Romantizm: Goethe’den Müslüm Baba’ya
By my on Ağu 3, 2014 in Derin Burckhardt, Romantizm, Sanat
Romantizm sanattaki bir bozulmanın, gerilemenin ismidir. Zira sanatçıdaki bir çürümenin neticesinde çıktı ortaya. Hatta romantizmin öncü akımı olan Sturm und Drang (tr. Fırtına ve Coşku) bile bu çürümenin kötü kokusunu haiz idi. Meselâ Goethe’nin ünlü romanı “Genç Werther’in Acıları” (alm. Die Leiden des jungen Werthe) 1774’te yayınlandığında gençler roman kahramanlarına o kadar çok özenmişler ki sadece onlar gibi giyinmekle kalmamışlar; Werther gibi intihar etmeye başlamışlar; üstelik aynı yöntemle! Bu yüzden Goethe’nin romanı İtalya, Almanya ve Danimarka’da yasaklanmış bir müddet.
Eğri oturalım, doğru konuşalım. Kimse şapkasından çıkarmadı; romantizm bir etki değil tepkiydi. O devre hakim olan sözüm ona “aydınlanma” tetikledi bu akımı. Aydınlanma… Adında ışık vardı ama gerçekte karanlıkların başlangıcıydı Enlightenment. Yepyeni, modern bir dünya kurmak için İnançlar, gelenekler çöpe atıldı. Ama Tanrı’sız bir dünya projesinin bile maneviyatsız olmayacağı anlaşıldı. Nihayetinde İnsan’dan bir tanrı yapmak için akıl putlaştırıldı. (Bkz. Sen insansın, homo-economicus değilsin!) Objektif, standart, bilimsel olacaktı her şey: Siyaset, sanat, cemiyet… Hepsi planlanmıştı, hiç biri unutulmamıştı. Bilimin ışığında evrensel barışa gidiyorduk; tam tersi oldu: Faşizm ve komünizm gibi totaliter rejimlere giden yolun taşları döşendi yavaş yavaş. İnsanların bireysel farklılıklarını, iç dünyalarını, özgün hikâyelerini… kısacası insan kimliğini hiçe sayan bu gidiş tam tersi bir tepki doğurdu: Romantizm. Edebiyat, müzik, resim, heykel… Nefsin hallerini, varoluşun indî / sübjektif veçhelerini anlatmak için yanıp tutuşan insanlar sanatın bütün imkânlarını seferber ettiler: Ben’im acılarım, Ben’im korkularım… Materyalist yobazlığa çare ararken tam ters yöne savruldular: İdealist yobazlık! İçine kapanık ve göbek deliğini dünyanın merkezi sanan bencillerin sanatı oldu romantizm. Herkes kendi Ben’ini anlattığı için kimse kimseyi anlamadı. Rasyonalizm gibi romantizm de meyvesiz bir ağaç olarak kaldı fikir ve sanat tarihinde.
Gıdıklamak mizah değildir!
Şimdi Müslüm Gürses’in acıklı şarkılarını dinlerken jiletle kollarını kesen gençler var. Mecazî aşktan gelen kalb ızdırabıyla jiletten gelen ten acısını ayıramayan insanlar bunlar. Biber acıdır. Hayat acıdır. Hayat biberdir! Soyutu, somutu bilmeyen, kelimeler ile onların temsil ettiği mânâları birbirine karıştıran insanlar bırakın sanatla meşgul olmayı, insan gibi yaşayabilirler mi? “Köpek” kelimesinin havladığı ve “ekmek” kelimesinin yenilebildiği bir dünya vehmeden bu zavallılar her türlü sömürüye açık değiller mi?
Evet… Bir roman okuyup kafasına kurşun sıkan Almanlardan bu yana fazla bir yol almış sayılmayız. İnsanlık Sanat’ın yolunu ta Rönesans’ta kaybetti ve hâlâ bulamadı. “Sanat” denilince duygusal sıkıntıların virüs gibi insandan insana bulaştığı bir faaliyet geliyor akla. İspanyol fikir adamıJosé Ortega y Gasset’nin 1925’te yayınlanan La deshumanización del arte (Sanatın gayrı-insanîleşmesi) adlı denemesinde söylediği gibi:
“… Beethoven’dan Wagner’e müzik melodramdır. […] Bu demektir ki sanatçı her insanda bulunan ve çok iyi bilinen bir zayıflığı suistimal ediyor: Izdırap ve sevinçlerin empati yoluyla bir insandan diğerine sirayet etmesi. Bu duygusal yayılmanın manevî hislerle alakası yok. Bir bıçağın cama sürtünce çıkardığı sesin verdiği rahatsızlık gibi. Otomatik olarak gerçekleşen bir etki-tepki. Gıdıklamaktan kaynaklanan gülmeyi mizah ile karıştırmayalım.[…] Sanat psişik bir bulaşmadan ibaret olamaz. Çünkü bu şuursuz bir etkilenmedir …”
Kokuşmanın kaynağı
Sevgiliye “siz” diyen hicaz makamındaki o şarkıyı kim hatırlıyor? Selâhattin Pınar’ın bestelediği, güftesi Fuat Edip Baksı’ya ait olan şarkı:
“… Bir bahar akşamı rastladım size / Sevinçli bir telaş içindeydiniz,
Derinden bakınca gözlerinize / Neden başınızı öne eğdiniz?
