Olimpos dağının çocukları
By İbrahim Becer on May 24, 2014 in Kemalizm, şiddet, Türk Solu, Ulus-Devlet, Ulusalcılık
Beni şiir yazmaktan soğutan Faruk Nafiz’se, verimli bir yazar olmaktan alıkoyan da Cemil Meriç olmuştur. Biri nazımda, diğeri nesirde kendi insanını o kadar güzel tasvir etmiştir, köşeleri o derece mükemmel tutmuştur ki haleflerine dirhem söz hakkı tanımamışlardır.
‘Olimpos dağının çocukları, Hira Dağının evlatlarını asla kabul etmeyecektir’ diyor Cemil Meriç. Bu sözü kendisine ettiren saiki merak ettim etmesine ama gecenin bu vaktinde araştırmayı da gözüm yemedi. Jurnal serisinde olduğunu sanmıyorum, belki ‘Umrandan Uygarlığa’ ya da ‘Bu Ülke’ olabilir. Bu cümleyi belki eli kalem tutan herkes yapabilir ama böyle bir öngörüye sahip olduğunuz için adınız Cemil Meriç oluyor demek ki.
Bizim gençliğimiz büyük oranda Hira Dağı eteklerinde Olimpos Dağı çocuklarına şirin görünmekle geçti. Onlar o zamanlar gezi zekalı değildi ama bugün daha iyi idrak edebiliyorum ki başta ben olmak üzere çoğumuz geri zekalıymışız. Uzlaşacağımız konusunda’ en ufak bir tereddütü olmayan biz mücahit adayları, bıkmadan usanmadan İbn Haldun’dan girer, Ali Bulaç’tan çıkar ve o günkü muhataplarımız, bugünkü muarızlarımıza laf anlatmaya çalışırdık. Muhataplarımızın takıldığı noktalar da yaşadığımız günlerdeki kadar salakça olmasa da istikbali müjdeler nitelikte naif, ilkel konulardı: ‘Halk otobüslerine kadınlar da binebilecek mi, mini etekli kızların bacaklarına kezzap atacak mısınız’ falan gibi bir sürü saçma sapan konularda çekincelerini sunarlar, biz de dilimiz döndüğünce cevap verirdik.
Bizim cenahta o zamanlar sırf bu yüzden entelektüel alanda kopmalar yaşandı. Muhataplarımızın seviyesinin bu derece dipte olduğunu gören bazı arkadaşlar okuma işini askıya aldı. Öyle ya, elinde delil olarak göstereceği en ufak bir emare olmayan, kafasındaki sorular da bir delinin not defterinden aşırılmış kırık dökük kelime topaklarından oluşmuş bir cühela yığını için değer miydi Sadık Albayrak’ı, Akif’i, Necip Fazıl’ı şehadete çağırmaya. Biz her ne kadar kıraata devam etsek de zaman bu arkadaşları haklı çıkardı. Gelenin, gidenin ruhuna rahmet okutacak kadar sığ, basiretsiz olduğunu görmek için bugünün gezi zekalılarını tanımamız gerekiyormuş.
Ben gençliğimde eski tayfa için sığ diyordum ama onlar çağdaşlarının yanında ummanmış umman.
Son maden faciası bazı şeyleri nazarımda daha bir berraklaştırdı. Meselem, birtakım hataların üzerini örterek eyyamcılık yapma meselesi değil. Soma’daki 301 işçinin ölümünde siyasi iktidarın vebali elbette ki var. Olimpos Dağı’nın çocukları olup da bu memleket için tek bir çivi çakmamak yerine, Hira Dağı’nın evlatları olup da ‘Dicle kenarında kuzuyu kurt kapsa vebali benden sorulur’ diyen Halife Ömer’in ayak izlerini takip ettikleri için bir anlamda kendilerini en baştan bağladılar. Tıpkı otuz yıldan bu yana Güneydoğudan oluk oluk akan el kanıyla ziyafet çeken aç köpeklerin rızıklarını kestiklerinde maruz kaldıkları ‘vatan haini’ muamelesi gibi.
Aslında, her ne kadar kendilerine karmaşık insanlar görüntüsü verseler de sıradan, çok basit bir tarihleri var. Tüm bu barbarlıkları, yakıp yıkmaları, bu ülkenin tarihinde hiçbir zaman hüsnü kabul görmemekten kaynaklanan bir rahatsızlığın, barbarlıkla aşılmaya çalışılmasından başka bir şey değil. Yaşam koşulları olarak atalarından tek farkları, Romalılar atalarını duvarın ötesinde tutmuşlardı, bunlar şehirlerde yaşıyorlar.
‘Bölünmek’ dendiğinde her daim Güneydoğuyu anladı bu millet. Oysa ki Güneydoğunun meselesi biraz da ‘rahat bırakın, kafamı dinleyim’ meselesiydi. Oralardan kanla karışık cesetler gelmemeye başlayınca bu işin edebiyatını yapan tayfada işsiz kalmıştı. Tek kalemde ‘sol’ diye yazılan, büyük oranda ne kadar hayta varsa memlekette çatısı altında toplayan bir yapı vardı bu memlekette en başından beri. Demokrasiyle iktidara gelmek, halkın teveccühünü kazanmak gibi bir ülküleri olmadığı gibi, bunu başarabilecek kalitelerinin olmadığının da son zamanlarda farkına vardılar. Yeryüzünde boş bir kibirle yürüdüler, halk için yola çıktılar ama aynı halkın başına bela oldular. İktidar değillerdi ama bürokrasi sayesinde her daim muktedir olabildiler. Hayatlarında ne bir işçinin elini sıkmıştırlar ne de bir işçiyle tarlada pamuk çapalamıştırlar ama solcu olabilmiştirler. Solcu olabilmenin ilk şartının halay başı olup 1 Mayıslarda Taksimde Lorke Lorke eşliğinde aynı fasit dairede dönmek olduğunu sanmışlardır. Onların beyinlerinde akut olarak başlayan bu ‘fasit dairede dönme eğilimi’, zaman içerisinde yerini kronik bir duruma terkedecekti ki halen konuya yabancıydılar.
Şark tipi Solcudan şark tipi kurnaz çıkardı ki bunu ispatlamakta gecikmediler: Kemalizmle tanıştılar. O Kemalizm ki Nazımları, Sabahattin Alileri, Deniz Gezmişleri tezgahından geçirmişti ama ne gam. Eldeki malını tezgahta çürüten müflis bir esnafın son çaresi biraz sağlamları öne koyup, bozukları da arada kakalamak değil midir en nihayetinde. Onlarda öyle yaptılar zaten; havaalanından spor kompleksine, mahallesinden okuluna kadar herşeyi olan Kemalizmin arkasına sığındılar ve bölücülük, halkın değerlerine saygısızlık, kibir, ötekileştirme gibi ne kadar çürük çarık malları varsa aradan topluma sokuşturdular.
Ama zaman onların aleyhlerine çalışıyordu. Olimpos Dağının Çocukları için tehlike çanları ikibinlerin başlarında kulakları sağır edecek derecede çalmaya başlamıştı. Hira Dağından bir adem evladı kapıya dayanmış ve kırmaya azmetmişti. Olimposlular ellerinden geleni ardına koymadılar. Her gelenden rüştünü ispat etmesini isteyen bu hergelelere kafa tutan Hiralı, bürokrasi adına ne varsa teker teker ayağının altında ezmeye başladı. Kemalizmi akılla, bilimle, sağduyuyla korumayı hiç akıl edemedikleri, her daim Askerin ardından taciz ateşiyle halkı aşağıladıkları için tek ve son kale olan ordu da düşünce çapsızlıkları tescillenmiş oldu.
İlkel çağlardaki herhangi bir barbarın ilk aklına gelen, onların aklına en son geldi: Savaş çıkarmak.
Postal yalamaktan simsiyah olmuş o çatallı dilleriyle meydanlara insanları çağırdılar ama bu da çare olamadı. Hiralı, rakibinin kağıttan bir kaplan olduğunu anlamıştı ve her geçen gün ezdikçe eziyordu Olimposun Çocuklarını. İbrahim Peygamberin bin şu kadar yıl önce yaşattığını, bugünlerde bir deja vü olarak yaşayan aldanmışlar taifesiydiler. Çünkü tanrıları onlara cevap vermiyordu.
Düne kadar yaşadıkları zillet, bu halk tarafından bilinen, gülünüp geçilen bir maceradan öte değildi. Ama artık sokakları yakıp yıkan, üniversiteleri işgal eden, insanları öldüren, yaşanan her toplumsal acıyı bu millete anarşi yoluyla kan kusturarak ödetmeye çalışan aşağılık bir kitle var bu ülkede. Bu ülkenin gerçek evlatlarının çarmıhına çivi çakmak için peşimiz sıra dolaşan bu Judas’ın torunları, fırsatını buldukları anda kanımıza ekmek doğramaktan da çekinmeyeceklerdir.
En umutsuz insan dahi binlerce kapıyı çalsa, o kapılardan bir tanesi tesadüfen açılır. Tarihleri boyunca tüm kapılar bu halk tarafından suratlarına kapanmış, suratlarına tükürülmüş bu çakal sürüsünün bu ülkenin sokaklarını, banklarını, arabalarını yakıp yıkmasına artık müsaade edilmemeli.
Olimposun çocuklarıyla aramızda artık kendi ördükleri aşılamaz bir duvar var. Hiralıların bu duvarı aşmak gibi bir meselesi olmadığından adım gibi eminim.
Onlara tavsiyem kendilerinin de bunu denememeleri…
… E-Kitap okumak için …
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
1 Yorum
Yazan:Pausanias Tarih: May 27, 2014 | Reply
Çapulculuk bu klanın adeta raconu haline gelmiştir artık.
Yıllarca bu ülkede başörtülü insanlarımızın en insani hakkı gasp edildiğinde dahi şiddet ağına yakalanmayan Hiralı gençler, eniştenin niye öptüğünün hala gizemini koruması gibi Olimpos’un uşaklarının “Gezi Parkı” eylemini niçin yaptıklarını açıklayamadan ülkeyi yakıp yıkması karşısında artık ümidi de kesmiştir bu nedamet ehli tayfadan. Kesmelidir de nitekim zira yine Cemil Meriç üstadın zikrettiği gibi bunlar gübredir, leş gibi gübre.