Zaman maddeyi ifsada uğratır, kelâm bâkidir
By my on Eyl 15, 2014 in Derin Burckhardt, İslam, Soyut Sanat
“… Tıkır tıkır işleyen bir saat değil çarkları çoktan kırılmış, paslanmaya başlamış bir saat ölüsüdür Zaman’ın geçişini gösteren …” (Derin Zaman Kitabı’ndan)
Hüsn-ü Hat: Güzel’i güzel yazmak
Gerçek şu ki bütün dinî sanatlar İslâm sanatı ile aynı yolu izlemediler. Meselâ başlangıçta bir “tek tanrı dini” olan Hristiyanlık hem Grek mirası hem de Teslis gibi Vatikanist tahrifat sebebiyle natüralizme yaklaştı. (Bu konuda sanat tarihçilerinin yazdığı çok sayıda kıymetli eser var. Kanaatimizce iyi bir başlangıç noktası olarak şu iki esere bakılabilir ki Türkçe çevirileri de yayınlanmış: Pavel Florenski’nin yazdığı Tersten Perspektif; Erwin Panosky’nin özgün denemesi Perspektif: Simgesel bir biçim)
Önceki bölümde de Hristiyan sanatındaki tahrifattan bahsedip bu tahrifatın Hristiyan itikadı üzerinde menfi tesiri olduğunu söylemiştik. (Ek olarak bkz. İslâm sanatının tahrifi İslâm inancının da tahrifidir) Oysa Müslüman sanatçılar Tevhid’e bağlı kaldılar. Mücerred sanatı Müslümanların icad ettiği söylenemez ama onu çok ileriye taşıdılar. Özellikle soyut ifadenin doruk noktası sayılabilecek hat sanatındaki muhteşem örnekler bunun en güzel ispatı. Fakat hüsn-ü hattın ehemmiyetini anlamak için daha da derinlere inmek icab ediyor. Ama biz kolay yolu seçelim ve bir kez daha Titus Burckhardt’ın dehasından istifade edelim:
“… İslâm’da dinî sanatın mükemmellik noktası hüsn-ü hattır. İlâhî mesajın tecessüm etmiş hali olduğu için Hristiyanlıktaki ikonalarla aynı işleve sahip olduğu söylenebilir. […] O’nun kelâmı sanatta tecessüm eder ama özde mücerreddir. Sanatın maksadı (haşa) kelâmın yerini almak değildir. Müşahhas olan sûret (renk, ahenk, musiki…) mücerred olan mânâlara işarettir. Kalpte saklı olan, bilkuvve halde bekleyen mânâlar dışarıdan gelen maddî/ şeklî güzelliklerle agâh olur (uyanır) …”
Müellif elbette haklı zira tersini yapmak, yani belli şekilleri tabulaştırmak şirk olurdu. Belki Hristiyan sanatçıların düştüğü bir tuzak bu. Yani ilâhî mesajı aktaran resimler yapmak isterken ilâhî mesajın yerine figürler, semboller koydular. Haliyle insanların kelâmını “ilahî mesaj” diye aktardılar. Oysa ilâhî mesajın kuşaktan kuşağa aktarılması için bu konuda büyük bir özen gösterilmesi yani beşerî tasavvurun, tahayyülün mahsulü olan sûretlerler ile kirletilmemesi icab eder. Bu özen ümmetin nifaktan, bid’atten ve başka sıkıntılardan muhafazası için de elzemdir. Zira ilâhî kelâmdan uzaklaşan, beşerî tasavvurla ortaya konan ideolojilerin taraftarları dahi birbirleriyle çatışırlar. Çünkü ideolojileri ne olursa olsun çıkar ilişkileri nefsanîdir. Ortaklıklar dünyevî fayda/ tehdit etrafında odaklanır. Paylaşılacak pasta küçülürse eski dostlar düşman olur.[1]
Zaman’ın geçişi maddeyi ifsada uğratır, kelâm bâki kalır
Bu zaviyeden bakıldığında ilâhi sanat yolunun talebesi Güzel’i güzel çizmek yerine Güzel’i güzel yazmak ister. Zira Titus Burckhardt’ın isabetle tespit ettiği gibi resim, heykel maddeden yapılır ve Mekân’a dair bir ifade biçimidir. Zaman’ın geçişi maddeyi ifsada uğratır. Oysa Kur’an yani O’nun kelâmı (haşa) aşınmak, eskimek yahut modası geçmek muhaldir. Haliyle zamansal yolla, “sadece” kelâmı aktarmayı mümkün kılan hüsn-ü hat mekânsal ifade biçimlerine kıyasla bir eftaliyet arz eder. Meselâ tezhib için figüratif resme kıyasla “mücerred” denebilir. Ama hüsn-ü hat mücerred olmak bakımından tezhibe kıyasla daha da eftalidir. Çünkü ahenkle tekrar eden renk ve çiçek vs sûretlerden de mücerred olmuştur. Tıpkı masivadan mücerred olan bir derviş gibi.
Yine Burckhardt’ın tavsiyesi üzere şifahî kültürün hakim olduğu göçebelere bir de bu gözle bakmak gerekir. Yazısız ve resimsiz olarak aktarılanların, meselâ geleneklerin muhafazası belki de daha sadık bir biçimde yapılıyordur. Böylesi bir toplulukla mukayese edin biz modernleri: Bilgi kirliliği yaşayan modern dünyayı karşılaştırın. Binlerce imaj, görsel ve sözel mesajlar, sloganlar… Her şeye üzülen, sevinen ama hiç bir şeyle tam olarak ilgilenmeyen modern insan… iPad ile yalnız başına oyun oynayan bir şehirli mi daha ileri yoksa ateşin başında ninesinden dinlediği masalları torunlarına anlatan bir köylü mü?
… Ya Hürriyet ve mücerred sanat arasındaki münasebet?
Sözel aktarım geleneğinin hat sanatıyla görsel sahaya taşınmış olması Titus Burckhardt’ın israrla üzerinde durduğu bir husus. İslâm coğrafyasında yaygın olan minyatürlere baktığımızda da bu anlatıcı görselliği hemen fark ederiz. Askerlerin yüzleri birdir; ağaçlar, tepeler tıpatıp aynı olmasa bile aynı motiflerin tekrarıyla / çoğaltılmasıyla elde edilmiştir. Tekrar sayesinde görsel ögeler harfleşmiştir. Artık bu tür resime bakılmaz, okunur:
“… Askerler tepelerin arasından geçiyordu. Yükseklerde ağaçlar vardı. Sultan atının üzerindeydi. Askerler şöyle, sultan ise böyle giyinmişti …”
Okuyan insan hürdür. Oysa bakan insan ressamın kölesidir. Figüratif bir resimde biz ressamın gördüğü tepeleri, askerleri, ağaçları görebiliriz sadece. Onun bize dayattığı açıdan, yapay ışık ve gölgeler ile dar bir pencereden bakarız. Figüratif resmin mesajı dışarıdan bir dayatma yapmaya müsaittir çünkü bakılır. Oysa mücerred resmin mesajı seyircide zaten bulunan bir güzelliği uyandırmaya daha yatkındır çünkü okunur. (Bkz. İslâmî sanat kalbe hitab eder, batıda ise muhatab akıldır)
- Boşnak asıllı Osmanlı minyatürcü, hattat, tarihçi ve matematikçi Matrakçı Nasuh’un minyatürü: Konusu Sultan Süleyman’ın Nahçevan seferi.
- Eugène Delacroix’nın 1837’de yaptığı “Taillebourg Savaşı” adlı yağlıboya tablo, merkezde Kral 9cu Louis.
Netice
Rotayı net bir şekilde figüratif resme çevirmiş olan Hristiyan sanatı özellikle Rönesans sonrasında sanat olmaktan çıkıp bir propaganda aracı haline dönüştü. Hristiyanlığı değil Vatikanizmi “öğretiyor” bu görseller. Komünist ve faşist propagandanın yollarının kesiştiği noktada; şaşırtıcı bir şekilde Vatikanist propagandaya rastlıyoruz. Tıpkı siyasî ideolojilerde olduğu gibi seyirciyi çocuklaştıran bir lisan-ı sûret. Ruhban sınıf ile inananlar, “sıradan ölümlüler” arasına adeta bir bürokrasi veya hiyerarşi ihdas ediliyor:
“… Sen cahilsin, kurtulmak istiyorsan fazla sorgulama, itaat et! Sen boşsun, biz seni dolduracağız. Sana ne yapman, neye nasıl inanman gerektiğini öğreteceğiz…”
İslâm sanatında ise hür insana hitab eden, dış görsellerle içerideki güzellikleri uyandırmak isteyen bir çaba var:
“… Sen insansın, hürsün. Bak hat, ebru, tezhib… Fayda/tehdit arz etmeyen bu tasvirler, bütün bu figürsüz güzellikler seni etkliyor. Demek ki sen de güzelsin. Dünyadaki varlığın asla bir rastlantı değil. Zatı, sıfatı, ef’ali güzel olan O’nun muradısın. O’nun tarafından seviliyorsun. Sen de O’nu ve yarattıklarını sevmeye layıksın. Muhsin ve merhametli olmalısın. O’nun güzelliklerinin tecelligâhı ol. Çünkü sen eşref-ül mahlûkatsın. Sen İnsan’sın, homo-economicus değilsin …”
Dipnotlar
1° Meselâ farklı ülkelerden bir çok insan sosyalizm için canını vermiştir. Ama ortak, “evrensel” bir doktrin ortaya koyamamışlardır. Resmen “sosyalist/komünist” olan Macaristan’da ve eski Çekoslovakya’da grev yapan işçileri komünist Rusya’dan gelen tanklar tarafından ezilmiştir. (Bkz. Derin MAЯҖ kitabı) Keza Küba’daki işkenceler, Estonya, Azerbaycan, Kamboçya ve Çin’deki katliamlar da buna delildir. Liberalizm ve/veya kapitalizm için de durum aynıdır. İngiliz, Amerikan ve Fransız ordularının para için öldürdüğü insanların haddi hesabı yok.
… E-kitap okumak için…
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmak olabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap okumak… Jean Paul Sartre, Nazan Bekiroğlu, Toshihiko Izutsu, Henri Bergson, Mustafa Kutlu, Dostoyevski, Elif Şafak, Clausewitz, Sadık Yalsızuçanlar, Alber Camus ile sohbet etmek…Suyun resmine bakmakla yetinmeyen, su içmek isteyenler için var kitaplar. Mesnevî var, El-Munkızü Min-ad-dalâl, Kitab Keşf al Mânâ, Er-Risâletü’t-tevhîd var. Elinizdeki bu kitap Derin Düşünce yazarlarının seçtiği kitapların tanıtımlarını içeriyor. Bizdeki yansımalarını, eserlerin ve yazarların bıraktığı izleri. Farklı konularda 44 kitap, 170 sayfa. Zaman’a ayıracak vakti olanlar için… Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan Kitapların birincisi kadar sevildi, o kadar çok ilgi gördü ki ikincisini yayınlamak için sabırsızlanıyorduk. Yeniden 44 kitap tanıtımıyla geliyoruz karşınıza: Dostoyevski, Sezai Karakoç, Yıldız Ramazanoğlu, Jean Paul Sartre, Amin Maalouf, Taha Akyol, Hasan Cemal, Ali Şeriati, William C. Chittick, Alain Touraine, Muhyiddin İbn Arabi Hazretleri… Farklı asırlar, farklı coğrafyalar, farklı konularla dergi tadında bir kitap… Ortak olan tek şey İnsan belki de? İnsan’ın iç dünyasındaki saklı hazineleri paylaşma muradı…Buradan indirebilirsiniz.
İnsanları birleştiren, engelleri ortadan kaldıran bir eylem yazmak… ve tabi okumak. Heinrich Böll, Sadık Yalsızuçanlar, Jean-Paul Sartre, Leyla İpekçi, Samuel Beckett, Peyami Safa, Immanuel Wallerstein, Marilyn Monroe veya Baudelaire… Farklı ülkelerde yaşamış, farklı kaygılarla yazmış olsalar da bütün yazarlar bir iz bırakmak, günü gelince başka insanlarca okunmak isterler. Evet… Yazmak vermektir. Kitap tanıtan kitaplarımızın üçüncüsünü ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Alışılagelmiş kitap sunumlarından farklı bir çalışma bu. Neden? Öncelikle kitap tanıtan kitap serisinde tanıtımı yazanlar da tıpkı tanıtılan sanatçı ve filozoflar gibi birer yazar. Bir çoğu profesyonel ve yarı-profesyonel olarak yazı hayatlarını sürdürmekteler. Ek olarak… katkıda bulunan yazarlar eserin güzelliği kadar kendi iç güzelliklerini, kişisel tecrübelerini, eserle ve yazarla tanışma serüvenlerini de ortaya koyuyorlar. Bu bakımdan kitap tanıtan kitapAktaş, Kafka, Ramazanoğlu veya Kazancakis ile olduğu kadar Başarslan, Gürkan, Becer ve Özdemir ile de tanışmanın veya mevcut dostluğu ilerletmenin güzel bir yolu. Bu 4cü kitapta Yine « ağır » konuklarımız var : Franz Kafka, Cihan Aktaş, Michel Houellebecq, Yıldız Ramazanoğlu, Nikos Kazancakis, Ali Şeriati, Jacques Derrida, Selim İleri, André Gide. 20 farklı kitap, Rusya, Fransa, İran, Almanya ve Türkiye’den 20 yazar. 98 sayfalık bu kitabı, kitap tanıtan kitapların dördüncüsün ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
İmkânsız bir buluşma düşleyin: Nietzsche, Montaigne, Chomsky ile Fârâbî ve Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri bir arada. Ama yalnız değiller, hemen yanı başlarına John Berger, Cahit Zarifoğlu, André Gorz , Oğuz Atay, İsmet Özel, Amin Maalouf, Gilbert Achcar, Nevzat Tarhan, Randy Pausch ve daha bir çok aşina olduğumuz yazar, şair, düşünür gelip oturmuş. Bu imkânsız buluşmayı Derin Düşünce sitesinin yazarlarına borçluyuz. Sadık dostlarımız Alper Gürkan, Mustafacan Özdemir, Mehmet Alaca, Mehmet Salih Demir ve en az “eskiler” kadar çalışıp didinen genç yetenekler: Essenza, Esma Serra İlhan, Gülsüm Kavuncu Eryilmaz, Abdülkadir Hacıaraboğlu, Azat Özgür. Kitap tanıtan kitapların beşincisini ilginize sunuyoruz, kitapların dünyasına açılan 23 pencereden bakmak için. Buradan indirebilirsiniz.
1 Trackback(s)