İçimde uyanan eski bir arzu / Dedi ki: yıllardır aradığım bu! …”
Nesrin Sipahi’den bu sözleri dilerken çoktan başlamış olan o kokuşmayı sezmedik. Sonra Tarkan “yakalarsam öperim” dedi, anlamadık. Yonca Evcimik “bandıra bandıra ye beni” diyerek insanı et derekesine düşürdüğünde zaten çok geç kalmıştık. Fakat dibi bulmamıştık henüz. Şah damarımızı koparan darbeyi İsmail YK vurdu: “ALLAH belânı versin” adlı bu aşk(!) şarkısı hepimizi diri diri toprağa gömdü.
Sanatsız kalan insanların sadece güzellik hissini değil bütün düşünce kabiliyetlerini yitirdiği gerçeği de bu süreçte ortaya çıktı sanıyorum: Şimdi TV kliplerinde şarkıcı “gülüm” derken bir gül çiçeği gösteriyor kamera; “yalnızım” diyor, kumsalda yalnız bir adam görüyoruz. “Ölürüm senin için” derken bir mezar var! Ben’liği ile şuuru arasına mesafe koyabilen akıllı insanlar görmüyoruz. Duygularına isim verebilen insanların sanatsal çabası yok; yeni başlayanlar için Türkçe dersi var.
Netice
Sevgiliye “siz” diyen şarkıda bile kokuşmanın çoktan başladığını söylemiştik. Evet, “siz” denilebiliyorsa bunu diyebilecek bir de “Ben” var demektir. Mecazî aşkla yetinen bir Ben’lik var. Sanatçı (ve tabi dinleyenler) baş harfi büyük yazılan Aşk’ı unutmuş görünüyorlar. Nefsin telkinlerine kulak veren; mutluluğu tatmin olmakla karıştıranların sesini duyuyoruz: “İçimde uyanan eski bir arzu / Dedi ki: yıllardır aradığım bu!”
İnsan maddî varoluşunun ötesine geçebilecek yegâne varlık. Sanat bu geçişin olmazsa olmazı. Sanat adeta çok lezzetli bir içecek, sanatçı ise onu sunan saki gibi. Sanat eseri haliyle kadeh rolü görüyor. Bir kadehten ne beklerim renksiz ve kokusuz olmasından başka? Çok ince camdan imâl edilmiş ve tertemiz olmalı ki içkinin rengini olduğundan farklı göstermesin. Kadehin içi de temiz olsun ki içerken aslî lezzet, aslî rayiha bozulmasın. Yani mükemmel kadeh kendini hissettirmeyen kadehtir, kâmil sanat eseri ise varlık değil yokluk iddiasındadır. Ben’lik iddiasındaki sanatçı ise lekeli ve pis kokan bir kadehe benzer. Hem içkiyi göremezsiniz hem de içerken asıl lezzete karışan harici kokular tatlar alırsınız. Tıpkı Goethe’den Beethoven’a, Wagner’e, Müslüm Baba’dan Fuat Edip Baksı’ya kadar “Ben’im acılarım, Ben’im heveslerim” diye ağlayan sanatçıların(?) Ben’likleriyle kirlettikleri kadehlerinde olduğu gibi.
Rönesans’tan itibaren kendini gösteren bütün ekoller önce Batı’yı ve ardından tüm dünyayı kirleten işte bu enaniyet iddiasındaki kokuşmuş sanatın çocukları. Romantizm de öncekiler gibi İnsan’a muhtaç olduğu maneviyatın kapılarını açmaktan acizdir, ancak onun nefsini tahrik ederek geçici eğlenceler, hüzünler, korkular ve neşeler sunabilir. Bize insanlığımızı yaşatmak şöyle dursun, bu modern sanat anlayışı Ölüm’ü unutturan, insanları dünyaya daha çok bağlayan bir kisveye bürünmüştür.
… E-kitap okumak için…
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.
Hükümeti devirmek isteyen birileri mi var?
4 Türk bankası çalışanlarını sömürmek, tüketiciyi kandırmak ve haksız rekabetten dolayı çok ağır cezalar yediler. Hemen ardından Türkiye tarihin en büyük anti-kapitalist ayaklanmasını yaşadık. Göstericiler “Sosyalist Türkiye” ve “yaşasın devrim” sloganları atarak orak-çekiçli pankartlar, Deniz Gezmiş posterleri taşıdılar. Tuhaf olan ise bazı bankaların ve holdinglerin bu ayaklanmaya destek olmasıydı. Anti-kapitalist göstericiler 20 gün boyunca İstanbul’un en lüks otellerinden birinde bedava kaldılar. Tuhaflıklar bununla da bitmedi. CNN, BBC, Reuters ve daha bir çok medya kuruluşu bir kaç sene önce, üstelik yabancı ülkelerde çekilmiş yaralı ve ölülerin fotoğraflarını “Türkiye” diyerek servis etti. Tayyip Erdoğan’a destek için toplanan AKP’lilerin fotoğrafı CNN tarafından kazayla(?) “Ayaklanmış Protestocular” olarak yayınlandı.
Dünyada da tuhaf şeyler oldu:
- Türkiye ile neredeyse aynı anda Brezilya’da bir halk(?) ayaklanması başladı.
- Georges Soros’a ait ekonomi gazeteleri Çin ekonomisi hakkında aşırı kötümser haberler yaydılar.
“Kazalar” bu kadar çoğalınca insanlar ister istemez bazı şeyleri sorguluyor:
- Türk bankaları neden sermaye düşmanı, anti-kapitalist bir ayaklanmaya destek oldu?
- Acaba 2008 krizinden sonra kan kaybeden ABD ve Avrupa kaçan sermayeyi geri çekmeye mi çalışıyor?
- Brezilya, Çin ve Türkiye Avrupa ve ABD’deki yatırımları çekmenin cezasını mı ödüyor?
Elinizdeki kitap bu sorulara ve darbe iddialarına cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Genel seçimler yaklaşırken başladı Taksim Gezi Parkı olayları. İnsanlar öldü, yaralananlar, tutuklananlar oldu. Taksim’deki sanat galerileri bile yağmalandı. Maddî zarar büyük: Yakılan otobüsler, özel araçlar, iş yerleri. Ancak hâlâ isyancıların ne istediğini bilmiyoruz. Taksim Dayanışma Grubu’ndan çelişkili açıklamalar geliyor. Polisi ya da göstericileri suçlamadan önce şunu bilmek gerekiyor: “Çapulcular” ne istiyor? Daha fazla demokrasi? Sosyalizm? Devrim? Darbe? Elinizdeki e-kitap bu sorulara cevap arıyor. Buradan indirebilirsiniz.
Alevilik, Ortak Acılardan Bir Kimlik
Aleviler ızdıraplarda, geçmişin acılarında buluşuyorlar. Dersim, Madımak… Bu isimler anıldığında kırmızı bir düğmeye basılmış gibi bütün farklı Alevilik-LER birleşiyor ve bir tepki geliyor. Hızlı, öngörülebilir ve manipülasyona açık bir tepki bu. Ortada geç-ME-miş bir geçmiş var. Kıymetli yazarımız Cemile Bayraktar’ın dediği gibi “yüzleşilmediği müddetçe de geçmeyecek bu geçmiş” , çıkarılmayı bekleyen bir diken gibi acı vermeye devam edecek.
Diğer yandan çok sayıda Alevi kendi atalarına, dedelerine, manevî önderlerine en büyük acıları reva görmüş olanlara büyük bir sadakat ile bağlılar. Yani Kemalistlere ve CHP’ye. Yakın tarihi sorgulamak şöyle dursun ibadethanelerini Atatürk resimleriyle donatıyorlar. Ortak acıların ve siyasî tercihlerin dışında Alevileri birleştirecek bir inanç, bir kültür yok mu? Acaba Aleviler Stockholm sendromundan kurtulabilecekler mi? Elinizdeki kitap bunları sorguluyor. Buradan indirebilirsiniz.
1 Yorum
Yazan:ç-z Tarih: Ağu 8, 2014 | Reply
“duygulara isim vermek” olsa olsa bir cam sanatı olabilir ve verilen her isim cam kadehin lekesi maalesef