Sözlerinde Güzellik Yoksa Anlattığın İslâm Olamaz
By my on Eki 11, 2014 in Derin Burckhardt, İslam, Sanat
Sunuş: Okuyacağınız bu makale adeta bir İslâm sanatı manifestosu. İlk olarak 1977 nisanında Mekke’de yapılan Birinci İslâmî eğitim konferansında Titus Burckhardt tarafından sunuldu. İngilizce tercümesi Philosophy, Literature and Fine Arts’da yayınlandı. (ed. by S.H.Nasr, Islamica Education Series London & Jeddah, 1982, p. 41-48.) Üzerinden nerdeyse 40 yıl geçmiş olmasına rağmen taptaze fikirlerle dolu. Okumayı kolaylaştırmak için eklenen ara başlıklar bendenize ait. (MY)
İslâm eğitiminde sanatın rolü
Avrupa’nın sanat mevhumları ve estetik kıstaslarıyla İslâm sanatı anlaşılabilir mi?
Bugün bir çok Müslüman genç İslâm sanatını, İslâm’ın kültür mirasını modern üniversitelerde öğreniyor. Oysa 18ci asırdan itibaren hakim olan rasyonalizm ile şekillenen akademik yaklaşım elbette seküler ve objektif. Bu sebeple şu soruyu israrla sormalıyız: “Modern üniversitelerdeki sanat eğitimiyle şekillenen zihinler İslâm sanatını anlayabilir mi? Elbette sanat tarihi ve arkeoloji gibi sahalarda yapılan çalışmalar, toplanan veriler kıymetlidir ve bir takım eserlerin korunmasına katkıda bulunmuştur. Ama sanat olgusuna “bilimsel” yaklaşma iddiasındaki bu disiplin acaba İslâm sanatının dayandığı maneviyatı inceleme sahasına dahil edebilir mi?
Gerek arkeoloji gerekse sanat tarihi eserlerin tarihi analizi üzerine inşa edilmiştir. Bu analiz nesnel sonuçlara varabilir ama eşyanın özüne, cevhere dair bir şey söylemez. Tersine ayrıntılarda kalır. Bütünü görmeyi sağlayan açıları ihmal eder. Bu yönüyle tek tek t taşların kökenini araştıran ama binayı göremeyen bir gözlemci gibidir. İslâm sanatının kökenlerini açıklamak isteyen arkeologların yaptığı da budur zaten: İslâm sanatında rastladıkları her ögenin kaynağını İslâm medeniyetinden önceki oluşumlarda aramışlardır: Bizans, Pers, Kıptî… Bu yüzden de İslâm sanatının bütünlüğünü, onu diğerlerinden ayıran kendine has veçhelerini gözden kaçırdılar. İslâm’ın diğer medeniyetlerden miras aldığı her ögeye vurduğu damgayı hesaba katmadılar.
Şurası bir gerçek ki Doğu’nun sanatları incelemek sanat tarihine yeni bir ivme kazandırdı. Yine kabul etmeliyiz ki natüralist sanatın Avrupa’daki mağlubiyeti İslâm sanatına karşı yeni bir yaklaşım doğurdu. Ama ne olursa olsun sanat tarihi dediğimiz disiplinin temsilcileri bazı önyargılardan kolay kolay kurtulamıyor. Hele bu önyargılar sanat tarihinin doğuşundan itibaren içine işlemiş, derinlere kök salmış ise.
ALLAH rızası için sanat yapmak ile O’na isyan için sanat yapmak farklıdır
Bir sanat eserinin değerini “orijinallik” veya “devrimci” karakteriyle ölçmek. Sanki sanatın temel işlevi güzellik değilmiş; sanki güzellik eserin yapıldığı asrın psikolojik dramlarından bağımsız değilmiş gibi. Sanat tarihçilerinin çoğu sanatçının bireysel özellikleriyle ilgilenir. Eserin vasıta olduğu maneviyatla, anlattığı Hakikat’le ilgilenmezler. Oysa bütün enerjileriyle üzerine odaklandıkları bu bireysellik islâmî sanatlara son derecede yabancı. Müslüman sanatçının eseri hiç bir zaman nefsanî tutkuların sergilendiği bir sahne olmamıştır ki!
Müslüman sanatçı İslâm’ıyla, Kanun-u ilâhî’ye teslim oluşuyla Güzellik’i icad etmediğini bilecek bir bir şuurdadır. Bir eser kevniyat ile ahenk içinde olduğu ölçüde güzeldir. Haliyle böyle bir eser ilâhî güzelliği yansıtır. (وَحْدَة الحمد لله) Bu şuur Prometheus gibi takdir-i ilâhîye rağmen hareket etmeyi de dışlar ama sanat sahasında yeni bir şey ihdas etmenin doğal coşkusu kaybolmaz. Bu durum İslâmi eserlerin hem huzur veren halinin hem de sanatçının Ben’liğinden uzak oluşunun sebebidir. Müslüman için sanat adeta gök cisimlerinin hareketlerini yöneten kanunlar kadar Ben’likten uzak olmalıdır ki O’nu hatırlatabilsin.
