RSS Feed for This Post

Tüfek icad olunca mı bozuldu mertlik? Yoksa namertler mi icad etti tüfeği?

matrix_mavi-hap 

“… Kanunlar dünyadaki en objektif şeyler oldukları için yakında şahsiyet namına hiç bir şey kalmayacak. Sadece anonim vasıfların hayalî bir buluşma noktası. O gün geldiğinde kendinize saygınızı muhafaza etmeniz çok zor olacak …” (Niteliksiz Adam, Cilt I, Bölüm 101)

1900’lerden bugüne dek yaşanan dünya savaşlarının ve soykırımların şifresi saklı bu satırlarda. Zira kâhin Nostradamus  değil konuşan. Bu sözler filozof, mühendis ve edebiyatçı olan Robert Musil’e ait.. İnsanlara “kendinize saygınızı muhafaza etmeniz çok zor olacak” derken neyi anlatmak istiyor? Kanun … objektif … anonim … Bu kavramların İnsan’a saygı duymakla ne alakası var? Her şeyi, hayatı, hukuku, insan ilişkilerini kanunlardan ibaret kabul edersek, sadece objektif kavramlarla düşünürsek biz insanlar da anonim varlıklar haline mi geliriz? Anonimleştikçe sorumluluğumuzu (=hürriyetimizi) ötekilere mi devredeceğiz? Yani geleneklere, devlete, piyasaya? Bu eşyalaşma tehlikesi midir  kendimize duyduğumuz saygıyı köreltecek olan?

Bilgisinin esiri olan insan: Homo-scientificus

bilimselEskiden cehalet daha kolaydı. Çünkü fizik ve metafizik birbirine karışmıştı. Meselâ çoğu Avrupalı için gerçek bilgi sadece İncil’den ve Vatikan’dan gelebilirdi. Bilim ve teknoloji ilerledi; fizikî alem hakkındaki bilgi arttı. Ama eşya hakkında bilgilendikçe geri kalan mevzularda çok cahil olduğumuzu da idrak ettik. Trenleri, telefonu, verem aşısını ve atom bombasını icad edenler hiç bir yerde Ben’e rastlamadılar. Tabi amaçları bu değildi. Yani fizikçiler, kimyacılar “Beyin mi yoksa kalp mi? Neredeyim Ben? Vücudumun neresindeyim?” diye çıkmadılar yola. Ama elektronun hızından kalbin içindeki damarların uzunluğuna, galaksilerin büyüklüğüne kadar her şeye kafa yorunca o bilgileri bilen Ben’in kim olduğunu bilmemek biraz tuhaf kaçtı. Bu yüzden olsa gerek Ludwig Wittgenstein, Martin Heidegger, Søren Kierkegaard ve David Hume gibi bir çok filozof Ben’lik kavramını sorgulamış.

Ancak bunların içinde en önemlisi fizikçi Ernst Mach’ın arayışları. Zira Mach isminden de tahmin edebileceğiniz gibi Mach sayısına adını veren o büyük fizikçi. Akustik, optik, aerodinamik, hidrodinamik ve tıbbî fizyoloji sahalarındaki çalışmaları, Newton’un zaman-mekân tasavvuruna yaptığı itirazların Einstein’in rölativite teorisini etkilemesi vs dikkate değer. Konumuzla ilgili olarak söyledikleri şunlar:

 “… Biz hiç bir zaman bir maddenin cevherini (alm. Substanz) algılamıyoruz. Hissettiğimiz sadece o cevherin vücudumuzla enerjetik etkileşimidir […] ‘Benlik bilimsel olarak yoktur’ derken onun insan algısında olduğunu, bütün tezahürlerde, hissettiğimiz her şeye nüfuz ettiğini söylemek istiyorum. Algıladığımız dünya cevher değil geçici bir hisler manzumesidir ki renklerden, çizgilerden ve seslerden ibaret. Gerçeklik sürekli değişim içinde. Sürekli renk değiştiren bir bukalemun gibi. Bizim Ben’liğimiz işte bu tecelliyat (alm. Phänomene)  zemininde kristalleşiyor. Doğumdan ölüme kadar sürekli değişiyor …” (Ernst Mach, Mektuplar)

dess_machGöz kendini göremez

Mach Ben’lik ve dış dünya algımız üzerine sadece mektuplaşmakla yetinmemiş. İnsan aklının gücü ve sınırları üzerine de ciddi biçimde çalışmış. Epistemoloji sahasındaki katkılarından dolayı sadece fizikçi değil filozof olarak da büyük itibar gören bir isim. Yandaki resim kısaca “Hislerin Analizi” diye tercüme edebileceğimiz ünlü kitabında yayınlanmış: Die Analyse der Empfindungen und das Verhältnis des Physischen zum Psychischen. Dikkat ederseniz dünyayı gören ama kendini göremeyen bir göz var. Daha doğrusu o resimde göz yok. Siz bir gözden baktığınızı tahmin ediyorsunuz. Üst ve alt kiripikler, hatta sağda burun gözüküyor bir parça. Mach bu resime “aynasız otoportre” adını vermiş.

Burnun üzerinden görünen bir sağ el var resmi çizmeye devam ediyor. Diğer yandan objektif bir anahtar deliği yerine sübjektif bir sol gözün tercih edilmesi de manidar. Zira sol gözden yapılan otoportre buna çok benzeyen ama tıpatıp aynısı olmayan bir sağ göz versiyonunu teklif ediyor. Bildiğiniz gibi insan 3 boyutu görmez, iki farklı iki boyut görüntünden 3 boyutu akleder. Bu yetenek ise iki göz arasındaki mesafe sayesinde hayat bulur. Yani “objektif” 3 boyut algısı zihinsel olarak inşa edilen bir kurgudur.  Sağ ve sol gözün, iki sübjektif algının akıl yoluyla birleştirilmesinden doğar. Peki Mach neden gözü nazarlarımıza vermiş? Gözden yola çıkarak Ben’liğimizi sorgulayabilir miyiz? Sanırım Ludwig Wittgenstein’ın şu sözleri faydalı olacaktır:

“… Fizikî dünyada neden metafizik bir özne yok? Hayatı yaşayan Ben’lik ile hayat arasındaki münasebet göz ile görüş alanı arasındaki ilişkiye benziyor. Gözü hiç bir zaman görmüyorsunuz ve görüş sahası içindeki hiç bır şey gören gözün neticesi değil. Yaşam tecrübesi de Ben’in varlığını ispat etmiyor. Ama kendini görmekten aciz bir göz olmadan görme tecrübesi olmayacağı gibi Ben’lik olmadan da yaşamı tecrübe etmek mümkün değil. Gözü göremiyoruz ama hiç kimse varlığından şüphe etmiyor. Gözü anlamak için görüş sahasına değil gözün nasıl baktığına bakmak gerekir …” (Tractatus Logico-Philosophicus, Önerme 5.633)

Yani Wittgenstein’a göre Ben’liğimizin boşlukta bir yeri ya da ağırlığı ve hacmi yok. Çünkü Ben’lik bilimsel bir varlık değil. Ben’lik dış dünyadaki tecrübelerin, eşyanın, cismanî dünyanın bir parçası değil. Nasıl ki göz dünya dışı bir özne gibi gördüklerimizin dışında kalıyorsa Ben’liğimiz de metafizik bir özne gibi fizikî dünyanın dışında. Mach ve Wittgenstein’ın yaklaşımlarıyla metafizik bir anda gökten yere iniyor. Rahiplere, imamlara ya da eski Yunan filozoflarına ayrılmış bir sahadan bahsetmiyoruz. Bizzat tecrübe ettiğimiz, son derecede ampirik bir metafizikten bahsediyoruz!

Görme tecrübesi için göze ihtiyaç olduğu gibi yaşama tecrübesi için de bir Ben’lik lâzım, bu kaçınılmaz. Ama Ben yaşaNan bir şey değil, yaşaYan bir şey. Benzeri şekilde görüNen değil bizzat gören özneyi yani gözü görmeyiz ama varlığından şüphe etmek saçma olur. Demek ki varoluştan bahsederken cisimlerin fizikî varlığı ile Ben’liklerin metafizik varlıkları arasına fikrî bir sınır çizmek gerekir. Aksi takdirde “görmüyorum, öyleyse yoktur” diyerek sevgiyi, korkuyu, öfkeyi… yaptıklarımıza mânâ veren her şeyi reddetmiş oluruz ki bu da bizi kör değil gözsüz bir pozitivist yapar.

Peki Ben’lik şuurunu yitirmenin siyasî, içtimaî ve ahlâkî neticeleri nelerdir? Bunu da gelecek bölümde araştıralım.

 

… E-kitap okumak için…

kapak-kucuk-2Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapakGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak

Fethullah Gülen’i yi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitikAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Kürtlerin Tarihi Üzerine

kapak_kurt-tarihi-uzerine80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.

Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?

Hükümeti_devirmek_kapak4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin  fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.

Dünyada da tuhaf şeyler oldu:

  • Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
  • Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.

“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:

  • Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
  • Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri  çekmeye mi çalışıyor?
  • Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?

Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

kapak_kitap_capulcularÇapulcular” ne istiyor?

Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.

 Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik

Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.

Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 1 Trackback(s)

  2. May 28, 2014: Çünkü o her şeyin fiyatını bilir, değerini değil*

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin