RSS Feed for This Post

Aşk Sen’sin , Âşık da Sen’sin , Mâşuk da Sen. Maksad Sen olunca gözden kayboldu ‘Ben’

goz-akil

Beden zarfının içinde bir mektup gibiyiz. “Göz” denen deliklerden dış dünyayı seyrediyoruz. Başımızı sağa sola oynattıkça görüş açımız değişiyor. Uzağa ve yakına odaklanarak zoom yapıyoruz. Bir gören “Ben” var; bir de görünenler, dünyanın geri kalan kısmı; ötekiler. Faydalı şeyleri ve tehditleri gördükçe gözüm (=aklım) çokluğa, Kesret’e terbiye oluyor, Vahdet’i göremiyorum. Oysa Hakikat saklı değil. Tersine, aşikâr oluşu perdelemiş onu. İçinde misafir olduğum bedeni kendim sanıyorum. Zarfımın arzuları gözümü perdeliyor. Görmediğim için Hakikat’i “yok” sanıyorum. Ataullah İskenderi Hz. Hikem-i Ataiyye’sinde ne güzel söylemiş:

 “Hak c.c. varlıklarda zuhur etmeseydi, gözler onları göremezdi. Şayet sıfatları doğrudan görülseydi, varlıklar silinirdi. Hak Teâlâ perdelenmiş, mahcub değildir. O’nu görmekten perdelenmiş olan sensin. Şayet O’nu bir şey perdelemiş olsaydı kendisini perdeleyen şeyi örterdi. O’nu örten bir şey olsaydı varlığını çevirip sıkıştırırdı. Bir şeyi çevirip sıkıştıran ise ona üstün, onun hakimidir.” 

Bakan “ben” ile bakılan Sen iki eder, Tevhid bunun neresinde?

Hz. Ali kerreme’llâhü veche buyurdu ki:

“Farksız cem’ zındıklık; cem’siz fark, şirk; farkla birlikte cem’ ise tevhiddir” (Ve’l-cem’u bilâ farkin zendakatun. El-farku bilâ cem’in şirkun. Ve’l-cem’u ma’a’l-farki tevhîdun.)

Yani Baruch Spinoza veya Giordano Bruno gibi “Her şey tanrıdır” düsturuna iman etmekle Tevhid olmuyor ama ben varım ey tanrı! Sen de varsın, ben sana tapıyorum” demek adamı şirke götürüyor. Aslında mesele o kadar zor değil ama pozitivist körlük bizi analitik zekâya hapsetti. (Bkz. Bir pozitivizm eleştirisi isimli e-kitap) Parçaları anlamadan bütünü anlamıyoruz. Her mevhumu kül-cüz münasebeti (bütün-parça ilişkisi) içinde aklediyoruz. Mesela “… çamurdan yarattı ve ruhundan üfledi…” cümlesinde Üfleyen’den bir şey eksileceğini vehmediyoruz.

Oysa irade sahibi olan, yaratan Özne ile yaratılmışlar arasındaki münasebet bir kül-cüz münasebeti değil. Tabiri caizse kudret ve tecelligâh söz konusu olabilir. Elimin gölgesi elimden bir şey eksiltir mi? Aynadaki görüntüm benim bir parçam mıdır? Elbette Yaratan, ilk örnek olmaksızın tasavvur eden ve hammadde olmaksızın halk eden Özne’nin yaratma fiilinden dolayı eksilmesi muhaldir.

