RSS Feed for This Post

Modern Dünyanın Krizi / René Guénon (3)

goldVSsilverNOSYNCH060808

Fark ettiniz mi? Ekonomiden, finansal analizden anlayan borsacı kalmadı. Borsa “uzmanları” panik halindeki müşterilerin sırtından kazandıkları komisyonlarla zengin oluyor. Doğru yatırım kararı verip zengin olan “uzman” yok! İnanması zor mu? Bilgisayarlarda gezen sanal paranın miktarı ile gerçek ekonomiyi karşılaştırın. Yani fabrikada, tarlada üretilen değer nedir? Meselâ Chicago emtia borsasında bir günde el değiştiren buğday nasıl oluyor da dünyadaki gerçek buğdayın 60 katı olabiliyor? Petrol, nikel, bakır… Hep aynı şey. Bu bir yalan ticareti. Yani borsacı müşterisine söylediği yalanın belki bir gün doğru olma ihtimalini satıyor. İnsanlar ise gerçek para verip alıyorlar. Neyi? Zengin olma umutlarını. Borsacı zaten müşterisine ait olan bir duyguyu para karşılığı yine ona satıyor.

Yalan ertesi gün gerçekleşmiyor. Ama buna “yalan” değil “risk” deniyor. Böylece müşteri yeni “yatırımlara” yönlendiriliyor. Tabi borsacı her alım-satımdan komisyon alıyor. Yani borsacının kazanması için ekonominin iyi gitmesine veya müşterisinin kâr etmesine gerek yok. (Bkz. Goldman Sachs) Hisse aldıkları şirketin kâr etmesine de gerek yok. Yeter ki müşteri bir şeyler alıp satsın, ister kâr isterse zarar etsin; yeter ki durmasın; sürekli umut ve korku arasında gidip gelsin. Bu çarkın dönmesi için müşterinin sürekli ütüldüğü gerçeğini ondan saklamak gerek. Nasıl? Borsa “uzmanlarının” yaptığı bayat ve tutarsız yorumlar sayesinde:

“… Borsa güne kötü başladı… Altın yükseldi çünkü dolar sürpriz yaptı… ABD’deki işsizlik rakamları beklenenin üstünde. Onun için dolar düşecek… FED bugün bir açıklama yapacak, heyecanla onu bekliyoruz …” 

sehir

Değişenler Değişmeyen’e muhtaçtır

Hareket, sürekli değişim, olayların sürekli artan bir hızla meydana gelmesi… Sürekli kendi gerçeğini üreten “uzmanlar” sadece borsalı değil. Hizbullah uzmanları, PKK uzmanları … Bir gün savundukları neden-sonuç ilişkisinin tam tersini ertesi gün yeni bir “bilgi” olarak öne sürüyorlar.  Seyirci / okuyucu / müşteri okula yeni başlamış bir çocuk gibi: Sürekli yeni kelimeler öğrenmek zorunda. Ama kelimelerin anlamları sürekli değiştirildiği için eski kelimelerin yeni anlamlarını da öğrenmek gerek. Onun için “sıradan ölümlü” hiç bir konuda “uzman” olamıyor.

Sislerin içinde ilerleyen bir trende bulundunuz mu? Yahut açık denizde seyreden bir gemide? İnsanın gözleri (=aklı) bir mihenk noktası arar. İlerliyor muyuz? Biraz döndük mü? Hızımız ne kadardır? Tren yolcusu sislerin içinde bir kaç ağaç seçer bazen. Yahut gemideki uzaklarda bir adacık görür; gözleriyle ona tutunur hemen. Çünkü değişmeyen /sabit/ mutlak bir noktaya göre değişir Mekân’daki yeriniz.

274-620x443Gençlik fotoğraflarına uzun uzun bakan yaşlıları gördünüz mü hiç? İyi ki vardır o resimler. Yoksa insan nasıl inanır o yaşananların gerçek olduğuna? Eski bir film miydi yoksa gerçekten yaşadım mı bunları? Çeyiz sandığına saklanmış, naftalin kokan bir gelinlik, bir bebek çorabı. O bebek büyüdü çoktan. Tamam işte, biz de onun için sakladık o büyümeyen çorabı. İlkokul kitapları, eski model bir araba… Kıymetlidir bütün bunlar. Çünkü her şeyin sürekli değiştiği bir dünya yaşarsak Alzheimer hastaları gibi oluruz; her yeni günü hayatımızın ilk günü zannederiz.

Tevhid olmadan kesret olur mu?

Mutlak’ı reddetmekten kaynaklanan sürekli devinim hali insanları hiç bitmeyen bir Şimdi’nin içine sıkıştırdı. Genç kalma ve Şimdi’nin bütün hazlarını tatma saplantısı bizleri birer isteme makinesi haline getiriyor. İstemeyi istemesek bile isteklerimize hakim olamıyoruz. Ölüm’ü unutmak için estetik ameliyatla sürekli “gençleşen” bir kuşak geliyor.

Yani bizi hasta eden değişim fırtınasında finans/ ekonomi/ borsa yalnız değil. Her gün yeni bir kanser tedavisi(!) ve yeni hastalıklar icad eden doktorlar var. Seçimden bir gün önce partisinin iktidar olacağını söyleyen “uzman” siyasetçi seçimden sonra neden yenildiğini ve bu yenilginin aslında bir zafer olduğunu anlatmak için bir saat daha konuşuyor. Liste uzun. Kısacası bir meslek grubunun tamahkârlığı ile açıklanamayacak kadar büyük bir mesele var karşımızda. René Guénon’un şu saptaması ne kadar isabetli:

surekli-genclik“… Modern zamanın en görünen karakteri bu: Bitmek bilmez bir ihtiyaç! Neye? Harekete, sürekli değişime, olayların sürekli artan bir hızla meydana gelmesine.  Kesretin içinde dağılmak bu. Artık hiç bir ilâhî kanun şuuruyla tevhid edilemeyen bir kesret. Bilimsel çalışmalarda olsun, günlük hayatta olsun analiz son kerteye itiliyor; her parça sonsuz küçük parçalara ayrılıyor. İnsan faaliyetlerinin birbirinden koparak anlamsızlaşması (fr. désagrégation); Şark insanını şoke eden bir şey bu: Sentez kabiliyeti noksanlığı, yoğunlaşmanın imkânsızlığı …”

Üzerinde konuştuğumuz “Modern Dünyanın Krizi” adlı kitabın müellifi Guénon birbiriyle alakasız gibi görünen fikrî hastalıkları tespit etmekle kalmamış, bunların birbirleriyle olan münasebetlerini de aydınlatmış. Bu bağlamda fikren tevhid üzere yürüdüğü söylenebilir. Bir başka deyişle düşünürlerin zaman zaman eleştirdiği hümanizm, materyalizm, bireycilik, faydacılık, pozitivizm gibi akımların birbirlerine nasıl eklemlendiğini çok güzel açıklıyor. Meselâ bireycilik (fr. individualisme) üzerine yazdığı şu satırlar:

“… Şimdiye kadar hiç görülmemiş bir durum: Bütün bir uygarlık pür reddiye üzerine inşa edilmiş olsun. Buna “ilkesizlik” de denebilir. Modern dünyaya anormallik vasfını veren de bu. […] Batının şu anki çöküşünün sebebi bireyciliktir. Diğer bütün gelişmeleri dışlayarak; sadece süflî (fr. inférieur; سفلی) arzuları karşılayarak gelişti. Bu gelişme her türlü ilâhî düşünceyi dışladı. Zaten ancak bu şekilde büyüyebilirdi çünkü bireyci gelişme her türlü maneviyatla ve hakiki akılla taban tabana zıttır …”

İnsan’ın insanlıktan çıkışı ya da Hümanizm

ALZHEIMERSTabi bu noktada Guénon’a sormak lâzım, neden böyle oldu? Yani neden bireycilik bir hukuk düzenine evrilmedi? Neden bireylerin vicdanları ve ahlâkî tercihleri barışı ve huzuru tesis etmede yeterli olmadı? Bunun yerine bireycilik neden “sadece süflî  arzuları karşılayarak” ve “ her türlü ilâhî düşünceyi dışlayarak” gelişti? Çok şükür Guénon bu sorumuza da peşinen cevap vermiş:

 “… Rönesans ile birlikte yüceltilen bir kelime vardı ki bütün modern uygarlığın programını özetliyordu: Hümanizm. Bu her şeyi beşerî ölçülere indirgemekten ibaretti. İlâhî olan her şey reddedilecekti. Bir başka deyişle insanlar yere (dünyaya) hakim olma bahanesiyle Gök’ü terk ediliyorlardı. İzinden gittiklerini iddia ettikleri Grekler bile asla bu kadar ileri gitmediler. Aklî ve ilmî bakımdan en geri oldukları zamanda bile maddiyat birinci öncelik olmadı. Oysa modernlerin tuttuğu yol buydu.

Hümanizm daha sonraları çağdaş lisanda “laikçilik” (fr. laicisme) denecek olan ideolojinin ilk şekliydi. Her şeyi beşerî ölçülere indirgeme ve bu indirgemeyi vasıta hüviyetinden çıkarıp nihaî maksad yapmak; kendi için istemek; kendine yeter bir hedef haline getirmek… Bunun neticesinde İnsan tasavvuru da adım adım içindeki arzuların en aşağı olanlarına yani nefsine indirgendi. İnsanlar kendi tabiatlarının maddî yönünü doyurmaktan başka bir şey aramayan yaratıklar oldular. Ama bu arayış boşuna idi çünkü sürekli doyuramayacağı yapay ihtiyaçlar ihdas ediyordu …”

Müellifin ayak izlerine basarak bu “reddiye” (fr. négation) üzerinde durmak isteriz. Zira İnsan’ın kendisini dünya hayatıyla sınırlı kabul etmesi “modernite” dediğimiz meselenin özünü teşkil ediyor. İnançlı olsak bile çoğumuz görünmez, adı konmamış bir ateist diktaya boyun eğmiş vaziyette yaşıyoruz:

 “… Eh, Madem herkes Müslüman değil, madem Ahiret konusunda mutabakat yok, biz de Ahiret’i hesaba katmayalım; ticareti, siyaseti, evlenmeyi, eğitimi… her şeyi Ahiret yokmuş gibi yaşayalım, ölünce bakarız … ”

Ateizmin iman şartları

Bu aldanışın sebepleri muhtelif. Ama en önemlilerinden biri bukalemun gibi renk değiştirmesi. Bilimde pozitivizm oluyor, sanatta natüralizm. Felsefede hümanizm kisvesiyle çıkıyor karşımıza, insanların birbirini sevmesi yetermiş gibi gösteriliyor. Bazen rasyonalizm maskesini takıyor, kibrimizi okşuyor: “Senin aklın var değil mi? Akıl sana yeter. Kutsal kitabı ne yapacaksın?”. Ama temelde bu bir reddiye, bir itiraz. Yokluğa iman etmekten ibaret. (Bkz. Kaliteli Ateizm kitabı)

Peki Mutlak’a itiraz yani şirk hangi maskeleri takar? Objektif bilgiyi, ölçülebilirliği, maddiyatı merkeze koyan akımlar hangi gerçekliğe tekabül eder? René Guénon’un kitabından seçtiğimiz kelimeler ve yine onun satırlarından istifade ederek şöyle bir liste yapılabilir:

  1. Materyalizm = Sadece madde vardır; mânâ yoktur.
  2. Pragmatizm = Sadece ekonomik hedefler vardır; ahlâkî düstur yoktur.
  3. Faydacılık (fr. utilitarisme) = Sadece beşerî fayda vardır; Vicdan yoktur.
  4. Akılcılık (fr. rationalisme) = Sadece akl-ı meaş vardır; akl-ı mead yoktur.
  5. Hümanizm = Sadece İnsan kendi fiillerinin hakemi olabilir; İnsan-üstü bir hakem yoktur.
  6. Pozitivizm = Sadece beş duyu ve ölçme bilgi kaynağıdır; Vahiyy, ilham, hikmet, irfan, ilim ve irşad yoktur.
  7. Hazcılık (fr. hedonisme) = Sadece zevkli olan fiil iyidir ; Nefsin hoşuna gitmeyen iyilik yoktur.

Felsefî tercihler ya da bilimsel yöntemlerden çok bir amentüye benzeyen bu “sadece X vardır; Y yoktur” listesi modernite tarafından dayatılan şirk amentüsü ya da ateizmin iman şartları gibi okunabilir. Son tahlilde her inancın mensuplarına ve hatta inançsızlara, yokluğa iman edenlere de asgarî bir saygı borçluyuz. Mesele insanların şu veya bu şekilde inanmasından mütevellit değil. Mesele yokluk inancının, Hakikat’e itirazın yani şirkin herkese dayatılmasından kaynaklanıyor. Yine Guénon’un isabetle teşhis ettiği gibi materyalizm (ve diğer veçheleri) insanlık kadar eskidir. İran’da, Arabistan’da, Eski Yunan’da ve Hindistan’da günümüzden binlerce yıl önce yaşamış halklar vardır ki bugün yaşasalardı kendilerine kolaylıkla pozitivist/ materyalist/ ateist vs diyebilirdik.

Hepsini tek tek anmaya gerek yok ama İslâm coğrafyasından bir kaç örnek vererek bu paragrafı bitirelim: Gazâli Hz Tehâfütü’l-Felâsife (تهافت الفلاسفة) adlı kitabında “Dehriyyûn”, “Maddiyyûn”, “Mu’attıla” ve “Zanadıka” diye anılan düşünürlerden bahsediyor:

“… Birinci sınıf dehrilerdir. Bunlar en eski filozoflardan bir topluluktur. Kâinat’ı idare eden ve her şeye muktedir olan bir yaratıcının varlığını inkar ederler. Alemin bir yaratıcı tarafından değil, öteden beri kendiliğinden mevcut olduğunu, canlının meniden, meninin canlıdan vücuda geldiğini, böylece ebedi olarak devam ettiğini iddia etmişlerdir ki, bunlar zındıklardır […] “Zanadıka” (zındıklar) veya “Ehlu’t-Tenasuh” her şeyi beş duyudan ibaret sayarlar, hislerle elde edilen bilgiyi gerçek bilgi kabul ederler ve bunun için kendilerine “Hissiyyün” denir. […] Bazıları ruhun ve Yaratan’ın varlığı inkar ederler, bu yüzden “Mülhidler” ve “Muattıla” (Ateistler) olarak adlandırılırlar.

[…] Asla eskimeyen, yaşlanmayan ve yıpranmayan ve her şeyin içinde eskidiği tek yüce bir varlığa inanırlar; buna “dehr” derler (zaman); bunun için de kendileri “Dehriyyün” olarak adlandırılırlar. Bir de inanırlar ki maddenin ötesinde başka hiç bir gerçek yoktur; bundan dolayı da kendilerine “Maddiyyün” (Materyalistler) denmiştir. Alemin iki buutu vardır. Dehr ve madde. Onlara göre dehr ve madde, ezeli olduğu için alem de ezelidir ve yaratılmamıştır; bundan dolayı da, alem sürekli varoluş içinde sonsuza dek devam edecektir …”

Laiklik: Ayırd etmek başka şey ayırmak başka!

Okulda öğretilen kemalist tekerlemeyi kim hatırlıyor? “Laiklik dinsizlik değildir, din işleriyle devlet işlerinin ayrılmasıdır”. Aslında din ve dünya işlerini ayırmak her ikisi için de yıkıcı. Dinsiz dünya insanları hayvanlaştırıyor. Dünyaya karışmayan din ise en iyi ihtimalle folklörleşiyor. Tabi zalimin elinde oyuncak olmazsa.

Yanlış anlaşılmayalım, elbette din ve dünya iki ayrı sahadır. Kendilerine has adamları ve ilimleri vardır. Ama dinî olanla dünyevî olanı ayırd etmek başka şey; din ile dünyayı tutup “caaart” diye ortadan ayırmak başka. İşte laikliğin hatası burada: Analitik zekânın parçalayıcı etkisine kapılıp her şeyi birbirinden koparmak, ayırmak; mevhumları ve eşyayı kendi başına kaim sanmak. Kısacası hissedilen ve akledilen dünya ile onu Yaratan’ın münasebetini görmezden gelmek. Laiklik özünde mahlûk ile HALIK’ı birbirinden ayırmaktır. Haritasız ve pusulasız sefere çıkan laiklik gemisi eninde sonunda ya batacaktır ya da politeist tasavvurun kıyılarına gelip karaya oturacaktır.

Neden böyle oluyor? Bunu anlamak için modernite ile birlikte dünyayı istila eden fikrî hastalıkların yeni olmadıklarını hatırda tutarak bakmak gerekiyor dünya tarihine. Ancak bu sayede görebiliyoruz ki maddiyyün tayfası yani materyalistler tarih sahnesine çıkmak için Karl Marx’ın Kapital’i yazmasını beklememişler. Binlerce yıldır insanlar şehirler ve imparatorluklar kurmuşlar. Bu zeminde dünyevî otoriteyi temsil edenler ile manevî otoriteyi temsil edenler zaman zaman çatışmaya girmişler. Her ne zaman rahipler ile kralların, askerlerin ve tüccarların arası bozulmuşsa  o zaman bir laiklik projesi çıkmış ortaya. Dünyayı isteyenler rahiplere ve dindarlara “siz inancınızın gereğini yapın ama bize karışmayın” demişler. (Guénon bu sürece örnek olarak Brahmanizm’in tarihi gelişiminden bazı detaylar vermiş. Gerçekten de Fransa’da laikliği doğuran sürece çok benziyor.)

İster Antik çağda olsun isterse modern zamanlarda, laikleşme süreçleri hep toplumsal kaosla neticelenmiş. Sanatta natüralizm böyle zamanlarda çıkmış meydana. Doğayı birebir taklit etme hamakatına “sanat” demişler. Hümanizm böyle bir devirde doğmuş. Nihayetinde İnsan’ın kendi kendini yarattığını ve kendi ahlâk ölçülerinin yaratıcısı olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiş Jean-Paul Sartre (Bkz. L’existentialisme est un humanisme, 1946). Dünya ile din birbirinden ne zaman ayrılsa manevî boşluğu insan nefsinin azgınlığı doldurmaya başlıyor. İnsan kendisini ilah sanıyor; Nemrutlaşıyor, Firavunlaşıyor. Guénon’un tabiriyle:

 “… Hiç bir şey ve hiç bir kimse olması gerektiği yerde değil. insanlar manevî sahada kimseyi otorite kabul etmiyorlar. Dünyevî iktidarlar meşru değil. Seküler olanlar din/ inanç tartışmaları yapıyorlar ve hatta maneviyatın varlığını reddediyorlar. Aşağıdaki yukarıdakini, zelil olan aziz olanı yargılıyor. Cehalet sınır koyuyor bilgeliğe. Hatalar Hakikat’in sahasını işgal ediyor. İnsan ilâh olma iddiasında; yerler Gök’ten eftal tutuluyor.Her şeyin ölçüsü olma davasındaki birey kendi zayıf ve zahirî aklıyla bulduğu kanunları Kainât’a dayattığı vehmediyor. İncil’de “kör rehberler! lanet olsun size” denilmiş. [Matta, 23: 16-22] Bugün başka körlere rehberlik eden körler görüyoruz. Zamanında durdurulmazlarsa her ikisinin de öleceği bir uçuruma düşecekler …”

Adalet ve racon arasında fark vardır

Her müessese doğal işleyişi icabı kurallar koyar. Ama bu kurallar adaletin tecellîsi değildir. Bir arada yaşamak/çalışmak için gereklidir sadece: İşe giriş çıkış saatleri, kırmızıda durmak, yeşilde geçmek… Meselâ Trafiğin soldan işlediği ülkeler var. Bunun gibi trafik lambaları da ters çevrilse ve herkes uysa adalete aykırı olmaz. Ama herkesin “özgürce” cinayet işlediği veya hırsızlık yaptığı bir ülke hayal edemezsiniz. Bu ancak bir kaos olur.

Kısacası kalbimizdeki vicdanın toplum kurallarına aksetmesi adalettir. Ama her kural, her tüzük adaletle ilişkili olmayabilir. Adalet’i ancak Ahiret’e inananlar tesis edebilirler. Ama din ile dünyayı ayırmış laik bir topluluk ancak ateşkes yapabilir. Çıkar birliği bitince ortaklık (şirket) bozulur. ABD ile Rusya’nın IIci dünya savaşındaki ittifakı ve daha savaş bitmeden ABD-Rusya arasında başlayan soğuk savaş buna güzel bir örnek. Meselâ banka soyan 5 kişi çaldıkları parayı “adil” biçimde paylaşabilirler. Bu adalet değildir. Çıkarları icabıdır. Kavga olmasın, kimse polise ihbar etmesin diye birbirlerini hoş tutarlar. Avrupa Birliği de adaleti değil ortak pazarı amaçlayan bir topluluktur. (Bkz. Maastricht (1992) ve Lizbon (2007) antlaşmalarının “ortak pazar” ve “para politikaları” ile ilgili maddeleri)

Bazen adına “adalet” dense de özünde bir ateşkes olan laik düzen:

  • Bireyler ve devletler arasındaki fayda üzerinden hesaplanan bir denge noktası olduğu için bireyciliği ve faydacılığı gerekli kılar,
  • Laik düzen dünyevî ve sadece dünyevî olduğu için pragmatizmi gerekli kılar, ahlâkî ilkeleri açık veya gizli olarak reddeder,
  • Adalet yerine ateşkes tesis edildiği için laik düzen İnsan-üstü otoriteyi reddeder, hümanist dogmalara yani nihaî hakemin ancak insan olmasına muhtaçtır,
  • Tüccar-asker (=objektivist) vizyonu sebebiyle endüstrinin kölesi olmuş bir bilim ister, pozitivisttir; bilimin uygulaması olan bir endüstri işine gelmez,
  • Materyalist ve rasyonalisttir. Ahlâkî ilkeleri reddettiği için vicdan ve akl-ı mead insanların iç dünyasına hapsedilmelidir. Laik düzenin sürmesi için din teni aşmamalıdır.

Peki bütün bu vasıfları haiz laik/ rasyonalist/ pozitivist… ilh bir “düzen”  insanları nasıl etkiler? Adaleti değil ekonomik çıkarların dengelenmesini amaçlayan bir ekonomi-politik topluma ne getirir, ne götürür? Buna cevap olarak René Guénon’un sözleriyle yazı dizisini bitirelim. 1927’de yani günümüzden 87 yıl önce yazılmış bu satırlardaki öngörülerin isabetli olup olmadığına karar vermeyi de okurlarımızın irfanına terk edelim:

“… Modern Batı insanların daha az çalışıp kanaatkâr olmasına tahammül edemez. Sadece nicelik önemsenir ve 5 duyu ile algılanmayan yok hükmündedir. Bu yüzden maddî üretim yapmayan “tembel” damgasını yer. Şark insanına yönelik önyargılar büyük ölçüde buradan beslenir. Hatta dindar geçinenler nezdinde bile maddî karşılığı olmayan tefekkür gibi faaliyetler alay konusudur.

Böyle bir dünyada insan aklının ve iç dünyasının kıymeti yoktur. Çünkü bunlar görünmez, dokunulmaz, sayılmaz ve terazide tartılmaz. Ne kadar anlamsız olursa olsun dışarıdan görünebilecek eylemlerin kıymeti vardır. Bu yüzden Anglo-Saxon kültüründeki spor saplantısının her geçen gün topluma sirayet etmesine şaşmamak gerekir. Bu dünyanın ideali kas gücünü azamî geliştirmiş olan “hayvanî insan” denebilecek bir yaratıktır. Hayran olduğu kahramanlar ise kaba saba olsa bile sporculardır. Halkı coşturan onların başarıları, rekorlarıdır. Böyle bir toplum insanlıkta dibi bulmuştur ve sonu yakındır …”

 

sportscience1

 

… E-kitap okumak için…

sen-insansinSen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.

kapak-kucuk-2Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapakGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak

Fethullah Gülen’i yi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitikAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Kitap Tanıtan Kitap 1

Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek…Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz. 

 

Kitap Tanıtan Kitap 2

Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.  

Kitap tanıtan kitap 3

İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

Kitap tanıtan kitap 4

Alışılagelmiş kitap sunumlarından farklı bir çalışma bu. Neden? Öncelikle kitap tanıtan kitap serisinde tanıtımı yazanlar da tıpkı tanıtılan sanatçı ve filozoflar gibi birer yazar. Bir çoğu profesyonel ve yarı-profesyonel olarak yazı hayatlarını sürdürmekteler. Ek olarak… katkıda bulunan yazarlar eserin güzelliği kadar kendi iç güzelliklerini, kişisel tecrübelerini, eserle ve yazarla tanışma serüvenlerini de ortaya koyuyorlar. Bu bakımdan kitap tanıtan kitapAktaş, Kafka, Ramazanoğlu veya Kazancakis ile olduğu kadar Başarslan, Gürkan, Becer ve Özdemir ile de tanışmanın veya mevcut dostluğu ilerletmenin güzel bir yolu. Bu 4cü kitapta Yine « ağır » konuklarımız var : Franz Kafka, Cihan Aktaş, Michel Houellebecq, Yıldız Ramazanoğlu, Nikos Kazancakis, Ali Şeriati, Jacques Derrida, Selim İleri, André Gide. 20 farklı kitap, Rusya, Fransa, İran, Almanya ve Türkiye’den 20 yazar. 98 sayfalık bu kitabı, kitap tanıtan kitapların dördüncüsün ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

kitap tanitan kitap 5Kitap tanıtan kitap 5

İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:FS Tarih: Nis 27, 2015 | Reply

    Modern dünyanın krizini çok beğendim . Analizler harika !

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin