Tarihe düşülen notlar ışığında 17 Aralık’a bakış-7.bölüm
By Rasim Kâmil on Nis 15, 2014 in AKP, darbe, Demokrasi, FETÖ ve Gülenistler
Neo-Kemalizm ve Cemaatçi Hizmet Partisi
17 aralık Cumhuriyet savcısı Cemal Kara’nın 2012’de alınan bir ihbarla başlayan soruşturma sonucunda savcılığın talimatı ile ilgili mahkemenin arama kararları ile İstanbul Emniyet Müdürlüğü mali şubenin, aralarında 4 bakan, 3 bakan çocuğu, iş adamları, bürokratlar, kamu görevlileri ve bir banka müdürünün bulunduğu görevi kötüye kullanma, rüşvet, ihaleye fesat karıştırma iddiası ile yapılan operasyonudur.
Operasyonun tam da seçim arifesinde yapılması üç farklı kalemde yürütülen operasyonun bir günde açılması, AKP’nin Gülen cemaati ile dershaneler konusundaki anlaşmazlıkları, soruşturmayı yürüten savcı, hakim, emniyet güçlerinin Gülen cemaatine mensup olan kişilerden olması, cemaati destekleyen medya gruplarının meseleye dört elle sarılıp toplumu bu yönde yönlendirmeleri, soruşturmanın cemaatin bir operasyonu olduğu kanısını doğurmuştur. Operasyonun Türk ekonomisine verdiği zarar ve operasyonun Amerika’dan yönlendirilen tape ve video görüntüleri ile desteklenmesi de dış kaynaklı olduğu imajını doğurmuştur. Yıllardır Gülen cemaatine güvenmiş, onun yardım kurumlarına bağışta bulunmuş, kurbanlarını cemaate kestirmiş, medyasını takdirle izlemiş benim gibi AKP’ye oy veren seçmende şok etkisi yaratmıştır.
25 Aralık’ta Savcı Muammer Akkaş’ın Adliye önünde bildiri dağıtması ve “emniyet emirlerimi dinlemiyor” tarzındaki şikayeti, suç olan bir eylemi yaptıracak kadar savcıyı yönlendirenin bir dış talimat olduğu algısı oluşturmuştur. 25 Aralık soruşturmasının ikinci aşaması çok daha kapsamlı, devletin bütün büyük projelerini yürüten iş adamlarının tamamını içine alan, çok daha ağır ve sonuçları ekonomiye çok büyük zararlar verecek bir soruşturmaydı. Soruşturma çok büyük bir gizlilik içerisinde yürütülmüş, soruşturmayı yürüten savcı ve emniyet mensupları amirlerine dahi bilgi vermemişler, Devletin ruhu duymamış, ya herkese kuşku duyulduğundan ya da gerçekten bir darbe planlandığından mesele çok gizli yürütülmüştür. Ne yapılsaydı yani, yolsuzluklara göz mü yumulsaydı? Şeklinde bir cevap verilebilir. Hayır, ama yöntem bu olmamalıydı. Şöyle olabilirdi mesela:
1- İhbarı alıp yolsuzluğu takip edip suçluları bulduğunda, üst mevkide birilerini dahi ilgilendiriyor olsa konu amire iletilip, daha üst mevkilere hatta başbakana ulaştırılabilirdi. İktidarı yakalamasının bir sebebi de önceki hükümetlerin yolsuzlukları olan ve yolsuzluklar ve rüşvet konusunda ülkenin karnesini büyük oranda düzeltmeyi başaran başbakan herhalde bu iddiaları da dikkate alıp gerekli müdahaleyi yapacaktı.
