Sanatın Menzili Eşyanın Hakikâtidir (حقيقة الأشياء)
By my on Eyl 14, 2014 in Derin Burckhardt, İslam, Soyut Sanat
Gerçekler Hakikat’in gölgeleridir
“… ALLAH, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir billur içindedir; o billur da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan çıkan yağdan tutuşturulur. Yağı, nerdeyse, kendisine ateş değmese bile ışık verir. Nûr üstüne nurdur. ALLAH dilediği kimseyi nuruyla hidayete iletir. ALLAH insanlara misal verir; ALLAH her şeyi bilir …” (Nûr Sûresi, 35)
Vacip varoluş: Varlığı kendinden, bir başkasının yaratmasıyla var olmaktan münezzeh, ezelî ve ebedî Allah’ın varlığıdır. Mümkin varoluş: O’nun var etmesiyle tahakkuk eden, O’nun emriyle yok olmaya mahkûm, bu bakımdan varlığı ve yokluğu O’nun kudretine nispetle aynı olan mahlûkatın varoluşudur.
Cahil ve günahkâr bir kişi “Lâ mevcude illâ hu” yâni “O’ndan başka varlık yoktur” derse yalandır, hatta riyakârlık yapmış olur. Zira kesret üzeredir. Maddenin, eşyanın, dünyanın cazibesinden kurtulmadan, belki kendini halka beğendirmek böyle konuşuyordur. Bir yandan “ben yokum” diyor diğer yandan hâlâ bütün benliğiyle “yokluk” isnad ettiği varlıklara meylediyor. Fakat istiğrak halindeki bir alim sadece vacip varlığa hasreder, mümkinin varlığını inkâr eder. Onun bu hali bizim gibilerin lisanında “mânevî sarhoşluk” olur. Ama o “sarhoşun” zaviyesinden kendimize bir lahza olsun bakabilseydik belki de utancımızdan ölürdük. Çünkü o nûr ile bir anda maddenin sarhoşu ve müptelâsı olduğumuzu idrak ederdik de kalbimiz bu utancın nârıyla mum gibi erirdi. Meselâ Hasan-ı Basrî Hz çocukluk günlerini Medine’de geçirmiş, sahabilerin yaşadığı zühd hayatını teneffüs etmişti. Basralılara zühdün ne olduğunu şu sözlerle anlatıyordu:
“… Vallahi, yetmiş Bedirliye yetiştim, çoğu kez giydikleri sof idi. Eğer siz onları görseydiniz deli sanırdınız. Onlar da sizin iyilerinizi görselerdi ‘bunların ahirette bir nasibi yok’ derlerdi. Kötülerinizi görselerdi, ‘bunlar hesap gününe inanmıyorlar’ derlerdi. Öyle insanlar gördüm ki dünyaya ayaklarının altındaki toprak kadar kıymet vermezlerdi. Dünya kendilerine doğmuş, batmış, filan gitmiş, falan gitmiş hiç umurlarında değildi. Öyle insanlar gördüm ki bunlardan biri akşam eder, yanında azıcık azık vardır, yine hepsini yemez. ‘Bunun hepsini kendi karnıma koymayayım, bir kısmını da Allah için sadaka vereyim’ diye düşünürdü …”
Peki Vahdetü’l vücut şuuru ile zühd arasındaki bu münasebet kelimelerle aktarılabilir mi? Akıla, lisana sığar mı? Daha da önemlisi, herkese öğretilmeli midir? Mesnevî-i Nuriyye’de Vahdetü’l vücut hakkında “Tevhidde istiğraktır ve nazara sığmayan bir tevhid-i zevkîdir” denilmiş. Zaten makbul olan ahlâk ile (henüz) şereflenmemiş , belli merhalelerden (henüz) geçmemiş bir insanın Vahdetü’l Vücut hakkında akıl yürütmesi de akılsızlık değil midir? Hz Ömer (r.a.) Efendimizin buyurduğu gibi aklın haddini bilmesi de aklın emaresi değil midir? Mektûbat’ta Bediüzzaman Hz bu hususa şöyle dikkat çekmiş:
“… O meşrep, daire-i esbaptan geçip, terk-i mâsiva sırrıyla, mümkinattan alâkasını kesen ehass-ı havassın istiğrak-ı mutlak hâletinde mazhar olduğu salih bir meşrebdir. Bu meşrebi esbab içinde boğulanların ve dünyaya aşık olanların ve felsefe-i maddiye ile tabiata saplananların nazarına ilmî bir sûrette telkin etmek, tabiat ve maddede onları boğdurmaktır ve hakikat-ı İslâmiyyeden uzaklaştırmaktır …”
Tezyin Sanat’tın adalet üzre icra edilmesidir
Aslında tezyin müşahhas olanın mücerred lisan ile izharı değildir. Böyle bir çaba belki Picasso, Rotko, Kandinsky veya Klee gibi batılı soyut ressamlar için geçerli olabilir. İslâmî mânâda tezyin renklerin ve sûretlerin yerli yerinde olması yani sanatın adalet üzere yapılmasıdır. Çünkü tezyin eşyanın sûretini değiştirmez, tersine gerektiği gibi resmeder. “Gerektiği gibi” diyoruz çünkü iman bir tür bilgidir, bilgi de bir tür imandır. Aksi takdirde “eşya hakkındaki bilgileri bilen ‘Ben’ kimdir ve nerededir?” sorusu cevapsız kalırdı. (Bkz. Derin insan kitabı) Hülasa bir şeyler bildiğini iddia eden insan:
- Kendisinin ve hakkında bilgi sahibi olduğu şeylerin değişmez birer hüviyetleri olduğuna,
- bu hüviyetlerin zamandan münezzeh bir şekilde bozulmadan sürdüğüne,
- “bildiklerinin” bildiği şekliyle mevhumlaşmasının “doğru” olduğuna,
- cemiyet sayesinde “bilgi” statüsü kazanmış olan illiyet (nedensellik), zaman, kimlik gibi vehimlerin araz değil cevher olduğuna,
- 5 duyusunun yanılmadığına,
- Bilgi kaynağı olan kitapların/alimlerin “doğru” söylediğine,
- vb
iman eder. Bunlara iman etmeyen bir özne, bir “bilen” tasavvur edilebilir mi? Yahut itikadî bilgileri anlamadan dini, ibadeti, takvayı ezbere, takliden robot gibi “öğrenen” bir insanın imanı kâmil sayılabilir mi? (Bkz. Organik dinimi istiyorum isimli e-kitap) Evet… Bir kez daha tekrar edelim, iman bir tür bilgidir, bilgi de bir tür imandır. İmansız bilgi olmayacağı gibi bilgisiz de iman olmaz. Bu mevzudaki felsefî sorgulamalar üzerine daha detaylı okumak isteyen okurlarımız şu eserlere de başvurabilirler:
- David Hume: İnsan kavrayışı üzerine bir sorgulama , 1748 (İng. An Enquiry Concerning Human Understanding)
- Ludwig Wittgenstein: Kesinlik üzerine, 1951 (Alm. Über Gewißheit)
- Martin Heidegger: Varlık ve Zaman, 1927 (Alm. Sein und Zeit)
- Jean-Paul Sartre: Varlık ve Hiç, 1943 (Fr. L’Être et le Néant)
Fakat biz konudan uzaklaşmadan sanat-inanç ilişkisinin temelindeki estetik tercihlerin, Titus Burckhardt’ın tabiriyle lisan-ı sûretin dayandığı fikrî zemini bir kez daha hatırlatalım: Sanatçı yalan söyleyerek, gerçekleri saklayarak Hakikat’i anlatamaz. Hristiyan sanatındaki tahrifat Hristiyan itikadının bozulmasında temel sebeplerdendir. Çünkü O’nu anlatan, O’nun yoluna çağıran bir sanat eseri sadece muhteva itibariyle değil lisan-ı sûret itibariyle de O’nun rızasına tabi olmalıdır. İlk bakışta bu tercihin edeben yapıldığı söylenebilir. Ama aynı zamanda ilmen, mantıken, aklen de bu böyledir. Zaten kendini, “Ben” derken neyi kastettiğini bilmeyen bir insanın eşya hakkında “ben biliyorum” demesi ne acınacak bir durumdur. Niyâzî-i Mısrî Hz’nin buyurdukları gibi:
“…
Savm u sâlât u hac ile sanma biter zâhid işin,
İnsân‐ı Kâmil olmaya lâzım olan irfân imiş
Kande gelir yolun senin ya kande varır menzilin,
Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş.
…”
Tezyinî sanatların manevî veçhesi
“Kutsal Sanatın İlkeleri ve Yöntemleri” isimli kitabında Titus Burckhardt bir çok sanat tarihçisinin gözünden kaçan bir şeyi yakalamış: Nedir? Figürlerin tekrar edilmesiyle hüviyetlerini yitirmelerini:
“… Tezyin Müslüman sanatçı için sadece figürsüz resim demek değildir. Tezyin figürü veya temsil ettiği mânâyı zihinde eritmenin, çözmenin bir yoludur. Bu tekrar, Kur’an’daki bazı ifadelerin zikir esnasında tekrar edilmesine benzer; arzu edilen nesneye odaklanmayı engel olur. Tekrar edilen figürler bir sonsuzluk örgüsü içinde eritilirler. […] İnsan dalgaların üzerindeki pırıltıyı veya rüzgârda titreyen yaprakları gördüğü andaki gibi gündelik endişelerden, heveslerden ve nefsinin putlarından sıyrılır; en saf varlığı ile ruhunun derinliklerine dalar …”
Tabi soyutlaştırıcı etki figürlerin tekrar edilmesinden ibaret değil. Figürlerin çoğunlukla sadeleştiğine tanık oluruz. Bahçe duvarı, çeşme vb yerlerdeki kabartmalarda de içbükey / dışbükey olarak resmedilen kuşlar, balıklar iç içe geçer. Halı ve kilimlerde ceylan vb figürlerin bir ters bir düz resmediklerini, bazen de simetrik şekilde saglı sollu yerleştirildiklerini görürüz. Avluları süsleyen duvar ve paravanlarda ise bir “çerçevesizlik” vardır. Sarmaşık dallarına benzeyen bitkisel figürler bir köşeden diğerine uzar gider. Zaman zaman çiçek açar ama köksüz bitkilerin bu uçsuz bucaksız bu uzanışı da onları bitki olmaktan çıkarır, soyut birer güzellik haline getirir.
Kullanılan teknik ne olursa olsun mücerred sanat sayesinde figür zahiri hüviyetinden sıyrılır. Ona bakan seyircinin güzel çiçeği değil Güzel’i görmesi sağlanır. Tezyin ile musiki haline dönüşen sûretleri seyreden göz (=akıl) bu sayede zahiri hüviyetler diyarından yani dünyadan çözülür, Ahiret’e bağlanır. Yegâne hüviyet Sahibi’ne agâh olur. Figüratif resmin ve natüralist/ taklitçi sanatın aksine İslâm sanatında eşya kâim bir varlık gibi resmedilmez. Zira eşya hayy ve kayyûm vasıflarını haiz değildir. Eşyayı zâtı ile kâim ve/veya zâtı ile hayat kaynağı imiş gibi tasvir etmek Kur’an’a muhalefe etmek olmaz mıydı? (Bkz. Bakara, 2/255; Âl-i İmrân, 3/2; Tâ-hâ, 20/111) Kısacası mücerred sanat sayesinde figür zaten hak etmediği hüviyetinden sıyrılmış olur.
… E-kitap okumak için…
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek…Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.
İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Alışılagelmiş kitap sunumlarından farklı bir çalışma bu. Neden? Öncelikle kitap tanıtan kitap serisinde tanıtımı yazanlar da tıpkı tanıtılan sanatçı ve filozoflar gibi birer yazar. Bir çoğu profesyonel ve yarı-profesyonel olarak yazı hayatlarını sürdürmekteler. Ek olarak… katkıda bulunan yazarlar eserin güzelliği kadar kendi iç güzelliklerini, kişisel tecrübelerini, eserle ve yazarla tanışma serüvenlerini de ortaya koyuyorlar. Bu bakımdan kitap tanıtan kitapAktaş, Kafka, Ramazanoğlu veya Kazancakis ile olduğu kadar Başarslan, Gürkan, Becer ve Özdemir ile de tanışmanın veya mevcut dostluğu ilerletmenin güzel bir yolu. Bu 4cü kitapta Yine « ağır » konuklarımız var : Franz Kafka, Cihan Aktaş, Michel Houellebecq, Yıldız Ramazanoğlu, Nikos Kazancakis, Ali Şeriati, Jacques Derrida, Selim İleri, André Gide. 20 farklı kitap, Rusya, Fransa, İran, Almanya ve Türkiye’den 20 yazar. 98 sayfalık bu kitabı, kitap tanıtan kitapların dördüncüsün ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
2 Trackback(s)