Müslüman gözleri Hristiyan teşbih ve tasvirine alıştırmak… Samanyolu TV, masum değilsin!
By my on Şub 15, 2014 in FETÖ ve Gülenistler, Görmek, Göz, İslam, islamcilik, Tezyin Felsefesi
Hristiyanları mahveden tahrifat da imaj ile başlamıştı; Dikkat edin Müslümanları vurmasın
Hz. İsa (a.s.) bugün aramıza gelse “İncil” denilen kitabı okuyabilir mi? Hayır. Çünkü ne Latince, ne İbranice ne de Eski Yunanca konuşmuyordu. Hz. İsa (a.s.) “Hristiyan” kelimesini hiç kullanmadı. Bu kelime yaklaşık bir asır sonra çıktı ortaya. Sünnetliydi ve domuz eti yemiyordu. Hristiyanlar sünnetsiz ve domuz yiyor. O namaz kılıyordu. Hristiyanlar kılmıyor. O bir ruhban sınıfı ihdas etmemişti. Oysa bugün çok güçlü bir Vatikan var; Protestanların, özellikle de Evanjelist hareketlerinde de ruhbanlık var. Hz. İsa (a.s.) boşanmayı yasaklamadı, Vatikan yasakladı. O kimseye evlenmeyi yasaklamamıştı. Vatikan 10cu asırdan itibaren ölen rahiplerin yetim ve dullarından kurtulmak için evlenmeyi yasakladı. Ama rahiplerin evlilik dışı ilişkilerine ve sübyancılığa ses çıkarmadı.
O hiç bir zaman kendisi için (haşa) “Tanrı’nın oğlu” dememişti. Hristiyanlar dediler. Hatta bir kısmı “Tanrı’nın kendisi” olduğuna iman ettiler. Vatikan 1960’lara kadar kadınların bir ruhu olduğunu bile kabul etmiyordu. Cennet ve Cehennem sadece erkekler içindi. Vaftiz edilmeyen çocukların Cennet’e giremeyeceğini, işlenen günahların para ile silinebileceğini (endüljans) savunan Vatikan uzun müddet Cennet’ten arazi satışı bile yaptı. Avrupalı sömürgeciler Afrika’da, Asya’da, Güney ve Kuzey Amerika’da milyonlarca insanı öldürdüler. Vatikan itiraz etmedi, tersine pastadan payını aldı.
1492-1503 arası Papalık yapan VI. Alexander ( Rodrigo Borgia) davetlilerin ve kendi çocuklarının katıldığı orjilerde “50 kadar dürüşt fahişe” ile erkeklik yarışmaları düzenledi. (Bkz. Piskopos Jean Burchard’ın günlüğü – fr. Journal de Jean Burchard, évêque et cérémoniaire au Vatican, Tercüme: Joseph Turmel , 1933)
İmaj bozukluğu, iman bozukluğu
Hristiyanlar neden böyle savruldular hiç düşündünüz mü? Yani ortalarda bir yerde dursalardı, bu kadar dibi bulmaları şart mıydı? Bu sorunun tek bir cevabı olmayabilir ama … Balıklar hep baştan kokar. Biz de hadisenin başına, doğuşuna gidelim derim: Hristiyanlığın icadı, daha doğrusu Yunanlı Yahudilerin Kudüs’teki Yahudilerden ayrılması sürecinde en büyük kavgalardan biri ikonlar ve dinsel imajlar etrafında koptu. Tanrı, oğlu(!), annesi ve Havariler resmedilebilir miydi? Eğer “evet” ise nasıl? Gerçekçi renkler ve perspektif olacak mıydı? Bedenler ve yüzler benzetilecek miydi yoksa şark minyatürleri gibi anonim yüzler veya örtü mü kullanılacaktı? (Bkz. İkonoloji Araştırmaları [Erwin Panofsky], Tersten Perspektif [Pavel Florenski] ve Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır isimli e-kitap)
Bizim bu hassasiyeti anlamamız biraz zor çünkü bugün cep telefonundan sokaktaki reklâm panolarına kadar her yerden imaj fışkırıyor. Ama o devirde imaj önce Bizans, ardından da Vatikan için önemli bir silah oldu. M.S. 350’lerde veya Ortaçağ’da “böyle resim serbest, şöyle resim günah” diyebilmek bugün CNN, El Cezire ve BBC’yi ele geçirmek kadar önemliydi. Farklı Hristiyan doktrinleri okuma-yazma bilmeyen halklara imajlar üzerinden aktarılıyordu. Kısacası bugünün medya savaşları, algı operasyonları, dezenformasyon ve karalama kampanyaları o zamanda da vardı. Ama araçlar biraz farklıydı.
Hristiyanlık tarihini inceleyenler konsiller esnasında oy kullanmak sûretiyle ilâhî emirlerin değiştirildiğini, yani tahrif edildiğini bilirler. Roma imparatorluğunun resmî dini olacak olan Hristiyanlık MS 325’teki İznik konsilinden itibaren standartlaşmaya başladı. Herkes için standart, objektif bir din tarifi daha ilk günlerinden itibaren totaliter bir kisveye büründü. İncil’in tahrifatı elbette dünyevî sebeplerle başlamıştı ve asırlarca da böyle devam etti. Devletin istediğinden farklı inanan bütün Hristiyanlar ya öldürüldü ya da işkence ile “ikna edildi”. Haçlı seferlerinin bir çoğu Müslümanlara değil marjinal Hristiyanlara karşı yapılmış hatta soykırım şeklini almış. (Bkz. Katarların ve Protestanların katledilmesi)
Neticede bu zulümün yayılmasında imajın ve putlaşan görsellerin rolü büyüktü. Zira imaj olmasaydı bir avuç psikoposun sapıklığı Hristiyan coğrafyasına asla sirayet etmeyecekti. Nitekim bu “totaliter” propagandaya uzak olan Hristiyan Araplar, Gürcüler ve Ermeniler uzun müddet namaz kılmaya, kurban kesmeye, kimseye “Tanrı’nın oğlu” dememeye… kısacası Hz. İsa (a.s.) gibi yaşamaya devam ettiler.
Hayvan bakar, insan okur
Alak suresi birinci ayetini bilirsiniz “Oku Rabbinin adıyla ki bütün mahlûkatı yarattı.” (اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ). Gerçekten de buradaki “Oku!” emri insanı tefekküre sevk ediyor. Eğer “Bak!” denilmiş olsaydı herkes için aynı, standart, objektif bir din anlardık. O zaman Vatikanizm ile Hz. İsa’nın (a.s.) dini arasında bir fark olmazdı. (Bkz. Âl-i İmrân Suresini Okusaydı İslâmcı Olmayacaktı!) Aynı zamanda bu dışarıdan gelen bir mânâ olurdu. Biz insanlar hiç haberimiz yokken, hatta güzel güzel yaşarken birden bire yukarıdan bir diktatör edasıyla emir veren bir Tanrı tasavvuru çıkardı ortaya.
Oysa “Oku!” emri insanın gördüklerine mânâ vermesi gerektiğini düşündürüyor. Aynı zamanda okumak fiili Yaratan ile yaratılmış, halk (خَلَقَ) edilmiş olan insan arasında ortak bir “lisana” işaret ediyor. Yani benden mahlûkatı okumam isteniyorsa göze görünenler hem bildiğim bir dilde yazılmış olmalı hem de anlamını bildiğim kelimeler olmalı karşımda. İnek suya bakar, insan “rahmet” okur. Karınca için ekmek gıdadır, karbonhidrattır. İnsan ekmeğe bakar, “rızık” diye okur, ilh.
Özetle Kur’an’da “Bak” yerine “Oku” denilmesi evvelden bilinen bir gerçeğin, içerideki bir mânânın dışarıdan gelen bir işaret ile uyanacağını düşündürüyor. Öğretme değil bir hatırlama gibi. Meselâ A’Râf sûresi 172ci ayet (وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ) :
“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” dememeniz içindir.”
Netice
Samanyolu TV’de adeta bir uçan daire gibi, bir uzaylı gibi tasvir edilen(!) Peygamber S.A.V. ve alevli, kaynar sulu Cehennem sahneleri şüphesiz Müslüman gözlere (=zihinlere) yapılmış çirkin bir taarruz. Bu taarruzun cevabı medenî bir şekilde verilmeli ama verilmeli. Kalbî değil şeklî din anlatan bu tür görsellerin Müslümanları şirke davet ettiği unutulmamalı. Çünkü objektif, standart olana bakılır, kalbî olan okunur.
Teşbihte ifrada kaçmak putperestlik, tenzihte ifrada kaçmak ise erişilmez, anlaşılmaz, kurbiyet kesbedilmez bir tanrı tasavvuruna varan iki sapık yol. Kanaatimce İslâm alimleri kadar sanat erbabı da teşbih ve tenzih arasındaki bu hassas dengenin farkındaydı. Bu farkındalık onlara ağır bir sorumluluk yüklüyordu. Çünkü avama dini anlatmak helali, haramı bildirmekten ibaret değildi. Müslüman gözler (=akıllar) güzel sanatlar vasıtasıyla ile güzel ahlâka ısındırılıyordu. Dikkat ederseniz farklı ırklara mensub olmamıza, farklı lisanlar konuşmamıza, binlerce km mesafeye rağmen hiç bir camide ne Cennet ne de Cehennem resmi yoktur. Çünkü iyi niyetle dahi çizilse, figüratif resim zihinlere kelepçe vurur. Gerçekçi renkler, anatomi kuralları, merkezî perspektif gibi standartlaştırıcı unsurlar gözleri (zihinleri) şirke hazırlar, gerçek imandan uzaklaştırır.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır isimli e-kitapta detaylı biçimde anlattığımız gibi figüratif görseller BEN merkezlidir, ruha değil nefse hitab eder. Ecdadımız bu yüzden sadece tefsir, hadis veya kelâm gibi ilimlerde değil musikide, tezyin, hat, mimarî gibi sahalarda da çalışırken hep halka hizmet şuuruyla eserler vermişler. Bestekâr Ahmed Mükerrem Akıncı’nın dediği gibi:
“Evlâdım, bizden evvelkiler “şerefli müzik bilimi” diye isimlendirmişlerdir. Müzik ahlâkı süsleme ve ruhu yüceltmenin vasıtalarındandır. Müzikle hakkıyla uğraşanlardan kötü insan çıkmamıştır. İnsan tabiatında saklı bulunan kötülükleri müzik potası temizlemektedir.” (Talebesi Câhid Gözkân’dan naklen [1])
Dipnotlar
1° Orjinal metin: “Evlâdım, eslâf, ilm-i şerîf-i mûsikî diye tesmiye etmişlerdir. Mûsikî, tezhîb-i ahlâk ve i’tilâ-yı rûhun vâsıtasındandır. Bihakkın erbâb-ı mûsikîden fenâ kimse zuhûr etmemiştir. Tab’-ı beşerde meknûz olan ârızî kötülükleri mûsikî potası temizlemektedir.”
.
… E-kitap okumak için…
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmiş hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
- Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
- Yine Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.
Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)
Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi? Buradan indirebilirsiniz.
Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?
İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik! güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.