Modern Dünyanın Krizi / René Guénon (1)
By my on Eyl 6, 2014 in Kitap Sohbeti, Medeniyet, Modernleşme, René Guénon, Uygar(?) Batı
Batılılara vahşi olduklarını sakın söylemeyin, onlar kendilerini medenî sanıyor
İspanyol ve İtalyan plajlarında kanıksanmış bir görüntü: Açlıktan ve savaştan kaçan Afrikalıların cesetlerinin vurduğu bir plajda turistler oynuyor ve güneşleniyorlar. Değerli yazar Yıldız Ramazanoğlu “Görme Bahçesi” isimli kitabında ellerinden gelse zenginlerin fakirleri dünyadan aşağı atacaklarını söylüyordu . Herhalde ucuz bir yolunu bulsalar onu da yaparlar.
Üstelik Afrika’yı yaşanmaz hale getirenler yine Avrupa ülkeleri ve ABD. (Bkz. Afrika yazıları) Yani bu zavallı insanların kaçtığı savaşın ve açlığın sebebi Batı’nın silah ticareti ve hammadde hırsızlığı. Ama Batılılar kötülük olsun diye yapmıyorlar bunu. Çünkü kötü aslında iyinin zıddı değil. (Bkz. Kötülük’ün zıddı İyilik değildir)Kötülük insanların düşünmeyi reddetmesinden kaynaklanıyor. (“Batı” derken haritanın batısını değil Batı’nın zihniyetini kastediyoruz. Haliyle Kapıkule’nin doğusunda yaşayıp zulme seyirci kalanlar da bu zihniyete dahil.) Evet… Hannah Arendt’in “Yahudi kasabı” Eichmann için söyledikleri Batılılar için de geçerli. Bu insanlar kötü değiller, “sadece” düşünmüyorlar. Daha doğrusu Felsefe/ Bilim / Düşünce ile kurdukları münasebet Ben’liklerinin gölgesinde:
“… Şöhret için filozofun yeni ve orijinal bir hata icad etmesi başkaları tarafından defalarca söylenmiş bir hakikati tekrar etmesinden daha faydalı. […] Gerçek problemleri çözmek yerine uyduruk problemler icad etmek ve bunlar üzerine bitmez, tükenmez tartışmalar yapmak filozofları gündemde tutar. Orijinal olmak isteyen filozof kendi adıyla anılacak bir sistem icad eder. Orijinal olmak uğruna Hakikat’in beyanı feda edilebilir …”
Hegel, Kant ve Heidegger gibi sistemci filozofları düşündüğümüzde bu satırların yazarı ünlü mütefekkir René Guénon’a hak veriyoruz. Tespit Guénon’un mühim bir eserinden: “Modern Dünyanın Krizi”. Aslında müellifin maksadı batılı filozofları eleştirmek değil; bundan çok daha derin bir tahlil arz ediyor. Ağız alışkanlığıyla “Batı medeniyeti” dediğimiz şeyin gerçekten bir medeniyet olup olmadığı sorgulanıyor bu kitapta.
Evet… René Guénon’dan bin yıl önce Haçlı seferleri sırasında iki “medeniyet” karşılaşmıştı. Arap tarihçi Usama ibn Munkid ( أسامة بن من) ve Frank ordusunda Vak’a-Nüvis görevi yapan Albert d’Aix ve Raoul de Caen’in yazdıklarına [1] göre Hatay’da ve Halep yakınlarındaki Maaret el Numan’da (معرة النعمان) Haçlılar Türkleri ve Arapları pişirip yediler:
“… Bizimkiler öldürdükleri Türkleri ve Arapları yemekten tiksinmedikleri gibi köpekleri de yiyorlar […] Bizimkiler yetişkinleri haşlıyor, çocukları ise şişe geçirip kızartıyorlardı …”
Batılılar bu sefer de Mali, Libya, ve Moritanya’dan gelen insanları hamburgerlerine katkı malzemesi yapmadan ya da onları bir gemiye bindirip uzaya, bilinmeyen bir yere doğru fırlatmadan önce ne yapılabilir? René Guénon’un bu kitabını okumak iyi bir başlangıç.
Batı “medeniyetinin” sahte kökleri
Bilmem dikkat ettiniz mi? Hem Avrupa’da hem de Amerika Birleşik Devletleri’nde kamu binaları hatta kiliseler eski Yunan tapınaklarını model alarak yapılmıştır: Devasa kolonlar, üçgen şeklinde frontonlar… (Yandaki bina ABD’deki Philadelphia Kütüphanesi) Belediyede pasaport sürenizi uzatmaktan başka bir derdiniz yoktur ama binayı çevreleyen basamakları tırmanırken kutsal bir yere kurban vermeye geldiğiniz hissi uyanır içinizde. Batıda yeni keşfedilen çiçeklere, böceklere, icad edilen makinelere, ilaçlara Yunanca ve Latince isim verilir. Çünkü batılı kendisini Greko-Romen zanneder. Kim bilir? Belki Grek felsefesini Araplardan öğrendiklerini bilmezler? Belki de “barbar” Hunların, Ostrogotların, Vizigotların torunları olduklarını kabullenmek ağır gelir nefislerine:
“… Rönesans denilen gerçekte bir çok şeyin ölümü oldu. Greko-Romen medeniyetine geri dönme bahanesiyle sadece göstermelik bir taklit yapıldı. […] Eksiklerle dolu bu ihya (fr. restitution) süreci fazlasıyla suni olmanın ötesine geçemezdi. Zira taklit edilen sûretler asırlardır gerçek hayatlarından mahrum bırakılmıştı. […] Seküler bir felsefe ve bilim anlayışı çıktı ortaya ki bu bir reddiye/ itiraz kültürüydü …”
Guénon’a göre tabiat bilimlerinin sekülerleşmesi yani Hakikat’ten koparılması “Bilim” algısını da etkiledi. Artık bilimsel araştırma insanlığa hizmet etmeyecek, birbirinden kopuk önemsiz detayların birikmesinden ibaret olacaktı. “Uzmanların” patent, para, şöhret ve kamu bütçesinden pay için birbiriyle çatıştığı bu sahaya yatırım yapan toplumlar ne kazanabilirdi? Maddî bir üstünlük? Müellif için bu üstünlük bir canavardı (fr. Monstruosité). Büyüdüğü zaman sahibini yiyecek bir canavar…
Guénon bugün el üstünde tutuğumuz bilim ve teknolojiye “canavar” derken neyi düşünüyordu? bilimsel ilerleme(!) olarak Edison’un elektrikle katlettiği filleri, at ve eşekleri mi yoksa Çin’de ve Hindistan’da kız doğma suçundan(!) idam edilen bebekleri mi? İleri teknoloji ürünü ekografiyle daha ana rahminde iken doktora(?) yakalanan bebeklerin kürtajı… (Bkz. Kadınsız bir dünyaya doğru) Bu katliam kızların diri diri gömüldükleri Cahiliyye devrinden bile daha acımasız değil mi? Zulüm bilim ve teknoloji ile merhametin tecelligâhına, ana rahmine ulaşmış artık. Ama katliamın adı “aile planlaması, kadın sağlığı” olunca yutuyoruz kolaylıkla. Başlarken demiştik ya: Kötülük olsun diye yapılmıyor zulümler. İnsanlar düşünmedikleri zaman meydana çıkıyor. Lisan bozulunca zulme direnmek imkânsız. René Guénon’un şu sözleri ne kadar isabetli:
“… Batılı bir yabancı orduya direnirse ‘vatansever’ denir. Eğer Batı ordularına direnen varsa ‘fanatik / terörist’ veya ‘yabancı düşmanı’ olur; sadece aşağılanmayı ve nefreti hak eder. Zaten Batılılar ele geçirdikleri her yerde bu işgali “adalet, özgürlük ve uygarlık” adına yapmıyorlar mı? Herkesi kendileri gibi düşünmeye mecbur edip farklı fikirleri yasaklamıyorlar mı? […] Batıda iki türlü insan var. Saf olanlar “uygarlaştırma misyonu” gibi süslü sloganlara aldanıyorlar. Bunlar açgözlülere ve şiddet yanlısı insanlara alet olduklarının farkında değiller. […] Doğulular Batıyı işgal etmeye çalışmıyorlar. Avrupalıların eziyetinden ve işgalinden kurtulmakla meşguller. Batının bu işgali doğuluların zihniyetini bile kontrol altına almakta. Ama ne acayip ki saldırganlar kendilerini mağdur gibi gösteriyor …” (Modern Dünyanın Krizi)
Gerçekte medenî olmayan Batı için bu sıfatı kullanmakla büyük hata ettik. Zira “medenî” kelimesinin anlamını bozduk. (fr. Cité / Civique/ Civile / civilisation) Bitlikte barış içinde yaşamayı, şehir hayatını anlatmalı; medineleri çağrıştırmalı bu kelime. İçtimaî menzili olan ahlâkî bir eftaliyet anlatmalı. Bugünkü gibi maddî/ parasal/ teknolojik bir hakimiyet değil. Bir ülke masum çocukları öldürüldükten sonra medenî olamaz. İster taşla, mızrakla işlesin bu cinayeti isterse uzaktan kumandalı bir füzeyle. Gazze’de, Halep’te, Hiroşima’da şehirleri (medineleri) haritadan silen insanları Atilla’dan, Cengiz Han’dan daha “medenî” kabul edersek suça ortak oluruz. Katil bir insanı öldürür. Katile “katil” demekten çekinenler ise içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar.
Ortaçağ ne ortadaydı ne de karanlıkta
Modern Avrupa kendi karanlığını, zulmetini parlak, zulmünü ise adalet gibi göstermek ister. Bu yüzden karalayacak bir “ötekine” ihtiyaç duyar. Moden çağların öcüsü ortaçağdır. Çok eskiden, bazen de başka coğrafyalarda yapılmış keşiflerin modern çağda yapıldığı iddia edilir. Guénon kitabında Çinlilerin keşfettiği matbaayı örnek vermiş. Bir de Asyalıların ve Vikinglerin çoktan keşfettiği Kuzey Amerika kıtasını. Fakat bu Ortaçağ konusunda biz Müslümanlar daha çok muzdaribiz. Zira Türkiyeli yarı-aydınlar yüzünden lisanımıza (fikrimize) sirayet etmiş virüsler var. “Ortaçağ karanlığı” bunlardan biri. Öncelikle Müslümanlar açısından muazzam bir çağdı, vasat/ orta kalite değildi:
“… Âdet olmuştur; ikide bir “Ortaçağ karanlığı”ndan, “insanlığın ve ilmin bu çağda geri kalmışlığı”ndan dem vurulur. Bizim sahte aydınlarımız olan entellerimiz de bu yönde en cıvık bir şekilde şartlanmışlardır! Oysa objektif bir incelemeye tâbi’ tutulduğunda, Ortaçağ, bâzıları için ne kadar karanlıksa bizim için de o kadar aydınlık bir çağdır. Zirâ:
- Kur’ân beşeriyete hidâyet olarak bu çağda inzâl olunmuştur;
- Hazret-i Muhammed (s.a.v.) son peygamber olarak bu çağda zuhûr etmiştir;
- Büyük İslâm medeniyeti bu çağda kök salmıştır;
- İslâm medeniyetinin eserlerinin ve ilminin uyandırdığı idrâk ile Avrupa medenîleşmeye bu çağda başlamıştır;
- Türkler bu çağda Müslüman olmuşlar,
- Anadolu ve İstanbul bu çağda fethedilmiştir;
- Kritik düşünce ve tabîata objektif bakış, Müslüman düşünürler ve bilim adamları sâyesinde, Kurtuba (Cordoba) ve Tuleytule (Toledo) şehirlerindeki İslâm üniversiteleri aracılığıyla Batıyı bu çağda uyandırıp aydınlatmıştır,
- Bu temeller üzerine kurulan Hıristiyan Avrupa üniversiteleri çok verimli bir ilmî ve estetik hareketin, Rönesans’ın, zuhûruna bu çağda öncülük etmiştir…ilh…
Bütün savaşlarına, vebâ salgınlarına, ekonomik sefâletlerine rağmen Ortaçağ, çeşitli ilmî, felsefî, içtimaî ve bediî (estetik) zinde akımların yeşerdiği cıvıl cıvıl, ışıl ışıl bir çağ olmuştur. Nitekim Yahudi kökenli Fransız mütefekkir ve müdekkiki Gustave Cohen (1879-1958) La Grande Clarté du Moyen âge yâni “Ortaçağın Büyük Aydınlığı” (Editions Gallimard, Paris 1967 baskısı) isimli eserinde bu husûsları delilleriyle ve büyük bir vukufla gözler önüne sermektedir …” (Prof.Dr. Ahmed Yüksel Özemre, “Ortaçağı sever misiniz?”)
Hakikat’in peşinde geçmiş Guénon’un hayatı, arayışlar ve buluşlar ile. Modern hayatın, materyalizmin sebep olduğu manevî boşluğu doyurmak için “okültist” ne varsa denemiş. Hatta 1912’de Fransa Büyük Locası’nda mason olmuş. 1916’da Leibniz üzerine yaptığı bir tez ile felsefe diploması almadan önce Müslüman oluyor Guénon! Tasavvuf ile açılan yeni bir kapı ve yeni bir isim: Abdel Wahid Yahya. Aramalar ve bulmalar devam ediyor. 1924’te Batı ve Doğu, 1927’de Modern Dünyanın Krizi, 1929’da Manevî Otorite ve Dünyevi İktidar, 1945’te Nicelik Egemenliği… 1951’deki vefatına kadar 26 kitap ve 350 makale yazıyor.
Sıradan modernite eleştirileri yerine Guénon zor olanı seçiyor: Batının kendi manevî köklerinden kopuşunun izini sürüyor ve çareler öneriyor. Arkadaş çevresi, etkilediği ve etkilendiği insanlarla Guénon’un hayatı başlı başına bir eser; belki bizzat yaşayarak “yazdığı” 27ci kitabı denebilir. İlerleyen teknolojiye, sürekli değişen içtimaî ve ekonomik gerçeklere rağmen Guénon’un saptamaları daha dün yazılmış gibi taptaze. Farklı, orijinal olmaya çalışarak sıradanlaşan batılı filozofların aksine Hakikat’i, sadece Hakikat’i bütün çıplaklığıyla haykıran Abdel Wahid Yahya’yı rahmetle anıyoruz.
Dipnotlar
1° Bu konuda iki kaynağa bakılabilir:
- Liber Christianæ expeditionis pro ereptione, emundatione, restitutione sanctæ Hierosolymitanæ ecclesiæ (Albert d’Aix)
- Gesta Tancredi in expeditione hierosolymitana (Raoul de Caen)
Not: Modern Dünyanın Krizi” önemli bir kitap olduğu için bir veya iki makale daha eklemeyi düşünüyoruz.
… E-kitap okumak için…
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek…Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.
İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Alışılagelmiş kitap sunumlarından farklı bir çalışma bu. Neden? Öncelikle kitap tanıtan kitap serisinde tanıtımı yazanlar da tıpkı tanıtılan sanatçı ve filozoflar gibi birer yazar. Bir çoğu profesyonel ve yarı-profesyonel olarak yazı hayatlarını sürdürmekteler. Ek olarak… katkıda bulunan yazarlar eserin güzelliği kadar kendi iç güzelliklerini, kişisel tecrübelerini, eserle ve yazarla tanışma serüvenlerini de ortaya koyuyorlar. Bu bakımdan kitap tanıtan kitapAktaş, Kafka, Ramazanoğlu veya Kazancakis ile olduğu kadar Başarslan, Gürkan, Becer ve Özdemir ile de tanışmanın veya mevcut dostluğu ilerletmenin güzel bir yolu. Bu 4cü kitapta Yine « ağır » konuklarımız var : Franz Kafka, Cihan Aktaş, Michel Houellebecq, Yıldız Ramazanoğlu, Nikos Kazancakis, Ali Şeriati, Jacques Derrida, Selim İleri, André Gide. 20 farklı kitap, Rusya, Fransa, İran, Almanya ve Türkiye’den 20 yazar. 98 sayfalık bu kitabı, kitap tanıtan kitapların dördüncüsün ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
1 Trackback(s)