Korkunç İvan Hain Boyarlara Karşı
By Atıf Eren on Tem 28, 2014 in İhanet, Sinema
Hedefinde olan insanı, -‘zayıf’ olsun, ‘güçlü’ olsun- illâ şaşırtır, sarsar ve dondurur hâin. ‘Zayıf’ olanı yıkar, yakar, inletir ve kahreder. ‘Çok zayıf’ olanı çıldırtır ve hattâ öldürür. ‘Nisbeten güçlü’ olanı öfkelendirir, kinlendirir ve intikama, yani sert bir karşı atağa sevkeder. ‘Çok güçlü’ olanı ise şaşırtmak dışında hiçbir hissî tesir altında bırak(a)maz.
Ne var ki hâin, bir gün gelir, deşifre olur ve maksadına ulaşamaz. Hedefinde meydana getirdiği –zikrettiğimiz- hasarlar veya karşı-ezici-yok edici-tepkiler bundan sonra başlar.
Hıyânete uğrayan ‘zayıf’ ise, hâinin deşifre olmadığı günleri arzular hâle gelebilir. Zira bu tecrübe, tâkat getirilecek gibi değildir. Bu zayıf kimse, kendisine karşı edilen hıyânet ortaya çıktıktan sonra, yalnızca başkalarından değil, kendi gölgesinden dahi sakınır ve korkar olur. Herkes ve hattâ her şey ona sahte ve yapmacık gelmeye başlar. Aşikâr olana ve tezahür edene veya gördüğüne karşı inancı ya kaybolmuştur ya da kaybolmaya yüz tutmuştur. Yaşamak dayanılacak gibi değildir. Dünya iğrenç bir lağımdır.
Hıyânete uğrayan kimse, ‘(nisbeten) güçlü’ ise kendisine bu şoku yaşatan şeyi ortadan kaldırmak için mümkün olan her yola başvurur.
‘Çok güçlü’ olan ise hâini ister affeder, ister cezalandırır; mesele onun için kişisel ve özel ise affeder, toplumu ve yasayı tehdit ediyorsa cezalandırır.
Ancak hâin, hıyânet ettiği kimsede bu türden sonuçları elde etmek için hıyânet etmemiştir. Hıyânet ettiğinin farkında bile değildir o. Güçsüz ve zayıf olduğu için maksadına ulaşmasının başka bir yolu yoktur onun. Hırs ve ihtirasları gücünü aştığı için böyle bir yola tevessül etmiştir, o kadar.
Hâinin çamurunda menfaatperestlik vardır, diğergamlık yoktur. Yalan vardır, doğruluk yoktur. Güven duygusunu suistimal vardır, vicdan yoktur. Gizlilik ve sinsilik vardır, açıklık yoktur. Tahrik vardır, teskin yoktur. Hile ve desisecilik vardır, saflık ve hesapsızlık yoktur. Kaypaklık ve korkaklık vardır, civanmertlik yoktur. Bencillik vardır, fedâkarlık yoktur. Nankörlük vardır, minnet ve vefâ yoktur. Zulüm ve kötülük vardır, adalet ve iyilik yoktur. Fitne ve kargaşa emeli vardır, nizam ve intizam arzusu yoktur.
Sergey Eisenstein’in yönetmenliğini yaptığı ‘Korkunç İvan’ filminde hıyâneti birçok boyutuyla görmek mümkün. Hain ve hıyanetin (hainlik) ne olduğu, hangi durumlarda ve ne tip insanlarda ortaya çıktığı hakkında epey bir ipucu bulunabilir filmde. Dahası şunu da söyleyebilirim: Kanaatimce, film bizim ülke olarak yakınlarda tecrübe ettiğimiz bir hıyanete oldukça benzemesi dolayısıyla da özel bir ilgiyi hak ediyor.
Filmde 16. yüzyılda Rus prensliklerini Moskova’ya bağlamak ve Rusya’ya karşı tehdit olarak algılanan ülkelere karşı galibiyet sağlamak suretiyle “Büyük Rusya”yı inşa eden Korkunç İvan lakaplı IV. İvan anlatılıyor esas olarak. Ve bu süreçte Çar İvan’ın karşısına çıkan, onu yolundan döndürmeye ve hattâ onu ortadan kaldırmaya çalışan Boyarları Çar’a ve Rusya’ya karşı hıyanetleriyle birlikte ele alıyor.
Film bir şarkıyla başlar:
“Kara bir bulut oluşuyor
Kanlı bir şafak yaklaşıyor
Boyarlar hain bir plan tasarlıyorlardı
Çar’ın otoritesine karşı.”
Sarayda Boyarlara liderlik eden adam veya kadının hiçbir resmi sıfatı yok gibidir. Hep arkalarda, izbe ve gizli yerlerde emirler yağdırır adamlarına. Siyah kıyafet, onun karanlık kişiliğini ima eder gibidir. O, Çar ile yalnızca bir kere karşı karşıya gelir ama tek kelâm etmezler birbirlerine. Sanki hıyaneti temsil etmektedir. Bu temsilin, kadın suretinde mi erkek suretinde mi olduğunun kestirilemeyişi bile hıyanet hakkında bize bir şey söyler.
Ona göre İvan haddi aşmaktadır.
İvan’ın sağkolunu (Kurbsky) tahtı işaret ederek baştan çıkarmaya çalışır o. Çünkü Kurbsky, Boyarların kolayca yönetebileceklerini umdukları birisidir. Çar’ın tahtına en yakın olan ve bu yüzden tahtı ele geçirmenin en kolay yolu odur. “Çok yaşa Boyarların Çarı!”
Çar İvan ise otoritesini Boyarlarla paylaşmaya kesinlikle razı değildir. Hem nasıl razı olsun ki!… Onun hayalini kurduğu Rusya, Boyarların Rusya’sından kesinlikle çok daha başka bir Rusya’dır.
Boyarlar son derece kibirlidir. O kadar ki kendilerini Rusya’nın ve Moskova prensliğinin esas sahipleri olarak görürler. Toplumun bürokratik ve elit tabakası onlardır. Devlette bir değişimi hiç arzulamaz ve bu yüzden böyle bir irade çıktığı takdirde var güçleriyle ona karşı direnirler. Zira kurdukları düzenin bozulacağından endişe eder, saltanatlarının yıkılacağından korkarlar. Onların değişime olan dirençleri hıyanet şeklinde tezahür eder.
Korkunç İvan, sarayda Boyarlar üzerine gideceğini ve böylece onların muzır tesirlerini kıracağını ilan ettiğinde Boyarların lideri yanındaki Boyarın duyacağı bir şekilde şöyle der:
“Ne? Boyarlara saldırmaya mı cesaret ediyor?”
Boyarlar İvan’ın gücünü de kinini de hafife alırlar. Kendi güç ve iktidarlarına inançları ise tamdır.
“İvan’ın gücünü bastırmakla işe başlamalıyız. Askeri mücadelesine karşı çıkmalıyız. Baltık eyaletlerinde, savaş için toplanan parayı reddetmeliyiz.”
“Ama hepsinden önemlisi, Anastasia’yı (İvan’ın karısı) İvan’dan ayırmalıyız.”
Bir ara, halk arasında Çar’a Çariçe’nin ailesi tarafından büyü yapıldığı yayılır. Bu yalanı yayanlar elbette Boyarlardır. (Paralel örgüt elemanlarının İran’da Başbakan Erdoğan’a büyü yapıldığı ile ilgili yalan ve herzelerini hatırlayın.)
Hıyanetleri Çar tarafından kesin bir şekilde anlaşılan Boyarlar, zulme uğradıklarına kail olurlar.
Kimisi kaçar.
Çardan başpiskopos aracılığıyla af diler kimisi de.
İvan sarayındaki Boyarlara şöyle haykırır:
“Bizim tutkularımıza sadece Almanlar engel değil, aynı zamanda siz Boyarlar da engelsiniz. Siz Baltıklar’da mücadeleme karşı Almanlardan ve Livonyalılardan daha kötüsünüz. Siz Rusya’nın en kötü düşmanısınız.”
Boyarlar, en zor zamanında iken bile Çar’a hıyanet etmekle meşguldürler. Çok stratejik bir savaş sırasında Çar’a hıyanet ederler.
Ancak Boyarların bu hıyaneti Çar’ı daha da biler onlara karşı. Bütün mallarına el koyacak ve onlar her şeylerini kaybedeceklerdir.
Bu kararlılık Boyarların karanlık liderinde şöyle karşılık bulur: “Çok ileri gidiyorsun Çar İvan!”
Bununla çarın karşısına mertçe dikilmeyi tasarlamaz, planladığı şey, Çar’ın çok sevdiği ve bağlı olduğu karısını zehirlemektir ki muradına da erer. Böylelikle Çar tek başına kalmıştır.
Boyarlar hâkimiyet elde ettikleri yerlerde halkı Çar’a karşı kışkırtır.
Dış güçlere karşı olduğu kadar, Boyarlara karşı da güç temerküzünde bulunmaya başlar Çar.
Şöyle bir şey planlar: Moskova’yı bir süreliğine terk ederek bir köye yerleşecektir. Ve Moskova’ya halkın güçlü isteği ve iradesiyle geri dönecektir. İvan halkı arkasına alarak Boyarlara karşı büyük bir darbe indireceğini düşünür.
“İnsanların çağrısıyla sınırsız güç elde edeceğim.”
“İnsanların çağrısı Tanrı’nın dileğini ifade edecek. Tanrı’nın elinden intikam kılıcını kabul edeceğim.”
İvan üçüncü Roma’yı kurmak ister, önceki ikisi gibi asla yıkılmayacak Roma’yı.
Boyarlar ise, tam tersini isterler; küçük, güçsüz, vasıfsız ve kukla ve paramparça olmuş Rusya’yı yaşatmak…
… E-kitap okumak için…
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.