2- Ekonomik açıdan ülkeye büyük bir zarar veren bu soruşturmalar, 2.5 yıl bekletildikten sonra alelacele ve panikle, seçimlere az bir zaman kala, birçok kişiyi ve Türkiye Cumhuriyet Başbakanını itibarsızlaştırma amacı gütmeden profesyonel bir şekilde yürütülemez miydi? Mevzu bahis Erdoğan değil, bir devletin başbakanı olduğundan, onun itibarını zedelemek ve binbir tezviratla yurt dışındaki mercilere şikayet etmek, vatanını seven birinin asla yapmayacağı bir şeydir. Gülen cemaati ve ona bağlı Yazarlar vakfı, meselelerin cemaatle alakalı olmadığını söylüyorlar ama sosyal medyada Erdoğan aleyhtarı yayınlanan her türlü ses kaydını, video görüntüsünü, tapeleri yayın organlarında büyük bir zevkle, iştahla ve ısrarla yayınlıyorlar ve savunuyorlar. Bana göre doğruyu söylemiyorlar. Seçim arefesinde ortamı iyice germenin ülkeye hiçbir yararı olduğunu sanmıyorum. Bütün bu zararlarda 70 milyonun kul hakkı vardır. Kul hakkını Allah affetmez. Kim buna sebep oluyorsa mahşerde bunun hesabını çok acı ödeyecektir. Bunun için cemaat içerisindeki dostlarıma, yeğenlerime, evlatlarıma hep sabır telkin ettim ama maalesef o kadar bilenmişlerdi ki dinlemek dahi istemediler.
3- Şayet bu dinlemeleri yapan istihbarat elemanları, emniyet mensupları ve şahıslar gerçekten cemaat mensupları ise bilmeliler ki İslam, insanların mahremiyetine girmeyi yasaklamıştır. Bu ayrıca ahlaki de değildir. Kaldı ki dinlemelerin devletin en önemli mevkilerinde bulunan, Devlet sırlarını taşıyan siyaset ve Devlet adamlarının kullandığı kriptolu telefonlara kadar uzanması hiçbir şekilde izah edilemez. Bütün bunlar Erdoğan’ı itibarsızlaştırmak için yapılıyorsa bunun adına pireye kızıp yorganı yakmak denir ki koskoca cemaat içersinde sağduyulu, ferasetli kimseler yok mudur diye insan üzülmektedir. Hocaefendi’yi bu konuda aydınlatacak hiç mi aklı başında bir talebesi yok? Yoksa Hocaefendi’yi her konuya vakıf, hiç hatası olmayan, rüyaları ile yanlışı doğruyu idrak edecek kadar Allah’ın üstün bir kulu gibi mi görüyorlar?
Operasyon zaten gezi olaylarında yeterince sinirleri yıpranmış başbakanı iyice çileden çıkardı. Zaten
Kasımpaşalı karakteri, sözünü esirgemeyen yapısı başbakanın cemaat hakkında çok ağır ifadeler kullanmasına yol açmış ve cemaatle AKP arasındaki ipler kopmuştur. Başlangıçta Ak parti milletvekilleri ortamı yumuşatmak için çaba sarfetmişler ancak cemaat bu yumuşamaya destek olmamıştır. İlk başlarda cemaat mensuplarının attığı twitlerde AKP suçlanmamış, sadece Tayyip bey hedef alınmış, sonraları her iki tarafta da ipler iyice gerilmiş ve seçim arefesinde Türkiye’ye yazık edilmiştir. Hatta cemaatten yeğenimin facebook’tan izlediğim savrulması da ibretliktir. İlk gönderdiği paylaşımlarda dershaneleri savunmuş, sonraki paylaşımında ‘Erdoğan gitsin oyum AKP’ye demiş, son zamanlardaki paylaşımlarında ‘oyum CHP’ye’ demeye başlamış ve sonra da devamlı CHP propagandası yapmaya başlamıştır. Düne kadar CHP hakkında “camileri kapattı, başörtüsünü yasakladı, İmam hatipleri kapattı, ezanı Türkçeleştirdi…” diye paylaşımlar yaptığı CHP’yi birdenbire göklere çıkartmaya başlamış , düne kadar icraatlarını yerden göğe çıkardıkları Kadir Topbaş’ı birden bire yerin dibine batırmaya başlamış, düne kadar Şişli’de hiçbir icraat yapmadığını iddia ettikleri Sarıgül’e oy toplama sevdasına girişmeye başlamışlardır. Bu riyadır, hem dinen hem de ahlaken yanlıştır. Eğer bilerek bu yanlışa düşüyorlarsa Allah taksiratlarını affetsin.
CEMAAT VE AKP ARASINDAKİ GERGİNLİĞİN NEDENLERİ
Gülen cemaati ile AKP tabanının İslami görüş bakımından bir farkı yoktur. Olmamalıdır. Çünkü her iki topluluğun da referansı Kur’an’dır. Öyle olmalıdır. Bunun için bu kavganın başladığı tarihten itibaren hep sabrı tavsiye ettim. Birbirinizi incitmeyin, birbirinize iftira atmayın diye defalarca uyardım. Asr suresinde;
Asr’a andolsun ki İnsan hiç şüphesiz zarardadır. Ancak inanıp yararlı işler yapanlar, birbirlerine Hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç diye buyurulmasına rağmen sırf kızgınlıklarından, yani nefsleri ile hareket ettiklerinden zararı hakka tercih ediyorlar.
Neyse gelelim cemaat ve başbakanın bu çirkin kavgasına. Cemaatle başbakan arasındaki ilk ihtilaf Mavi Marmara meselesi ile başladı. İsrail Gazze üzerinde sıkı bir abluka uygulamış, oradaki Filistinlileri açlığa, yokluğa uğratıp dirençlerini kırmak için büyük bir zulüm başlatmıştı. Türkiye’de bir yardım kuruluşunun öncülüğünde çeşitli ülkelerden sağlanan yardımların oraya ulaştırılması için Mavi Marmara gemisi yola çıkarılmış ve Uluslararası sularda İsrail, Uluslararası hukuka aykırı olarak gemiye asker çıkarmış, silahsız insanları şehit etmiş, gemiye el koymuş, mürettebat ve yolcuları sorgulamaya almıştı. Sonuçta Türkiye İsrail’i Uluslararası mahkemeye vermiş ve İsrail Türkiye’ye tazminat ödemeye ve özür dilemeye mecbur kalmıştır. Erdoğan’ın bu zulümlere karşı çıkışı bütün dünyada takdir ediliyor ve Erdoğan İslam aleminde, Türki cumhuriyetlerde ve eski Osmanlı tebalarının bulunduğu ülkelerde liderleşmeye başlıyor. Bu durum İsrail’i, Amerika’yı ve AB ülkelerini rahatsız ediyor ve ekonomisi de gitgide düzelen Türkiye bir tehdit olarak görülmeye başlıyor. Bu durumun cemaati ve hocaefendiyi neden rahatsız ettiğini anlamakta gerçekten zorlanıyorum. Dünyanın dört bir yerindeki mazlum aç insanlara yardıma koşan Gülen cemaati iş Gazze olunca neden yardıma koşmamış, neden karşı çıkmıştır?
İkinci İhtilaf MİT krizi olarak karşımıza çıkıyor. Erdoğan, yıllardır Amerika’nın gizli servisi CIA ve İsrail’in gizli servisi mossad ile istihbarat alışverişi yapan MİT’i daha fazla millileştirmek için bir çaba sarfetmiş, MİT’i teknolojik yönden güçlendirmiş, CIA ve Mossad ile ilişkileri asgari düzeye indirebilmek için MİT başına çok güvendiği Fidan’ı getirmişti. Çünkü CIA ve Mossad MİT’i istedikleri gibi yönlendirip menfaatleri doğrultusunda Türkiye’de operasyonlar yapabiliyorlardı. Bu kopuş Amerika’yı ve İsrail’i çok rahatsız etti. Açıkçası hocaefendiyi neden rahatsız ettiğini anlayabilmiş değilim. Belki MİT’in bebek katili Öcalan ile görüşmeler yapması ve çözüm süreci hocaefendiyi rahatsız etmiştir diye düşünüyorum. Ancak bizzat hocaefendinin ağzından çözüm sürecine karşı değiliz beyanını duyunca iyice şaşırıp kalıyoruz. Çözüm sürecine karşı çıkış acaba sırf milli duygularımızın rencide olmasından kaynaklanan nefsi rahatsız eden, yıllarca çocuk katili diye adlandırdığımız bir katilin Devlet tarafından muhatap alınıp onunla görüşmeler yapılmasından mı kaynaklanıyor? Bunların hepsi haklı nedenler olarak görülebilir. Ancak unutulmamalı ki memleketinde ikinci sınıf vatandaş olduğunu kabullenmiş, devlet imkanlarından yeterince yararlanamadığı konusunda kendisini inandırmış veya zaman zaman devletten zulüm görmüş, sonuçta dağa çıkıp devletle silahlı mücadeleye girmiş Kürtler arasında bile azınlıkta kalmış ama batıdan aldığı destekle mücadele veren bir grup var. Gerek PKK ‘dan gerekse Türk askerinden her gün kayıplar veriliyor, askerlerimiz şehit oluyor, devlet bu mücadelede maddi ve manevi zarara uğratılıyorken bu durum daha ne kadar devam edebilirdi? Bunun için de bir çözüm sürecine ihtiyaç vardı. Her ne kadar bazı demokratik çözümler için hukuki düzenlemeler yapıldı ise de tam ve hızlı bir sonuç alınamamış ve bu cenazelerin gelmesini önlemek için kilit isim olan Öcalan’la görüşmeler MİT kanalı ile başlatılmıştır. Tek bir gencimizin ölüm haberini duymaktansa bin defa bebek katili ile müzakereyi yeğlerim .
Üçüncü ihtilaf İran ve Suriye olan ilişkilerle ilgili anlaşmazlıklardır. Türkiye bütün komşuları ile ilgili iyi ilişkiler kurmayı AKP hükümetleri zamanında şiar edinmiş ve bunu uygulamaya koymuştur. Türkiye’nin sadece dış politikası ile ilgili olmayıp aynı zamanda ekonomik gelişmesi için de gerekli olan buydu. İran nükleer enerji politikaları sebebiyle ve zaten ABD’de İsrail lobisinin etkisiyle İran düşman ilan edildiğinden İran’a ambargo konulmuştu. İran’dan petrol ve doğalgaz alan Türkiye bu durumdan hiç de memnun değildi. Türkiye İran ,Irak , Azerbaycan ve Rusya’dan aldığı petrol ve doğalgazı ülke içinde kullandığı gibi yurtdışına da ulaştırıyordu. Bunun için Türkiye, ambargoyu delmek adına ulusla arası hukuka uygun bir uygulama ile İran’la ticari ilişkilerini devam ettirdi. İşlemin nasıl işlediğini tam olarak bilemiyorum ama anladığım kadarı ile İranlı bir iş adamı olan Reza Zarrap yoluyla İran petrolü Türkiye’ye pazarlanıyor ve gelen petrolün ücreti de altın olarak uçaklarla İran’a iletiliyordu. Bu işlemlerde Halk Bankası önemli rol oynuyordu. ABD’nin Arap baharı projesini uyguladığı ülkelerin önceden hesaplarını dondurması Arap Ülkelerinde ABD’ye karşı kuşkuyu arttırmış ve büyük bir Arap sermayesi Halk Bankasına yönelmeye başlamıştı . Banka artık uluslararası güvenilirliği olan bir banka haline gelmişti. Bu durum ABD ve İsrail’i çok rahatsız etmiş ve Türkiye ayağını denk alması için uyarılmıştı. 17 aralık operasyonunun Halk Bankasına yönelmesinin en önemli sebeplerinden biri budur. Tabii bir de muta nikahı meselesi var. Muta nikahı aile yapısında derin yaralar açmış ve hile ile erkekleri zinaya kılıf uydurmaya yönelten bir sebep olmuştur. Ancak yeni bir konu değildir. Kendimi bildim bileli vardır ve bunun adı açıkça zinadır. Bu eğer İran’dan ihraç edilmişse kabahati İran’da değil, Müslümanlara İslam’ı doğru anlatamamakta aramak gerekir. Halbuki ondan daha yaygın olan uygulama, adına ‘birliktelik’ denilen, nikahsız ilişki şeklidir ki, bu gerek medya tarafından gerekse sinema filmleri kanalı ile Batı kültüründen ihraç edilmiş bir kirliliktir. Vaazlarında hoca efendi bu konuya değinmesine rağmen, muta nikahı konusunda İran’a gösterdiği dili batıya karşı kullanamamıştır. Belli ki batı ile ilişkilerin kesilmesini istememiştir. ABD ve İsrail’in bu tutumunu anlıyorum ama cemaatin bu kadar İran karşıtı olmasını anlayamıyorum. İran İslam Cumhuriyeti acaba neden İsrail’den daha öncelikli düşman olarak görülüyor çözmekte zorlanıyorum . Hocaefendinin 28 şubattan önce yaptığı bütün vaazlarında gözyaşlarıyla İsrail’in Filistinde uyguladığı zulümler anlatılırken, dinler arası diyalog sürecinden sonra aynı zulmü arttırarak yapmaya devam eden İsrail hiç ağıza alınmamış, adeta görmezden gelinmiştir. İran Şia’dır ama bizim din kardeşimizdir. Yani aynı Allah’a, aynı Peygamber’e inanıyoruz. Anlaşılıyor ki hocaefendinin bir de mezhepler arası diyalog başlatması gerekiyor.
Gelelim Suriye meselesine… Suriye ta baba Esed döneminden beri Hatay meselesinden dolayı devamlı Türkiye’nin düşmanı olmuş, aynen Yunanistan gibi Türkiye aleyhine eline geçen bütün fırsatları kullanmıştır. Hatta Öcalan’ın ve PKK’nın yataklığını yapmıştır. Buna rağmen Erdoğan gerek Suriye, gerekse Yunanistan’la iyi ilişkiler kurmuş, Beşer Esed ile karşılıklı ziyaretlerde bulunmuşlardır. Arap baharı başladığında olaylar Suriye’ye de yayılmış, Erdoğan Esed’e bir an önce demokratik açılımların yapılmasını tavsiye etmiş; ancak Esed hiçbir iyileştirme yapmazken muhalif güçlere çok sert cevap vermiş, yüzbinlerce insanı, çoluk çocuk demeden katletmiş, milyonlarca Suriyeli ise ülkelerini terk etmiştir. Bu insanların 600 bini aşkın kısmı Türkiye’de bulunmaktadır. Türkiye bu kadar büyük bir göç kendi ekonomisini de etkilemesine rağmen, insani amaçlarla kabul etmiş ve bu insanlara kucak açmıştır. Cemaat her nedense dünyanın ta öbür ucuna yardımlarını götürürken, Suriye’ye yardım konusunda geri planda kalmıştır. Suriye politikasında cemaatin tepkisini anlayamıyorum. Aslında hocaefendinin devlet yönetimine, dünyevi meselelere karışmasını da çok çok sakıncalı buluyorum. Bütün bunlar bende, ruhumda dayanılmaz sıkıntılar veriyor ve cemaatin çok yakından tanıdığım ihlaslı, inançlı mensuplarını tenzih ederek söylüyorum: Şimdiye kadar pek çok sefer aldatıldığım halde hiçbir zaman kendimi bu kadar aldatılmış hissetmedim. Yanlış düşünüyorsam Allah affetsin. Ama haklı isem Allah cemaatin bütün bunlara sebebiyet veren mensuplarına hidayet versin affetsin.
Gülen cemaati bu konulara nasıl bulaştı?
Bana göre 17 aralık operasyonu dış güçlerin, özellikle İsrail’in önceden kendisini rahat yönetebileceğini sandıkları Erdoğan’ın icraatlarıyla onları hayal kırıklığına uğratması sonucu başlatılan çok önceden düşünülmüş, planlanmış ve uygulamaya konulmuş bir operasyondur. Bu operasyonlar öyle anlaşılıyor ki başarılı oluncaya kadar devam edecektir. Bu yerel seçimler operasyonu yapanlar açısından bir referandum olacak, şayet Erdoğan oylarını muhafaza ederse büyük ihtimalle operasyondan vazgeçecekler, yok eğer oylarda belli bir düşüş olursa operasyonlar Türkiye Mısır ,Libya,Suriye ,Ukrayna gibi olucaya kadar devam edecektir.
17 Aralık operasyonu başladığında Başbakan, sanırım aldığı istihbarat doğrultusunda, operasyonun paralel devlet, neo-Ergenekon tarafından başlatıldığını belirtmiş ve operasyona çok sert tepki vermiştir. Paralel devlet, devlet içerisinde odaklanmış yetki sahibi bürokratların ,devlet memurlarının bu yetkilerini kullanarak devlet aygıtını ellerine geçirip devleti kendi istedikleri şekilde yönetmeleri anlamını taşır. Başbakana göre operasyonu başlatan kadrolar Gülen cemaatine bağlı polis,savcı ve hakimler olup, amirlerinden değil, emri sayın Gülen’den alan kadrolardır. Bu iddialara Gülen cemaatinden ve operasyonu yürüten şahıslardan kesin yalanlamalar gelmemiş, sadece Gazeteciler ve Yazarlar vakfı ne tam yalanlar, ne tam doğrular şekilde açıklamalar yapmışlardır. İşte tam bu sırada medyada cemaatin dua dediği, bizim gibi Müslümanların da beddua dedikleri sayın Gülen’in görüntüleri yayınlanmış ve en azından cemaatin bu meselede bir taraf olduğu ortaya çıkmıştır.
25 Aralık’ta olaya Erdoğan’ın oğlunun ve devletten önemli ihaleler alan iş adamlarının dahil edilmesi meseleyi daha da derinleştirmiştir. Sonra Erdoğan ve oğlunun ses kayıtlarının internete düşmesi peşpeşe bir operasyon olduğu duygusunu pekiştirmiş, bilgisayarla haşir neşir olan AKP gençliği kayıtların montaj olduğunu fikrini benimsemiştir. Ben bile basit programlarla hem görüntüleri, hem sesleri istediğim gibi düzenleyebiliyorum. Bu durum profesyonellerin elinde çok daha inandırıcı olabiliyor. Bu yüzden bunun montaj bir kaset olduğu kanısındayım. Başbakanın dikkat et dinleniyor olabiliriz demesi gibi saçmalıklar, kayıttaki tuhaf sesler, konuşmanın seyrindeki kopukluklar bu kanıyı güçlendiriyor.
Yıllarca derin devlet tarafından zulme uğramış, belli devlet kurumlarına alınmamış, bu kadrolara girebilmek için kimliğini gizlemiş, okullarda başörtüsü yüzünden okuyamamış, hatta başörtüsünü füruattan sayıp başını açmış veya başörtüsü yerine peruk takarak girebilmiş olan cemaat mensupları AKP döneminde hemen hemen bütün sıkıntılarından kurtulmuş ve devlette önemli yerlere getirilmişlerdir. Hatta AKP’nin ilk iktidar döneminde neredeyse bir koalisyon gibi çalışmışlardır. Acaba ne oldu da bu ortaklık bozuldu? Aklım hafsalam gerçekten almıyor. Yüzeysel olarak düşünürsek dersane meselesi , devlet dairelerinde daha önemli mevkiler alamama meselesi, devlet kadrolarında elde ettikleri bazı kadroları kaybetme kuşkusu gibi dünyevi meseleler sayılabilir. İhlasla Allah ve peygamber sevgisi ile yoğrulmuş Hocaefendi ve cemaatinin böyle dünyevi meselelere bu kadar sıkı sarılmalarını da anlamış değilim. Cemaatin iştigal alanlarını genişletip, finans, iş dünyası gibi konulara da el atması belki de o halisen muhlisen Allah rızası ile çalışan ve çarpan kalplerde kirlenmelere yol açmış olabilir. Yanlış düşünüyorsam Allah affetsin.
.
… E-kitap okumak için…
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmiş hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
Tiryandafilya, Güneşe “ya doğ, ya da ben doğacağım” diyen güzel!
“… Senden önceki hiçbir kadın tarafımdan böyle sigaya çekilmedi Tiryandafilya. Sen benim tüm aşklarımın raporusun, tüm aşklarımın hülasası, ana fikrisin Tiryandafilya. Senden öncekiler ya masadan kaçtı ya da onları masadan ben kovdum. Şimdi benim tüm bu kaybolan yıllarımın hesabını vermek de sana kaldı. Sevdiğin başka bir erkek olmasına rağmen bu yola girmen için de seni zerre kadar zorlamadım, bunu da biliyorsun Tiryandafilya. Duvarımın arkasına dolanman için sana elimden gelen tüm kolaylığı gösterdim. Bu asla senin marifetin, el çabukluğun, kahredici, tahrik edici, tahkir ve de tezyif edici dişiliğinle olmadı. Senden önce gidip, tüm kapıların kilidini senin için açan irade bendim. Orada beni çırılçıplak gördüysen benim sayemdedir. Şimdi dürüstçe oynayalım o zaman. Ama unutma Tiryandafilya; ihanet ilgi çekse de hain sevilmez…”
Efraim K‘nın kitabını buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
Hamza Yusuf ile İslâm’ı anlamak
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai tarafından yapılan iki tercümeyi içeriyor:
- Zaytuna Institute’den Hamza Yusuf Hanson’ın 2010 yılı Mayıs’ında Oxford üniversitesinde yaptığı İslâm’da reformkonulu konferans,
- Yine Hamza Yusuf Hanson’ın Dr.Murata ve Prof.Chittick’in İslam’ın vizyonu isimli eseri üzerine yaptığı konuşma (Bahsedilen kitap, Türkçe’ye de çevrilmiştir.)
Hamza Yusuf Hanson 1960 yılında Amerika’nın Washington Eyaletinde dünyaya geldi; Kuzey California’da büyüdü. 1977 yılında müslüman olduktan sonra on yıl boyunca İslâm coğrafyasında Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, Kuzey ve Batı Afrika gibi bölgeleri gezdi. Farklı ülkelerde iyi büyük alimlerden icazet aldı. Hamza Yusuf bu seyahatten sonra ülkesine dönerek Dinler Tarihi ve Sağlık Hizmetleri alanlarında diploma aldı. Dünyanın dört bir tarafında İslâm hakkında konferanslar veren Zaytuna Enstitüsü’nü kurdu. Batıya İslâm’ı sunan, İslâmî ilimlerin ve geleneksel metodlarla eğitimin yeniden canlanmasını amaçlayan Enstitü, dünya çapında üne sahiptir. Shaykh Hamza Yusuf, Fas’ın en prestijli ve en eski Üniversitelerinden birisi olan Karaouine’de ders veren ilk Amerikalı öğretim görevlisi olmuştur. Bunların yanısıra, klasik haline gelmiş geleneksel bazı Arapça metinleri ve şiirleri modern ingilizceye tercüme etmiştir. Halen eşi ve beş çocuğuyla birlikte Kuzey California’da yaşamakta. Buradan indirebilirsiniz.
Bilim ve teknoloji alanında buluşumuz pek yok ama gün geçmiyor ki din konusunda yeni bir icat çıkmasın. Televizyon karşısında merakla “acaba bugün neler caiz ilan edilecek, neler haram edilecek?” diye merakla bekliyoruz. Bektaşi’ye sormuşlar: “İslam’ın şartı kaçtır?” diye, “Birdir!” demiş. “Hac ve zekatı siz kaldırdınız, oruçla namazı biz kaldırdık, geriye kelime-i şahadet kaldı”. Ben kelime-i şahadetten de emin değilim, her an bir profesör çıkıp “böyle bir şey yoktur, imanın şehadeti mi olur?” diye ortaya çıkabilir. […] İlahiyat profesörlerinin bir büyük zararı da bu oldu. Din’in siyaset gibi, futbol gibi, tartışılacak, insanın bilgisinin olmasa da fikrinin olabileceği bir alan olduğu tevehhümü oluşturdular. Her şeyin kutsallığını bozdular. Artık bacak bacak üstüne atıp çiğ ağzımızla Allah, peygamber ne demek istemiş “muhakeme” yapıyoruz hiç ar duymadan, hepimiz birer küçük şeyhülislam, birer fetva emini… hangi hadis uydurma, hangisi sahih şıp diye gözünden anlayıp ayetleri engin din bilgimizle şerh ediyoruz. Şu muhakemelerin bolluğundan da dini yaşamaya bir türlü sıra gelmiyor. Halbuki bir güzel insanın dediği gibi: “Din öğrenmekle yaşanmaz, yaşandıkça öğrenilir”.
Elinizdeki bu kitap Ekrem Senai’nin kaleme aldığı yazılardan ve tercüme ettiği makalelerden oluşuyor: Hamza Yusuf, Noah Feldman, Charles Townes, Marc Levine ve Karen Armstrong ile İslâm, Hayat ve Bilim üzerine… Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 27 Ekim 2013)
Bankacılarına söz geçiremeyen batı ülkeleri tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler. Zira bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor: Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler? “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar? Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi? Buradan indirebilirsiniz.
Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?
İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik! güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar. Buradan indirebilirsiniz.
2 Yorum
Yazan:a Tarih: Nis 16, 2014 | Reply
tam bi yıkanmış beyinsiniz . ne mutlu insanımm diyene demişsiniz ama maalesef insan olmanın getirdiği tarafsız-adil bakış açısını yakalayamamışsınız. hükümeti itinayla koruyor asla dokundurmuyorsunuz. karşı tarafa eleştirel bakarken biraz da kendinize öyle bakabilseniz. biraz tarafsızlık, biraz eleştiri çok mu zor?
Yazan:Ekrem Senai Tarih: Nis 17, 2014 | Reply
Cemil Meriç’in sözüyle karşılık vereyim: Objektif namussuzluktur.
Bütün bu olup biteni görmezden gelip hiçbir şey olmamış/ olmuyormuş gibi menfaat uğruna ortada gibi gözükenler asıl en büyük sahtekarlardır.