Sevgisiz bakınca Yusuf bile çirkindir. Şeytan’a aşkla bakınca onu melek sanırsın.
By my on Mar 26, 2014 in Akıl, Görmek, Göz, Soyut Sanat, Tezyin Felsefesi
Paris yakınlarındaki Boulogne korusundayım. Bir ağaca bakıyorum. Ama boş gözlerle değil. Sadi Şirazî’nin tavsiyesi üzere sevgiyle bakıyorum ağaca; çünkü güzelliğini görmek istiyorum. Dallarına konmuş olan güvercinler için faydalı olabilir bu ağaç ama benim için gölgesi bile olmayan, faydasız, sadece ve sadece güzel. Fotoğrafı çekerken üç tercih yaptım:
- Akşam ışığının karşısına geçerek ağacın “renksiz” bir silüetini görmek,
- Dalların uçlarını ve gövdeyi çerçeve dışı bırakmak,
- Toprağı, yakın ve uzaktaki ağaçları, önde ve arkada dolaşan insanları dışlayarak perspektifi yok etmek.
Bu tercihler sayesinde ağacı çizilmiş resim gibi değil yazılmış harf gibi fotoğrafladım. 3 boyutlu ağaç sanki kağıda mürekkeple çizilmiş gibi 2 boyutlu göründü. Niçin böyle yaptım? Çünkü ağacın değil onu güzel yapan şeyin fotoğrafını çekmek istiyordum. Pasif olarak bakılacak değil aktif olarak okunacak bir ağaç. Yani ağacın mücerred (soyut) güzelliğini yakalamaktı maksadım. Eğer gövdesi ve dalları ile çerçeveye hapsedilmiş müşahhas (somut) bir ağaç resmi çekseydim bu Avrupa barok resmini andıracaktı. Neden? Merkezî perspektif, gerçek renkler, ışık-gölge ile doğayı taklid eden bu sanat türü aşırı tasvire kaçar da ondan. (Bkz. bu konudaki e-kitap: Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır) Kartona iğnelenmiş kelebeklere, kurutulmuş çiçeklere benzer
Avrupa’nın figüratif resmi. Güzel ağaçları, güzel şatoları, güzel kadınları görebilirsiniz ama Güzel’i göremezsiniz. Çünkü ”Ben” merkezlidir bu tablolar. Ben’in bakış açısından bakar dünyaya. Bu yüzden de faydaları, tehditleri hatırlatır; maddî açlıkları uyandırır. Ressam ya da seyirci… Rönesans sonrası resim sanatının sabitleri vardır: Normal bir insanın görüş açısı, ortalama boyu, görebileceği şeyler tam da onun göreceği şekilde tasvir edilir. Işık olan yerler aydınlıktır meselâ: Zıtlıklar ve konturlar seçilir. Uzaklar yahut karanlık ve sis yine normal insanın göremeyecekleri şeklindedir: Karanlık, silik, bulanık. (Sağdaki tablo: Claude Lorrain, Paysage avec la nymphe Égérie, 1669. Büyük görmek için üzerine tıklayın)
Kısacası nefse hitab eder figüratif sanat; insan ruhuna değil. Bu yüzden de kâmil bir sanat olmaktan uzaktır. Sadece barok resim için söylemiyorum bunu. Rönesans’tan sonra ortaya çıkan bütün akımlarda böyle bir tıkanma var. Bu sebeple söz konusu döneme yeniden doğuş mânâsına gelen “Rönesans” kelimesi yerine kokuşma ya da yıkılış gibi bir isim vermek daha doğru olurdu.
Sormaz ki bilsin, sorsa bilirdi. Bilmez ki sorsun, bilse sorardı.
Yine Sadi Şirazî’den bir söz. Güzelliği, Güzel’i seyircinin yani İnsan’ın dışında arayan gafiller için gerekli bir hatırlatma. Asırlarca ekoller ve dogmalar üzerinden güzellik doktrinleri üreten, Vatikan’ın Katoliklere yaptığı eziyeti sanatçılara yaparak cesur ressamlara kan kusturan “akademi” keşke biraz Şirazî okusaydı. Güzel’i eşyada arayan Fransızlar, İngilizler, Almanlar keşke “güzelliğin on para etmez bu bendeki aşk olmasa” diyen Aşık Veysel’i işitselerdi… Eşyanın objektif vasıflarında güzellik arayan, neredeyse sayısal/bilimsel bir güzellik peşinde koşan Avrupa estetiği açısından güzellik ile cazibe arasında fark yok. Zira objektifleştirme sebebiyle “güzel kadın” dediğinizde 90-60-90cm ölçüleri anlaşılabilir. Bu güzel(!) yaşlanınca son kullanma tarihi geçmiş bir eşya olacaktır. Dahası cazip kadın ile güzel kadın ayırt edilmediğinden cinsellik de objektifleşir. Bu kavram karmaşası yüzündendir ki Batılılar Aşk ile cinsel münasebeti ayırd edemiyorlar: ing. To make love, fr. Faire l’amour (Bkz. Derin Lügat maddesi: Güzellik / Cazibe / Attraction / Sex Appeal) Kısacası eşya kendiliğinden güzel kabul edilirse güzellik seyirciden, seyirci de Aşk’tan kopuyor. Hadisenin indî (sübjektif) veçhesi ihmal edilince İnsan’sız bir güzellik(!) algısı çıkıyor ortaya. (Bkz. Derin Lügat maddesi: İndî / Sübjektif / Objektif)
Tabi bu noktada yani “Güzel eşyada değil bakanın gözündedir” dediğimizde zor bir soruyla karşılaşıyoruz: Güzel şayet Avrupalıların zannettiği gibi standart, objektif, bilimsel bir gerçek değilse nedir? Nerededir? Nasıl tarif edilir? Her ressamın ya da her seyircinin kendine has indî (sübjektif) labirentlerinde kaybolan paylaşılmaz, erişilmez bir zevk, bir tercih midir güzellik?
“… Temâşâ-ı cemâlinden nazar ehlini men etme,
Ne sûd ol ne hûb yüzden kim ana kılmaz nazar âşık …”
Diye buyurmuş Fuzûlî Hz. bir gazelinde. Yani “Ey sevgilim, güzelliğine bakma iştiyâkıyla ile tutuşanı sana bakmaktan alıkoyma. Âşk ile bakılmayan bir yüz neye yarar?”
Güzellik ile Aşk’ı, bakan ile bakılanı birbirinden ayırmayan bu ikinci tasavvurun en büyük farkı güzel eşyayı ve sûreti okunacak harfler gibi görmesi. Güzel’in mânâsı İnsan’da ama bu onun kendi başına icad ettiği bir vasıf ya da insan fıtratından bağımsız nefsanî bir tercih değil. Eğer öyle olsaydı batan güneşi seyredenler kadar pislikleri, çamurları seyredenler bulunurdu aramızda. Bülbül sesi kadar karga sesi seven, gül kokusu kadar lağım kokusu arayanlar olurdu cemiyette.
Demek ki ölçülmeyen, sayılmayan, bilimsel objektifliğe sığmayan ama tamamen indî olmayan, iç dünyamızın dehlizlerinde kaybolmayı reddeden bir Güzellik var. Güzel’in bir hakikati var. Ancak bu mânânın okunabilmesi için dış dünyada “nazar ehline” cari olan sûrette bir eser lâzım ki o esere bakarak Sanatçı’yı görelim. Bir başka deyişle gördüğümüz güzellikler Güzel’i ihdas eden ya da bağımsız bir şekilde onu ihtiva eden özneler değil. Güzel’in sebebi, ilk kaynağı eşya, eser, madde ya da sûret değil. Güzel görünen her şey Hakikî Güzel’in bir aynası. Fuzulî Hz’nin tabiriyle:
“… Hûb sûretlerden ey nâsih meni men etme kim
Pertev-i envâr horşîd hakikatdür mecâz …”
(Ey bana öğüt veren, beni güzel yüzlüleri sevmekten men etme, o maddî, mecazî güzeller Hakikat Güneşi’nin yani hakiki Güzel’in nûrlarının ışıklarıdır.)
Güzel eşyaya hakkını verecek olan ise aşık olma kapasitesiyle yaratılmış olan İnsan’ın nazarı. Bu zaviyeden bakınca tabî güzellikler ve beşerî sanat eserlerinin güzellikleri kendi kendilerinin yaratıcısı değil ancak Yaratıcı’ya delil olan birer yansıma, birer tecellî olabilir. (ar. التجلي gr. Θεοφάνεια fr. Théophanie; ing. Theophany) Bu bakımdan kâmil sanat mücerred sanattır. Harfleşen, bakılmayı değil okunmayı celb eden bu sanat elbette eğlence sanatı değildir. İnsan’ın gözlerini (=aklını) maddeden kurtarıp Mânâ’ya, dalaletten hidayete götüren bir yoldur. Fuzulî Hz’nin kelimeleriyle ifade edersek:
“… Göz yoludur ki gönül mülküne hûblar girer andan
Dutma ey eşk anı billâh ki aceb râh-güzerdür …”
(Göz, güzellerin gönül mümküne girmesi için bir yoldur. Ey göz yaşı! Sel olup ona mâni olma ki o hayrete şâyân bir geçiş yoludur.)
Netice
Hatırlayacaksınız, Saba Melikesi Belkıs Hz. Süleyman’ın (a.s.) camdan köşküne girince zemini su zannederek elbisesinin eteklerini toplamıştı. Hz Süleyman (a.s.) aklına ve bilgisine çok güvenen melikeyi hayrete düşürmek için camdan zeminin altından su akıtmış ve içine türlü balıklar koymuştu:
“… Daha önce Allah’tan başka taptığı şeyler ona engel olmuştu. Çünkü o inkâr eden bir kavimden idi. Ona “köşke gir” denildi. Köşkü görünce onu(zeminini) derin bir su sandı ve eteklerini topladı. Süleyman ona “Bu, (zemini) billurdan döşenmiş bir köşktür” dedi. Belkıs, “Ey Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmetmiştim. Şimdi ise Süleyman ile birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum” dedi …” (Neml 43-44)
Kâmil sanat görünene bakarak Görünmez’i okutur. Akıl ile göz arasında köprü kurar. Evet, gerçek şu ki mücerred sanat okunan sanattır. Hat ve battal ebru örneklerinde, halı ve kilim desenlerinde, İslâm mimarîsindeki mukarnaslarda (ar. مقرنص) kısacası tezyinî sanat eserlerinde bunu görmek mümkün. Görselleri harfleştiren tezyinî sanat ister tabiatta gözlensin isterse beşerî sanatlarda, sırtı kesrete, yüzü Tevhid’e dönük:
“… Ey Fuzulî yâra dönderdüm yüzüm ağyârdan
Hasmı çok gördüm sığındum sıdk ile ALLAH’uma …”
(Ey Fuzulî! Mâsivâdan yüz çevirip yüzümü yâre döndüm. İnsanı HAKK’a erişmekten alıkoyan şeyleri çok gördüm. Temiz bir gönül ile ALLAH’a sığındım.)
Görünenlere bakarak Görünmez’i okumak bahsinin sonuna geldik. Tezyinî sanattaki harfleştirici etki üzerine gözlerimizi (=aklımızı) tefekküre davet etmek niyetiyle bazı görsel harfler ve silüetler paylaşarak makaleye son veriyorum:
.
… Sanat üzerine okumak için…
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?
İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik!güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.
1 Yorum
Yazan:Filiz S Tarih: May 13, 2020 | Reply
Bu yazınızı iki kez okudum, ve ve farklı bir pencereden bakmaya başladım.
Çok güzel bir anlatım, farklı bir bakış. Ufkumu genişlettiniz. Özellikle mimarideki hatalar beni de çok rahatsız ediyor. Eski yapılardaki güzelliği arıyorum. Şehirler dev kibrit