Kül-cüz münasebeti eşya arasındaki yatay ilişki için cari olur. Yani sayılabilen, adede gelen, bölünme kabul eden varlıklar için. Kol + bacak + kafa = Vücud denebilir. Yahut Ankara + Konya…= Türkiye. Ama vatan hasretini, anne merhametini, adaleti, zulmü kül-cüz münasebeti ile kavram haline getiremezsiniz. Evet, insan annesini komşu teyzeden daha çok sever. Ama “ne kadar daha çok?” diye soramazsınız. “Daha” kelimesinin mânâsındaki kesafet nicelik değil niteliktir. Objektif değil indî bir mânadır sevgi. 50.000 tane komşu teyze sevgisi bir tane anne sevgisi eder mi? Metreyle, kiloyla ölçülmeyen mânâlar bölünme kabul etmez. Pozitivizm (=şirk) denen rezillik bu yüzden kör etti gözlerimizi (=aklımızı). 5 duyu ile algılanmayan varlıkları “yok” sayan bu delilik türü eğitim sistemimize bile öylesine sirayet etti ki çoğu kez pozitivist dogmalarla düşündüğümüzü fark etmiyoruz. “Bilimsel / objektif / materyalist konuşacam” diye delice (şirk üzere) konuşuyor alimcikler. Objektif malumat var, sadra şifa olacak mânâ yok.

goz-akil-2

Şirk zehirlenmesinden muzdarib bir hasta için acele mücerred sanat aranıyor

Kurtuluş yolu? Kurtuluş mücerred (soyut) sanattan geçiyor. Tabi “sanat” derken eğlence derekesine düşürülmüş süflî faaliyetleri kasdetmiyorum. Ukala sanat eleştirmenlerine, müzayede salonlarına, ticarete, ulus-devlete meze olan sanatı da kasdetmiyorum. (Bkz. Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir)

Bize başka türlü düşünebilmeyi, hissedebilmeyi, aklı (=gözleri) daha etkili biçimde kullanmayı sağlayacak bir sanattan bahsediyorum. Gerçek şu ki bugün ne gözlerimiz ne de hayallerimiz hür değil. Maneviyat ile bağını koparmış sanatçıların(?) tahakkümü altındayız. Batılı düşünürlerin dahi isabetle teşhis ettikleri bir felâket bu: Derrida (Resimde Hakikat), Florenski (Tersten Perspektif), Burckhardt (Kutsal sanat ilkeleri ve yöntemleri), Panofski (Perspektif: Simgesel bir biçim) … Batı’nın resim sanatında Rönesans ile başlayan kokuşma salgın bir hastalık gibi bütün dünyaya sirayet etti. Artık Müslümanlar bile batılı gibi resim yapıyorlar. (Bkz. Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır isimli e-kitap) Rönesans’ta merkezî perspektif ve anatomi bilgisiyle doruk noktasına varan teknik / objektif / standart sanat anlayışı bizi Ahiret’ten koparıp dünyaya bağlıyor. Muhtaç olduğumuz soyut sanat ise Batı’dan gelmedi; gelemezdi de. Çünkü Avrupa kökenli soyut sanat eskiye, geleneklere tepki olarak doğdu. Empresyonizm, fovizm, kübizm ve “soyut / mücerred” sıfatına layık diğer ekoller birbirleriyle çatıştılar. Mânâ’ya değil maddeye yöneldiler. Kandinsky’nin tabiriyle “ne?” değil “nasıl?” odaklı sanat yaptılar. Bu sebepledir ki aralarında teknik benzerlikler olsa bile Batı’nın soyut sanatı Müslümanların soyut sanatından çok farklıdır. Batı’nınki Hakikat’e yönelen aşkın (fr. transcendant) bir sanat değildir. (Bkz. Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu? isimli e-kitap)

Peki Batı’nın düştüğü tuzaktan nasıl kurtulabiliriz? Bize şifa olacak sanata nasıl yönelebiliriz? Tahsil edilecek Mânâ’yı Maddeden, eşyadan soyutlamak ama nasıl?  Kuşadalı İbrâhim Halvetî Hazretleri bir nefesinde şöyle diyor:

 “… Vech-i yâre dûş olan âlemde seyran istemez

Cânını cânâna teslim eyleyen can istemez

 Bu misafirhanenin fâniliğin fehmeyleyen

Hâne-i kalbinde Hak’tan gayrı mihman istemez

[…]

Mâsivallahdan mücerred oldu İbrahim bu gün

Vârını dildâre verdi vasl ü hicran istemez …”

Yaratılmışlara, sonradan var edilmiş olanlara bakarak Yaratan’ı görmek. Müşahhas (somut) olandan mücerred (soyut) olana varmak. Daha doğrusu görünenlere, eşyaya bakarak Görünmez’i okumak. Bu ise ancak mücerred sanat ile yani soyut sanat ile olur. Zannediyorum bu mısralar nefsanî bakış ile ruhanî okuyuş arasındaki farkı çok güzel anlatıyor. Göz (=akıl) ile ilgili üç kelimeyi özellikle koyu yazdım. Bu münasebet üzerine tefekkür etmek isteyen okurlarımıza Nûr suresi tefsirlerini, özellikle de Gazâlî Hazretleri’nin Mişkat-ül Envar adlı risalesini tavsiye ederim.

Evet… Bir kez daha anlıyoruz ki O’nu kalp gözüyle gören/arzulayanlar  et-gözle görünen dünyayı, içindeki eşyaları ve nimetleri görmez/arzulamaz. (Bkz. Derin Göz isimli e-kitap) Demek ki insanların hidayetine vesile olmak isteyen Müslüman sanatçı mücerred sanat vasıtasıyla insanların gözünü (=aklını) eğitebilir. Bir oduncu, çiftçi, kasap dünyayı ister istemez kül-cüz gözlüğü ile görür. Keser, biçer, alır satar,… Ama günlük hayatta gerekli olan bu analitik zekâ aklın tamamına sirayet ederse bu defa insan kalben hasta olur. İnsan yeme içme, iaşe derdinden O’nu göremez ve hayvan gibi yaşamaya başlar. İşte bu durumdaki Müslümanların kurtarılması için kül-cüz dışında bir akıl olduğunu onlara sık sık hatırlatmak icab eder. Kur’an okumayı bilmeyen / istemeyen insanlar olabilir. Herkes İslâmî ilimlere meraklı olmayabilir. Geçim derdi çeken veya çocuğu hasta olan bir insanın her gece saatlerce kitap okumasını bekleyemezsiniz . İşte bu idrak ile yola çıkan Müslüman sanatçılar insan gözünü terbiye edecek uhrevî şekiller ihdas etmişler. İstemişler ki bu eserleri seyreden insanların kalpleri adeta Kur’an dinliyormuş gibi hûşû ile dolsun. Güzel şekillerden Güzel’e kanat açsın.

Netice

İslâm sanatındaki görsel soyutlama bir merdiven gibi aklî soyutlamayı tetikliyor. İnsanları dünyadan çözüp Ahiret’e bağlıyor. Zira Batı’daki resim sanatının aksine BEN’lik aradan çıkartılıyor. Meselâ 3 boyutlu temsillerdeki gibi Benim bakış açım, benim nesnelere uzaklığım, benim mekândaki konumum Müslüman sanatında makbul değil. Tezyinde, battal ebruda çerçeve yok, perspektif yok, ışık-gölge için fizik bilgisi, nefsi cezbedebilecek figüratif tasvirler, anatomi bilgisi, uzuvların oranı, gerçekçi renkler vs yok. Neden?

Kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi bir tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyirciler öylesine agâh olurlar ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Müslüman sanatında çerçeve, perspektif vs yoktur çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

 

battal-ebru 

battal-ebru-2

.

… E-kitap okumak için…


freud-kapakGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmiş hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitikAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?

Hükümeti_devirmek_kapak4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin  fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.

Dünyada da tuhaf şeyler oldu:

  • Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
  • Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.

“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:

  • Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
  • Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri  çekmeye mi çalışıyor?
  • Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?

Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

kapak_kitap_capulcularÇapulcular” ne istiyor?

Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

 

 Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik

Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.

Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.

Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!

kapak_Tiryandafilya“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın  raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”

Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.

 

kitap tanitan kitap 5Kitap tanıtan kitap 5

İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.

hamza_yusuf Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:

  • Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
  • Yine  Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)

Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.

Organik dinimi geri istiyorum 

organik_dinimi_geri_istiyorum - kcBilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.

Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.

Banka Ordudan Tehlikelidir!

(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)

Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi?  Buradan indirebilirsiniz.

 

Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?

İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik! güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin