Initium ut esset homo creatus est
By my on Haz 8, 2014 in Kitap Sohbeti, Modernleşme, Niteliksiz Adam
“… Normal insanlar her şeyin mümkün olduğunu bilmiyorlar …” (David Rousset)
Hannah Arendt ünlü kitabı Totaliter Sistem’e bu alıntıyla başlamış. Fakat “her şey mümkün” sözleriyle ifade bulan hürriyet göründüğü kadar umut verici değil. Zira Fransız siyasetçi ve fikir adamı olan Rousset Alman işgali sırasında direnişe katılmış ve insan tabiatının çirkinliklerini “içeriden” keşfetmiş. Kendi yurttaşları tarafından yakalanıp Almanlara verilmiş, doğup büyüdüğü topraklarda işkence görmüş, toplama kamplarında sürünmüş. Bu konuda yazılmış iki kitabı var Rousset’nin: L’Univers concentrationnaire ve Les Jours de notre mort.
Evet… Manevî değerler etrafında bir medeniyet inşa edemeyen Batı sadece ve sadece bir kültür coğrafyası olabildi. İnsanî özverilerle kalıcı Barış’a yönelemedikleri için savaş korkusuna ve güç dengelerine dayalı ateşkesler yapabildiler sadece. Soğuk savaş döneminde ortaya çıkan çözümlere(!) bir bakın: NATO, Avrupa Birliği, liberal demokrasi… Özetle Batı son 50 yılda ateşkesten başka bir şey yapamadı ve korkarım bu ateşkes teknik ömrünün sonuna yaklaştı. Neden?
İkinci dünya savaşından sonra Avrupalılar faşizmden, ırkçılıktan ve endüstriyel şiddetten öylesine yılmışlardı ki… Avrupalı ulus-devletlerin meşruiyet zemini olan ulusal kimlikler aynı potada erimeye başladı. Bu erime ve eritme faşizmin yegâne panzehiri olarak sunulan demokrasi adına yapılıyordu. Ama bazen ekonomik kaygılar ve refahtı ön plana çıkan. Siyasî hürriyetler ve ekonomik serbestlik birbirini destekleyecek, Avrupa bir yeryüzü cenneti olacaktı. Ancak sürekli gelişen teknolojinin insan nefsi üzerinde beklenmedik etkileri oldu. İnsanlar barışçı bir proje etrafında BİR-leşmek yerine kendi kimliklerini yitirecek şekilde BİR–leştiler, AYNI-laştılar. İndî / sübjektif/ İnsanî niteliklerinden koparılmış insanlar Robert Musil’in dediği gibi teknik/bilimsel niteliklerden oluşan bir dünyada yedek parça derekesine düştüler. Zira hakları, mes’uliyetleri objektif kanunlarca belirlenen homo-scientificuslar ne bir millet ne de bir ümmet olabilirlerdi. Çünkü sanatsız ve inançsız bu güruh tıpkı bir hayvan sürüsü gibi fayda ve tehdit dışında hiç bir şey hissetmiyordu. Tam da bu yüzden kolektif kimliklerin yitirilmesi halkları şiddete iten bir faktör oldu. Hannah Arendt’in şu sözleri ile ifade edersek:
“…İnsanlık tarihinde bir ilk bu: Bütün dünya halkları ortak bir ŞİMDİ‘nin içinde yaşıyorlar. Ehemmiyeti ne olursa olsun, bir ülkede meydana gelen bir hadise diğer ülkelerin halkları tarafından da biliniyor. Her ülke diğer bütün ülkelerle KOMŞU oldu adeta. Ama bu KOMŞU-luk ve bu ŞİMDİ-lik ortak bir geçmişe dayanmıyor ve kesinlikle ortak bir gelecek garantisi de vermiyor. İnsanları böylesine BİR-leştiren, (=homojenleştiren) teknoloji dünyanın yok olmasına yol açabilir. Küresel iletişim tekniklerinin küresel yıkım teknikleriyle birlikte ilerliyor. […] Küresel bir nükleer savaşın yeryüzündeki insan varlığına son verebilme kapasitesi insanlığı BİR-leştiren en güçlü sembol haline geldi. Bu bağlamda insanlığın birliği ancak yıkım ve tüketimde: Bu birlik küresel yıkımı engelleyecek uluslararası antlaşmalardan değil sadece biraz daha az BİR-leşmiş bir dünya özleminden müteşekkil.” (Men in Dark Times, 1968)
Mes’uliyet bir ateş topudur. Kim elini yakmak ister ki?
Geçen bölümde sadakat kavramı üzerinde durmuştuk ve totaliter rejimlerin sınırsız bir sadakat ile insanları robotlaştırmasından bahsetmiştik. Adına “sadakat” dediğimiz bu his elbette insanî bir erdem değildi. Sorumluluğunu ve vicdanını yani hürriyetini… kısacası insanlığını Führer’e, Millî Şef’e emanet eden, bilerek ve isteyerek insanlıktan vazgeçenlerin kör sadakatiydi bu.
Bugün demokrasilerin, liberal refah sistemlerinin ürettiği yeni bir tür “sadakat” ile karşı karşıyayız. Her ne kadar şaşırtıcı görünse de refah toplumlarının arsızları totaliter rejimlerin korkaklarıyla benzeşiyor. Sadık olmak suretiyle vicdan transferi yaptıkları sistemler çok farklı. Ama vicdansız kalan insanın robotlaşması, hayvanlaşması hatta silikleşmesi süreci aynı.
Peki bu uçsuz bucaksız sadakat karşılığında lider ve/veya sistem (piyasa, bürokrasi…) halka ne veriyor? Neden insanlar her çağda bu sadakati göstermeye bu kadar istekliler? Diktatörlerin, tiranların şiddetle, işkenceyle elde edemediği sadakati totaliter rejimler nasıl elde ediyorlar? Hannah Arendt bu “ticareti” şöyle anlatmış Totaliter Sistem adlı kitabında:
“… [Lider / sistem] bütün mes’uliyeti bizzat üzerine alır. Sistemin üyeleri ve şeften emir alan herkesin yaptığı iyi/kötü herşeyin sorumluluğu şefindir. Küçük birimlerde, alt seviyelerde görev yapan yöneticilerin her birinde Şef’in şuuru ifade bulur. Küçük şeflerin emirleri, kararları, eylemleri sanki Büyük Şef’in iradesinin ete-kemiğe bürünmüş halidir. Büyük Şef her yerde hazır ve nazırdır. Vicdanın bütünüyle Büyük Şef’e transfer edilmesi çok rahatlatıcıdır. Çünkü kimse yaptıklarından sorumlu tutulamaz, hesap vermek zorunda bırakılamaz …”
Homo-scientificus (artık) bir insan değildir
Hem kendimizi hem de diğer insanları eşya gibi görmek… Böylesi bir kabulleniş ile yaşamak ne demek? Bilimi, siyaseti, ticareti, eğitimi hatta aile içi münasebetleri maddeci/materyalist çerçeveden değerlendirmek… ya da değersizleştirmek. Teknik ilerlemeden gözü kamaşan Avrupalılar bütün varlığı eşyadan ibaret sandılar. Metafizik ya da maneviyat… Bilimin tartıp ölçemediği ne varsa çöpe attılar. Haliyle Tanrı’yı ve bu arada “Ben” kavramını da yok ettiler. Panik buradan kaynaklanıyor. Bir başka deyişle bilimsel ve teknolojik sahadaki ilerlemeler doğrudan bir zarar vermedi. Ama pozitif bilimlerin her şeye cevap veremeyeceğini bir türlü kabul etmiyor “modernler”. Avrupa’da ve ABD’den dünyaya sirayet eden bu fikrî hastalık, nazikçe “pozitivizm” değimiz şey İslâm’daki şirkin allanıp pullanmış hali.
Bir gün pozitivistler bile anlayacak ki bütün Varlık cisimden, maddeden ibaret değil. Cisimler, yani sayılma ve bölünme kabul eden varlıklar dışında da varlıklar var. Üstelik sadece sanat ya da hukuk değil her sahada sağlıklı düşünebilmek için mânâ alemine ihtiyaç var:
“… Dostoyevski demişti ki “Tanrı yoksa her şey mubah”. Budur varoluşçuluğun başlangıç noktası. Gerçekten de şayet Tanrı yoksa her şeye müsaade var. Bunun bir sonucu olarak insan terk edilmiş. Çünkü ne kendinde ne de kendi dışında tutunacak bir dal bulamıyor. Bir kere mazereti yok. Eğer varlık cevherden (fr. Essence) önce geliyor ise hiç bir şeyi sabit insan tabiatıyla açıklayamayız. Bir başka deyişle determinizm yok demektir ve insan özgürdür, insan özgürlüktür. Diğer yandan Tanrı yoksa davranışlarımızı meşru gösterecek değerler ve emirler de yok demektir. Ne önümüzde ne de arkamızda manevî açıklamalar yok. Yalnız ve bahanesiz bir haldeyiz. İnsan özgürlüğe mahkûmdur derken kasdettiğim bu. Mahkûm çünkü kendi kendini yaratmadı. Fakat diğer yandan özgür çünkü dünyaya atıldığı andan itibaren yaptığı her şeyden sorumlu …” (Jean-Paul Sartre, Varoluşçuluk bir hümanizmdir)
Sonuç: Niteliksiz Adam Nasıl Kurtulur?
Geçmişteki acılara bakarak insanlığın geleceği hakkında karamsar mı olmalıyız? Bilim ve teknoloji neye yarıyor? İnsanlar birbirlerini öldürmenin daha hızlı ve ucuz yollarını keşfetmek dışında hiç bir şey yapmayacak mı?
İnsan her zamanda ve her zeminde insandır. İster 1930’ların faşist Avrupasından bahsedelim, istersek 2000’li yılların liberal totalitarizminden. Nefsin azgınlıkları kadar ruhun güzellikleri de İnsan’a dair. “İnsan” dediğimiz her cümlede zulüm kadar adalet var. İnsan olan her yerde karamsarlık kadar umut var. Çünkü insan hürriyettir. En vahşi ve en güzel mânâda böyledir bu. Dağların, taşların kabul edemediği emaneti kabul eden İnsan’dır. Zira renkleri gösteren beyazlıklar ise de Beyaz’ı gösteren siyahlıklardır, zulmettir. İnsan’daki zulm edebilme hürriyeti Nûr’u tercih eden insanları yükseltir ve yüceltir. Bu yüzden en karanlık gecenin ardından en parlak şafakların geleceğini düşünüyorum.
Arendt de Totaliter Sistem’i bitirirken yazdığı umut dolu satırlarla bitirelim kitabımızı:
“… Fakat bir de şu gerçek var ki tarihte her son yeni bir başlangıca gebedir; bu başlangıç sonun vaadi, verebileceği yegâne mesajdır. Başlangıç, bir vakıa olmadan önce İnsan’ın doruk noktasındaki hürriyetidir. Aziz Augustin’in (*) dediği gibi “Initium ut esset homo creatus est” (Başlangıç olsun diye yaratıldı İnsan). Bu başlangıç her yeni doğum ile garanti edilir, gerçekte her insandadır …”
(*) Aziz Agustin, De Civitate Dei, M.S. 413
… E-kitap okumak için …
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.