyin, ya da Batıdaki adıyla “ornement” denilen görsel tercih. Yani Vermeer’in yaptığı gibi statik bir görsele hariçten Zaman’ı dahil etmek yerine doğrudan zamansal resimler yapmak. Sanat tarihçisi Henri Focillon’un 1934 tarihli bir denemesinde söylediği gibi:

“… Tezyin şu veya bu satıha nakşedilmiş bir resim değildir. Tezyin suret itibariyle kendi mekânını ihdas eder. Daha doğrusu –bu mevhumlar ayrılmaz şekilde bağlı olduklarından- mekân ve zaman birbirini doğurur […] Balzac siyasî denemelerinden birinde herşeyin sûret olduğunu, hayatın dahi bir sûret olduğunu söylüyordu. Doğrudur. Herşey zamanda ve mekânda iz bırakarak edindiği sûretlerle ayırd edilir ve tanımlanır. Ama bundan da öte; hayat sûretleri ihdas edici bir güçtür. Hayat sûrettir, sûret hayatın kendini gösterme şeklidir. Tabiattaki sûretleri birbirine bağlayan münasebetler başına buyruk [pur contingence] olamaz. ‘Tabî hayat’ dediğimiz şey suretler arasında gerekli ve belirleyici [nécessaire] olan bir bağlantıdır ki bu bağ olmadan suretlerin varlığı da olamaz. Sanat için de aynı şey geçerlidir. Bir eserdeki sûretlerin arasındaki ilişki ve eserler arasındaki etkileşim bir düzen teşkil eder. Bu düzen Kâinat’ın rumuzudur …” (La vie des formes –Suretlerin hayatı)

Gerek tezyin örneklerine gerekse Focillon gibi sanat tarihçilerinin sözlerine bakarak bunun soyut sanat olduğu söylenebilir, doğrudur. Ancak her tezyin soyut olmakla beraber her soyut tezyin değildir. Soyut sanatın Batıda, Uzak Doğu’da ve İslâm coğrafyasındaki örneklerini tek bir “soyut sanat” çatısı altında toplamak elbette son derecede kestirmeci bir yaklaşım olurdu. Üstelik sadece Batı sanatı ele alınmış olsa bile Rönesans öncesi tezyin örnekleri ile meselâ Art Nouveau dönemi eserlerindeki “ornement” arasında dağlar kadar fark var. Keza Atlantik kıyısında yaşamış Keltlerin tezyin anlayışı ile Akdenizli Etrüsklerinkini de aynı kalıplara sokamayız.

Tezyin ve hat sanatındaki görsellik kelimelerin alternatifi değildir; Batıcı sembolizmin izine rastlayamazsınız. Figüratif olmayan bu görseller kelimelerle anlatılamayacak güzelliklerin sûrete bürünmesidir. Bunun içindir ki adını bile koyamadığımız hisler uyanır kalbimizde. Açıklamaya çalışırsak, bu mânâları kelimelerin dar, objektif kutucuklarına koymaya çalışırsak tılsım bozulur.

Sonuç: Resim sadece resim değildir

Neden? Çünkü sanatsal tercihler bir dünya tasavvuru üzerine inşa edilir. Toplumların manevî değerleri, inanç ve ahlâkı günlük fiiller kadar sanatına da nüfuz eder. Dahası bu sanatı gören/işiten gençlere aktarılır bu değerler. Bu yüzden sanat sadece sanat değildir. Dünyayı seven, ölümden korkan bir toplumun sanatı kâh hedonizmi yansıtacaktır kâh nihilizmi. Sabah “vur patlasın çal oynasın”; öğleden sonra “batsın bu dünya”. Böyle bir toplumun sanatı eğer inançlı bir halkın gözüne, kulağına sirayet ederse o halkın inancı bozulur. Meselâ küresel medyada kültürü, sanatı daha fazla “yer kaplayan” toplumlar kendi manevî değerlerini (ya da değersizliklerini) ötekilere dayatır.

Rönesans’tan itibaren Batı’ya hakim olan merkezî perspektif, gerçekçi renkler, fotoğrafa yakın ışık-gölge teknikleri, anatomi bilgisinin resime aktarılması… Bütün bunların ışığında bakın figüratif resimlere. İster barok resmi seçin, isterseniz romantikleri ya da İtalyan Rönesansını. Hiç fark etmiyor. Figüratif resim kesrete açılan bir penceredir. Zira Sanat’tan, beşerî ihdas ve/veya ilâhî yaratma iradesinden bağımsız mekân tasavvuru vardır figüratif sanatta. Yani ezelî bir mekân vardır; sanat faaliyeti (yaratmak/ihdas etmek) o mekânda bir iz bırakmaktır. Oysa tezyin ve hat gibi sanatlar Vahdet cihetinde açılan pencerelerdir. Mekânı figürden ayrı bir cevher gibi tasavvur etmeyen bu tür soyut görseller yaratılmış bir Kainat telakkisi ile ahenk içindedir.

Figüratif sanattan farklıdır tezyin. Gözlere (=akıllara) arz edilen sûret “esas” mekânın içinde yer alan, “esas” maddenin şekli değildir. Tezyin perspektifinde sanat eseri kendisinden daha “esas” bir sanatın eseri değil bizzat Sanat’ın kendisidir. Yaratma / ihdas etme zemini ile yaratılan/ihdas edilen ayrı ayrı telakkî edilmez. Bu sebeple Tevhid’in görsel ifadesi için tezyin çok daha müsait bir yaklaşımdır.

tezyin-tabiat
.

… E-kitap okumak için…


freud-kapakGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmiş hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitikAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?

Hükümeti_devirmek_kapak4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin  fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.

Dünyada da tuhaf şeyler oldu:

  • Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
  • Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.

“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:

  • Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
  • Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri  çekmeye mi çalışıyor?
  • Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?

Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

kapak_kitap_capulcularÇapulcular” ne istiyor?

Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

 

 Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik

Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.

Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.

Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!

kapak_Tiryandafilya“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın  raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”

Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.

 

kitap tanitan kitap 5Kitap tanıtan kitap 5

İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.

hamza_yusuf Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:

  • Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
  • Yine  Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)

Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.

Organik dinimi geri istiyorum 

organik_dinimi_geri_istiyorum - kcBilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.

Banka Ordudan Tehlikelidir!

(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)

Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi?  Buradan indirebilirsiniz.

 

Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?

İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik! güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin