Tarihe düşülen notlar ışığında 17 Aralık’a bakış-5.bölüm
By Rasim Kâmil on Nis 8, 2014 in AKP, CHP, Kemalizm
Yol Ayrımı: AKP İktidarı ve 17 Aralık Darbe Girişimi
2002 seçimlerinde AKP %34 CHP %19 oy almış, diğer partiler %10’luk barajı aşamayıp Meclise girememişlerdi. AKP’nin bu oy oranına ulaşmasında önceki yönetimlerin başarısızlığı kadar 28 şubat darbesine karşı oluşan tepki de rol oynamıştı. Türkiye’de 20’nin üzerinde İslami cemaat bulunmakta. Bu cemaatlerin birçoğu bu seçimlerde AKP ye oy verdiler. 17 aralık operasyonunda Gülen cemaati ismi ön plana çıktığından, önce bu cemaatle ilgili bildiklerimi paylaşacağım.
Sayın Fethullah Gülen hocaefendi 1941 Erzurum’da doğmuş, 12 yaşında hafız olmuş, 14 yaşında Erzurum’un çeşitli köylerinde vaazlar vermeye başlamış, sonra Amasya, Tokat, Erzincan, Sivas’ta vaazlar vermiş, 1959’da Edirne üç şerefeli camiye imam olarak tayin edilmiş ve Ak mescitte vaazlarına devam etmiştir. 1966’da İzmir Merkez vaizliğine atanmış, 12 Mart 1971 muhtırası ile vaazları kesintiye uğramış, 1974’te Manisa merkez vaizliğine atanmış, daha sonra Türkiye’nin birçok ilinde ve yurtdışında vaazlar vermiştir.
Benim hoca efendi ile ilk irtibatım rahmetli babam sayesinde olmuştu. Rahmetli yanına teybini alır, her Cuma Üsküdar Valide sultan Camiine gider, kaydettiği vaazı evde bize dinletirdi. Bir de bir abimizin daveti ile oturduğumuz semte gelmişti ve orada karşılaşmıştık. Ben o zamanlar aklı bir karış havada, haşarı bir gençtim. Sohbete katılmadan oradan ayrılmıştım. Hoca efendi vaazlarında peygamber aşkı ile coşuyor ve peygamber efendimizin her isminin geçtiği yerde gözleri doluyordu.
Gülen hareketi, 1979 yılında Gülen’i seven çeşitli toplum kesimlerinin ve girişimcilerin desteği ile kurulmuş bir sivil toplum hareketidir. Hareketin okul, dershane, üniversite gibi eğitim kurumları, yardımlar için dernek ve vakıfları, gazete ve televizyon gibi yayın organları, hastaneleri, finans kurumları vardır. Ayrıca dinler ve kültürler arası diyalog faaliyetleri bulunmaktadır. Yurt dışında 90’nın üzerinde ülkede 500’e yakın eğitim kurumu bulunmaktadır. Ayrıca Uluslararası Türkçe Olimpiyatları adı altında yarışmalar düzenleyip Türk Dilinin yaygınlaşmasına katkı sağlamaktadır. Hoca efendi bütün bu geniş kapsamlı faaliyetlerde hep bilge kişi olarak, kendisinden fikir alınan bir kişi konumunda olmuş, zamanla camianın iştigal alanı genişledikçe bana göre kapasitesinin üzerinde bir yük yüklenmeye başlanmıştır. Dizi film senaryoları için bile hocadan fetva istenmesi ne dediğimi anlatmaya yeter. Hoca 71 yaşında şeker ve kalp hastası, bu kadar yüklenilmemesi gerektiği kanaatindeyim. Holding patronları bile bir sürü akıl adamı ile işlerini yürütmekte. Her konunun ayrı bir uzmanı var. Gülen Hocaefendi gönül adamıdır. Maalesef işlerin genişlemesi ve çevresindekilerin zorlaması ile dünyevi şeylerle ilgilenmek zorunda kalmıştır. Bu durum maalesef kanımca hocaefendinin hayrına olmamış, diğer cemaatler ve bazı Müslüman kesim tarafından da haklı olarak eleştirilmiştir…
…
2002 seçimlerinden sonra Tayyip bey siyasi yasaklı olduğundan hükümet Abdullah Gül tarafından kuruldu. 2003’de Erdoğan Siirt’ten milletvekili seçilip meclise girdi. Abdullah Gül Başbakanlıktan istifa edip Erdoğan tarafından kurulan hükümette Dışişleri Bakanlığı ve başbakan yardımcılığı görevini üstlendi. Yine bu dönemde de derin devletin hazzetmediği Erdoğan hükümeti, Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş ve destekçileri CHP ve orduyu arkasına alarak AKP için gazete haberlerini istinat göstererek Anayasa mahkemesine kapatma davası açtırdı. Ancak Anayasa Mahkemesi halkın % 50’sinden oy alan bu partiyi kumpaslarla kapatmaya muvaffak olamadı. AKP’nin ilk yıllarında Amerika 2. Körfez harekatına karar vermiş, Amerikan askerleri Türkiye topraklarını da kullanarak Irak’a kara harekatı düzenlemek istemiş ancak bu izin Türkiye Büyük Millet Meclisinde az bir oyla reddedilmiş ve Amerika bu konuda çok hiddetlenmişti. Amerikan basınında Türkiye karalanmış, bir müddet iki ülke arasındaki ilişkiler zayıflamıştı. Ancak Körfez harekatının Türkiye’siz başarılma şansı olmadığından ilişkiler tamamen kopmamıştı. Amerika, icazet verdiği Erdoğan’ı bir şekilde cezalandırmayı aklına koymuştu. Sonra körfez harekatı başlamış, sonuçta Irak yerle bir edilmiş, Saddam devrilmiş, Irak resmen ikiye bölünmüş, Irak’ın inşasına batılı ülkeler talip olmuş ancak Irak’ın sınır komşusu olan ve inşaat sektörü oldukça gelişmiş olan Türkiye de bundan yararlanmıştı. Önceden PKK yüzünden düşman ilan ettiğimiz Celal Talabani ve Mesut Barzani Irak’ın sosyal yapısından, mezhep kavgalarından ileride düşeceği sıkıntıları görmüş ve Türkiye’ye yakınlaşmışlardı. Bu durum daha sonra Türkiye Irak arasındaki ticaret hacmini genişletmiş ve Kerkük Yumurtalık boru hattının tekrar açılması ile Türkiye enerji konusunda biraz rahatlamıştır.
Erdoğan’ın temsil ettiği siyasi çizgi Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren gerek askerden gerek bürokrasiden , gerek üniversiteden, gerekse iş adamları grubundan ve derin devletten çok çekmişti. Bunu kırmanın iki yolu vardı. Ya onların çizgisine gelmek, veya onlarla mücadele etmek. Erdoğan oldukça akıllı bir adamdır. Önce onların çizgisine dokunmuyormuş gibi yaptı, bazıları buna takiyye diyor. Ben buna siyasi taktik diyorum. Türkiye’de silahlı tek güç askerdir. Askerin bu tek güç olma durumunu ancak ikinci bir legal güç kurarak kırabilirdi. Bunun için kendi iç işleri bakanlığına bağlı polis gücünü kuvvetlendirilip oralarda kadrolaştı. MİT’den istihbarat bilgilerine ulaşan Erdoğan, seçimlerde kendisini destekleyen ve kendi ile uyumlu çalışabileceğini düşündüğü dini cemaatlerle kadrolaşmaya gitti. Bu kadrolaşmada en öne çıkan Gülen cemaati idi. Bir kısım cemaatler buna talip olmamış, bir kısmı ise yetişmiş elemanları bulunmadığı için becerememişti. Ancak Gülen cemaati kurulduğundan beri devlet kadrolarında önemli yerler kapıp ideallerini bu şekilde gerçekleştirmek istediklerinden zaten çok önceden kimliklerini gizleyerek devlet kademelerinde hak ettikleri yerleri almışlardı. Erdoğan’ın da desteği ile hemen bu kadrolara talip olup yerleştiler. Cemaat bir bakıma mason teşkilatı gibi dışarıdan kimin kim olduğu pek fazla bilinmeyen ama içeride herkesin birbirini tanıdığı bir teşkilattı. Polis teşkilatında önemli mevkiler alan cemaat mensupları hemen etrafında kendi cemaatinden oluşan kadrolar oluşturdular. Aynı şey yargı için de geçerliydi. Çünkü 2007’de yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP’nin Abdullah Gül için verdiği 357 oy sayısına rağmen CHP’nin Anayasa Mahkemesine müracaatı ile nitelikli çoğunluk olan 367 sayısına ulaşılamadığından Cumhurbaşkanı seçilememiş, Türkiye büyük bir siyasi kriz yaşamıştı. Oysa Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Cumhurbaşkanları salt çoğunlukla, yani meclis milletvekili sayısından yarısının bir fazlası ile seçilmişlerdi. Anayasa mahkemesinin bu komik kararı yıllarca tartışılmış ve hukukçularca sert bir şekilde eleştirilmiştir. Ayrıca devlet içerisinde Moğultay tarafından yerleştirilmiş bu kadrolar hep ideolojik davranmış, Devlet içerisinde çöreklenmiş ihtilalciler, Ergenokon çetesi/ derin devlet bu kadrolar tarafından kendi ideolojileri yönünde hareket ettiklerinden suçları göz ardı edilmiştir. Ayrıca AKP iktidarının ilk yıllarında Danıştay saldırısı yapılmış, bir yargıç öldürülmüş suç yine ‘İslamcılara’ atılmış, ordu içerisinde ihtilal hazırlıkları başlamış; Ayışığı, Yakamoz, Balyoz gibi darbe hazırlıkları yapılmıştır.
Çare hukukun düzeltilmesiydi . Bunun için Anayasa’da ve kanunlarda değişiklikler yapılmıştı. Cumhurbaşkanlarının halk tarafından seçilmesi karara bağlandı. Sayın Gülen Anayasa referandumunda AKP’nin yanında yer almış ve Ablalar ev ev gezerek propaganda yapmışlardı. Sonuçta AKP, Devleti yönetebilmek için Yargıda Kemikleşmiş kadroların kırılabilmesi için çeşitli kadrolaşmanın önünü açacak kanunlar çıkarmış ve yine kadrolarının çoğunu bir bakıma koalisyon ortağı olan Gülen cemaati ile doldurmuştur.
Cemaat zaten yıllardır Eğitim kurumları içersinde hayırlı işler yapmış, hatta cüz’i ücretler karşılığında çalışmışlar ve yıllardır milli eğitimin çeşitli kadrolarda bulunmuşlardı. Ayrıca askeri kadrolara da büyük bir gizlilik içerisinde yerleşmiş, zaman içerisinde rütbeleri büyüdükçe etkinlikleri de artmıştı. Şükürler olsun az bir kadro ile bile olsa askeriyenin kalıplaşmış bağnaz ideolojik yapısı biraz olsun kırılmıştır. Finans sektöründe faizci kapitalist yapıyı diğer İslami finans kurumları ile beraber değiştirmiş, haramdan korkan İslami kesime paranın çalıştırılarak getirdiği geliri yatırdığı para oranında değerlendirme sistemini getirmiş, bu diğer bankaların işine gelmemiş ve ihtilallerde yeşil sermaye diye yaftaladıkları bu tür oluşumları ortadan kaldırmaya çalışmışlardır.
AKP, halktan aldığı destekle kalkınma hamlesi başlatmış, kişi başına düşen milli gelir artmış, İstihdam artmış, enflasyon tek rakamlı hanelere gelmiş, Avrupa müktesebatı çerçevesinde insan haklarında düzenlemeler yapılmıştı. Duble yollar, hızlı tren, Marmaray gibi bir zamanlar hayal bile etmediğimiz icraatlar yapılmış, Türkiye kendi tankını, kendi uçağını yapabilir hale gelmiş; Rusya, Azerbaycan, İran, Irak petrol ve doğalgazı boru hatları ile Türkiye üzerinden Avrupa ülkelerine taşınmaya başlamış, Türkiye bir enerji dağıtım koridoru haline gelmişti. Bu durum ekonomiyi de oldukça rahatlattı. Turizme ağırlık verilmiş, yeni tesisler açılmış, Hava yolu Taşımacılığı geliştirilmiş, uçak bileti fiyatları neredeyse otobüs fiyatına inmiştir. Yıllardır uçağa binememiş orta kesim ve alt kesim uçakla tanıştılar. Kış turizmi, sağlık turizmi ve inanç turizmine ağırlık verildi. Türkiye’de turizm büyük bir ivme yakaladı. Dindar kesim özgürlükler açısından nefes aldı, başörtüsü bazı kamu kurumları dışında serbest hale geldi. İslami sermayenin önü açıldı, Anadolu kaplanlarına devlet desteği verildi ve sanayileşmesi sağlandı. Bankalar çıkarılan kanunlarla güvenli hale getirildi, TOKİ vasıtası ile Kentsel dönüşüme başlandı. Kürtler için Anadilde eğitim imkanı sağlandı. Faşist zihniyetin kuyruklu Kürt diye alay ettiği Kürtler tekrar birinci sınıf vatandaşlığına getirildi. Bölge ayrımı yapılmaksızın her bölgede hızlı bir kalkınma sağlandı. Memurlara sendikal haklar verildi. Devletin memurdan borç aldığı zorunlu tasarruflar ve konut edindirme yardımları geri ödendi. AKP iktidarına kadar hiçbir iktidar buna cesaret edememişti. Ben de bir memur olarak bunları geri aldım ve bu konuda AKP’ye müteşekkirim. Türk ekonomisi bu dönemde sağlam ayaklar üzerine oturmuş ve Amerika’da Avrupa’da ekonomik krizler yaşandığı halde Türkiye’de kriz, Erdoğan’ın deyimi ile ‘teğet geçmiştir’. Bana göre 17 aralık operasyonunun sebeplerinden birisi de bu istikrarın bazılarını rahatsız etmesidir.
AKP’nin en önemli hamlelerinden biri de sağlıkta olmuştur. Bağkur, SSK ve Emekli sandığı tek çatı altında toplanmış, Sosyal Güvenlik Kurumu oluşturulmuş, Sağlık reformu yapılmış, hastalar istedikleri hastanelere günlerce sıra beklemeden gidebilmişlerdir. Aile hekimliği sistemi getirilmiş ve halk istediği doktoru seçebilmiştir. AKP’nin %50 oyunun bir sırrı da bu rahatlamadır. Eşim sadece bu yüzden AKP taraftarı olmuştur. AKP bilgisayar ve internet ağlarını genişletmiş, fiber kablo ve 3G teknolojisi bu dönemde gelmiş ve bugün Gezi protestolarını gerçekleştiren gençlik, AKP sayesinde bu ortamı elde etmiştir. Devletin büyüme hızı artmış, borçlanma faizleri düşmüş, dış ticaret artmış, dünyanın her köşesinde Türk işadamlarının yatırımları sağlanmıştır. Dış dünyada, Türki cumhuriyetler ve İslami ülkeler başta olmak üzere Türkiye’nin itibarı yükseltilmiştir. Bu icraatlar yapılanların sadece küçük bir bölümüdür. Bütün bunlar, sömürgeci ülkeler bakımından tehlike ve tehdit olarak görülmeye başlanmıştır. 17 Aralık operasyonunu bunlarla bağlantılı olduğunu görmek bir komplo teorisi değil, dünyada olup bitenleri azıcık düşünebilen birinin geleceği kaçınılmaz sonuçtur.
AKP sütten çıkmış ak kaşık değildir. Bu dönemde de birçok hak ve özgürlüklere dair adımlar atılmış olmasına rağmen dağa çıkışlar önlenememiş, Uludere’de 35 kişi PKK’lı sanılarak öldürülmüş, Muhsin Yazıcı gibi önemli bir devlet adamı şüpheli bir şekilde ölmüş, cinayet henüz aydınlatılamamıştır. Sonraları PKK meselesinin çözümü için MİT’le İmralı arasında görüşmeler başlamıştır. 17 aralık operasyonun en önemli nedenlerden birinin de çözüm süreci olduğunu düşünüyorum.
Erdoğan, kadrolarını sağlamlaştırdıktan sonra ilk iş olarak Refah partisi döneminden beri bir türlü baş edemediği devlet bürokrasisi ve ordu içerisine çöreklenmiş derin devleti yok etmek istedi. Bunun için önce polis istihbaratının teknik donanımını kuvvetlendirdi. Sonra peş peşe Ergenekon, Ayışığı, Yakamoz, Balyoz davaları açıldı. Bu davalarda savcı ZEKERİYA ÖZ ön plana çıktı. Hatta İtalya’da gladyo’yu deviren İtalyan savcıya benzetildi. Yasal dinlemeler ve ele geçirilen delillerle birçok asker ve sivil yargılandı, hatta bir kısmı ömür boyu mahkum edildi. KCK yapılanması için de benzer mahkumiyetler gerçekleşti. Ancak 2013’de insan hakları çerçevesinde tutukluluk sürelerinin 10 yıldan 5 yıla indirilmesi ile önce eski Genel kurmay Başkanı İlker Başbuğ, sonra diğer mahkumlar anayasal haklarının ihlal edildiği gerekçesi ile Anayasa mahkemesine başvurmuş ve mahkemenin bu başvuruyu haklı görmesi ile hem Ergenekon’dan, hem KCK’dan, hem de zirve yayınevi ve Hrant Dink davasından yargılanan pek çok mahkum tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmışlardır. Bu, AKP’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruları azaltmak ve daha adil bir yargılamanın sağlanması için Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru imkanını sağlayan kanun değişikliği sayesinde olmuştur. Şimdi anlıyoruz ki bu dinlemeleri yapanlar, daha sonra devletin kriptolu telefonlarını bile yasadışı olarak dinleyip, yüzbinlerce kişiyi terör örgütü bahanesiyle fişleyemişler. Savcılar, hakimler ve Emniyet güçleri gruplaşmış, savcı sonuç alabileceği hakimi, kendi istediği doğrultuda hareket edecek emniyet gücünü belirleyerek sonuç elde etmeğe başlamış, bu da hukuk dışı sonuçlar doğurmuştur.
.
… E-kitap okumak için…
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmiş hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
- Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
- Yine Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.
Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)
Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi? Buradan indirebilirsiniz.
Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?
İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik! güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.