Nefsanî tutkuları merkeze alan modern sanat tarihçileri için İslâm sanatının kapıları kapalıdır. Üstelik Avrupa sanatındaki insan figürüne tekabül edecek hiç bir şey yoktur. Hristiyan ikonografisini az çok dahil etmiş olan Eski Grek sanatından etkilenen Batı uygarlığında insan sûreti merkezî bir yer tutar.Oysa İslâm sanatında insan figürü ancak tali bir yere sahiptir ve hatta ibadet sahasından tamamen dışlanmıştır.
Bildiğiniz gibi İslâm sanatında insan sûretinin reddedilmesi yerine göre bazen tartışılmaz iken bazen de esnek bırakılmıştır. Tartışılmaz olduğu durumlar sûretlerin putlaşma tehlikesi arz ettiği hallerdir. (O’nun, peygamberlerinin veya velilerin resimleri gibi) Sakıncasız veya kısmen esnek görüldüğü haller ise canlı vücutların taklid edilmesidir. Biz yaratılışı taklid eden sanatçılarla ilgili hadisi mihenk noktası kabul ediyoruz: Ahiret’te resmettiklerini canlandırma emri verilecek ve yapamamaktan büyük ızdırap duyacaklar. Bu hadis farklı şekillerde yorumlanmıştır. Figüratif resmin yasaklanması değil kasıtlı olarak put amacıyla resim yapılmasının yasak olduğu söylenmiştir. Kısacası İslâm canlı olduğu vehmini doğurmamak kaydıyla insan sûretine izin verir. Meselâ Müslümanların yaptığı minyatürler mekânda derinlik vehmi veren perspektifi kullanmaz.
Tasvir kendisini tasavvur edeni yani musavviri etkiler
İslâm’ın figüratif sanatla ilgili sınırlamaları Avrupalı bakış açısından çok abartılı görünebilir. Kolaya kaçanlar bunun kültürel bir fakirleşmeye yol açtığını savunurlar. Oysa Avrupa’nın sanat tarihine baktığımızda tasvirlerin putlaşması konusunda İslâmî duruşun haklı olduğunu görürüz. Ortaçağ’dan bu yana; bilhassa Rönesans’ın natüralist [taklitçi] temayülü ile birlikte Avrupa resim sanatı dinin saygınlığından mahrum bırakılmasında büyük katkı sahibidir.
Unutmayalım ki insan elinden çıkan insan sûretleri insanın kendisi hakkında tasavvuru yansıtır. Diğer yandan tasvir kendisini tasavvur edeni yani musavviri etkiler. Bu tasviri yapan sûretinin kendisi üzerindeki etkisinden tamamen muaf olamaz. Avrupa sanatının geçirdiği dönüşümlere baktığımızda bir dizi etki-tepki görürüz. Giderek hızlanan bu süreç insan ile kendi sûreti arasındaki bir etkileşim, bir diyalogdur. İslâm ise daha baştan bulanık ve çok anlamlı bir süreç olan “psikolojik ayna oyunu” mevzunda çok net bir duruş sergilemiştir. İslâm sanata yerini, haddini, hududunu bildirmiş ve hayatî ehemmiyet arz eden İnsan’ın haysiyetini insanlardan korumuştur.
İslâm ve Avrupa için sanatın mânâsı o kadar farklıdır ki “sanat, sanatçı” gibi kelimelerin ortak olarak kullanılması anlaşmaktan çok karışıklığa yol açmaktadır. Avrupa sanatında hemen her şey sûrettir. Bu sebeple figüratif resim ve heykeller diğer sanatlardan daha üstün tutulur. Bu sanatlar için “özgür” nitelemesi kullanılır. Teknik kısıtlara tabi olan mimarî ise nispeten daha aşağıda bir yere sahiptir. Tezyinî sanatlar ise daha da aşağıdadır. [fr. Ornement; tr. süsleme/bezeme/tezhip…]. Avrupa perspektifinde sanat kriteri bir kültürün tabiatı ve özellikle de insanın sûretini temsil edebilmesidir. İslâmî perspektifte ise sanatın amacı doğayı taklid etmek veya yorumlamak değildir. İnsan elinden çıkan bir eser asla ilâhî sanata yetişemeyeceği için sanat yaşanan ortamı güzelleştirebilir. Bu perspektifte sanatın sahası insanın günlük hayatını çevreleyen her şeyi kuşatır: Evi, aletleri, giysileri… Sanatla tekâmül edecek olan sûretler her bir nesnenin tabiatına uygun olarak erişeceği mükemmelliktir. Bir binanın mükemmelliği atıl haldeki maddenin kristal yapısına uygun olarak üç boyutlu geometriye bağlıdır. Oysa halı sanatı yüzeylerin tabi olduğu iki boyutlu geometriyle ve renklerin ahengiyle münasebet içindedir.
İslâm sanatının güzelliği şu veya bu sanatçının dehası ya da bir halkın becerisi değil İslâm’ın güzelliğidir
İslâm sanatı şekil verdiği cisimlere yabancı bir şey eklemez; sadece bilkuvve vasıflarını bilfiil hale geçirir. Mükemmel bir kubbe veya tezhipte ifade bulmuş görsel nağmeler bunları yapan sanatçının Ben’liğini, nefsani tutkularını yansıtmaz. İşte sadece bu mânâda “İslâm sanatı objektif bir sanattır” denebilir. Avrupa sanatının ana teması –ki “Hristiyan sanatı” da diyebiliriz- insanın sûretidir. İslâm sanatında da sanatın bütün mihenk noktalarının merkezi insandır ama insan sanatın ana teması değildir. Eğer insan sûreti yapma konusundaki çekinmeyi bütün derinliğiyle düşünürsek insan sûretinin ilâhî kökenine karşı büyük bir saygı olduğunu keşfederiz. Bir bakıma geleneksel Hristiyan sanatı için de geçerlidir bu saygı ama neticeleri tamamen farklı olmuştur.
İslâm dünyasındaki sanatlar arasında belli bir eftaliyet olduğunu hatırlatmakta fayda var. Bütün sanatların en asil olanı hüsn-ü hattır. Zira Kelâmullah’ı görünebilir sûretlere yansıtma ayrıcalığına sahiptir. Hüsn-ü hat sadece yazı sanatını mükemmelleştirmekle kalmadı. Aynı zamanda köşeli ve durağan kufî yazıdan akıcı ve nağmeli nakşî stile kadar çok geniş bir stil zenginliği ihdas etti. İslâm’ın hakim olduğu her yerde yerel lisan ne olursa olsun hüsn-ü hat gelişti ve yayıldı.
Neredeyse hat kadar önemli olan bir diğer sanat ise mimarîdir. Diğer bir çok sanata göre merkezî bir yer işgal eder ve yaşanılan mekânı İslam’ın gereklerine uygun kılar. Ahşap ustalığı, mozaik ve oymacılık gibi bir çok “küçük” sanat mimarîye tabidir. Bizim “küçük” dememizin sebebi geleneksel terimlere uymak içindir. Yoksa “teknik/faydalı” kabul edilen diğer sanatlarla birlikte “küçük” sanatlar da asla önemsiz kabul edilmemiştir. Zira bütün sanatlar eşref-ül mahlûkatın haysiyetini izhar eder.
İslâm dünyası modern endüstrinin ürünleriyle istila edilene kadar zanaatkârlar yaptıkları her eseri süsler, güzelleştirirlerdi. İster bir bina olsun isterse evde kullanılacak basit bir eşya, fark etmezdi. Müşterinin zengin ya da fakir olması da bir şeyi değiştirmiyordu. Zanaatkârın kullandığı maddenin pahalı veya nadir olması da gerekmezdi. Eser güzel olmalıydı. Bu mucizenin sebebi İslâm’ın kendi güzelliğiydi.
Sanatçıdaki Tevhid şuuru sayesinde eserler ADL ve KERÎM ism-i şeriflerinin tecelligâhı oluyordu. Yani batındaki güzellik tecessüm ediyor, eser sayesinde izhar oluyordu. Üç vasıf: Tevhidî olmak, adil ve kerîm olmak. Bu üç vasıf aynı zamanda Güzellik’in üç veçhesidir hatta tarifidir. Ama estetikte başka kelimelerle ifade edilir: Tevhid’in sanattaki karşılığı Birlik/bütünlük/tutarlılık olur. Adalet dengedir ve “kerîm” sanat ise dolgunlukla ifade edilir. Birlik/bütünlük/tutarlılık mükemmelliğin kaynağıdır.
Dış güzellik iç güzelliğin sonucudur; batın olanın izharıdır. Bütün insan faaliyetleri İslâm çerçevesinde gerçekleştiğinden bu faaliyetler de güzelliğin tecessüm etmiş hali, yayıldığı bir ortam, nûrun yansıdığı bir perdedir. Bu güzellik onu taşıyan insan faaliyetlerini aşkındır çünkü söz konusu olan İslam’ın güzelliğidir. Bu sadece sanat için değildir ama en iyi bu sahada gözlenir. Çünkü eşyanın gizli güzelliklerini ortaya çıkarmak sanatın rolüdür. İslâm sanatının güzelliği şu veya bu halkın dehasından değil İslâm’ın güzelliğindendir.
İslâm sanatının güzelliği yani İslâm’ın yaydığı güzellik sessiz bir tedrisat gibidir; dinî eğitim esnasında verilen akaid bilgisini derinleştirir. Düşünceden geçmeksizin doğrudan ruha etki eder. Bir çok mü’min için akaid bilgisinden daha güçlüdür. Dinin canı, eti gibidir. Din bilgisi, fıkıh ve ahlâk onun iskeletidir.
Bu sebeple sanatın varlığı Müslümanca yaşamak için elzemdir. Takdir edersiniz ki sanatkâr ve zanaatkâr olmadan sanat olmaz. Ama bu insanlar İslâm geleneğinde diğer insanlardan ayrı tutulmamışlardır. Zira insanlara faydalı mesleklerden kopuk bir sanat tasavvuru yoktur. Güzel olmayan bir teknik başarı da düşünülemez.
Bu demektir ki zanaatın makineleşen üretim önünde sürekli gerilemesi İslâm sanatının da kısmen veya tamamen gerilemesi demektir. Bir anda dinî eğitim en az iki dayanağını kaybetti: Her yerde var olan bir güzelliğin yardımı ve manevî bir menzile yönelmiş olan meslek erbabı.
Meslekî eğitim ile manevî tedrisatın birbirini beslemesi hem madde hem de mânâ sahasındaki kamiliyet arayışıdır. Bunun düsturu ise şu hadistir: “İnna’l-lâhe ketebe’l-ihsâne alâ külli şey’in – Allah ihsanı her şeyde yazdı” Mükemmellik olarak yorumladığımız “ihsan” aynı zamanda güzellik ve takva mânâlarına da işaret eder. Daha net olarak iç güzelliği anlatır; ruhun, kalbin güzelliğini. Bu güzellik ise bütün insan faaliyetlerini bir sanat haline getirir; her sanat eseri de O’nu hatırlatan bir zikir olur.
Sanatını ustalarından miras almamış bir Müslüman sanatçı yoktur. Zaten bir sanatçı geleneğin sunduğu örnekleri ve yöntemleri küçümseyecek olsa onların manevî kıymeti konusundaki cehaletini ispat etmiş olur. Bunları bilmeyen kalbini de söz konusu sûretlere koyamaz ve gelenek yerine kısır bir tekrara hapsolur. Avrupa’da bazılarının İslâm sanatına yönelttiği bir eleştiridir bu. Onlara göre “yaratıcı düş gücü” olmadığı için bu sanat yavaş yavaş ölmüştür. Bu görüş elbette yanlış. Modern endüstrinin öldürücü darbesi gelene kadar İslâm sanatı dipdiriydi. İslâm sanatlarının ölmesinin sebebi temel dayanaklarının yıkılmasıdır yani geleneğin ve zanaatın ortadan kalkmasıdır.
Ama.. Hayır! Her şey bitmedi. Geleneksel sanatlar ve meslek erbabı ortadan kalkmadı. Bazı yerlerde hâlâ yaşamaktadır ve muhafazası için ne gerekiyorsa yapılmalıdır. Çünkü endüstrileşme bütün toplumsal hastalıklara ilaç olmaktan çok uzaktır.
Mevcud ve bâkî olan Güzellik’i keşfeder Müslüman sanatçı, (haşa) yaratma iddiasında değildir
Buraya kadar İslâm sanatının modern akademik öğretideki yerine ve geleneksel zanaattaki temellerine odaklandık. Bunu yaparak İslâm sanatının sadece Müslüman halkların icad ettiği bir sanat olmadığını, köklerinin İslâm’ın ruhuna uzandığını ispat etmiş olduk. Bu konuda daha ayrıntılı bir ispat isteyenler 1976’da Londra’da basılan “Art of Islam – Language and Meaning” adlı kitabımıza bakabilirler.
Şurası bir gerçek ki İslâm sanatı hem yerel uygulamaları arasında ortak özellikler arz ediyor hem de bu çoğulluğuyla bütünlüğünü, birliğini gözler önüne seriyor; tıpkı müzikte bir ana temanın farklı varyasyonları gibi.
Artık ana konumuza gelip soralım: İslâm sanatını bilmek İslâmî eğitim için hayatî önem taşır mı? Ya da İslâm sanatı İslâm için hayatî ehemmiyeti haiz midir? Bütün Müslümanlar “hayır” diyecektir buna. Hakikat’te giden yol olarak İslâm hiç bir kültürel koşula bağlı olamaz. Çölde yaşayan bir bedevi bilgin bir kimse kadar “iyi Müslüman” olabilir. Çölde bir kaç taşla etrafı çevrili bir alan ve Kıble’yi gösteren daha büyük bir taş pek âlâ Delhi’deki İncili Camii kadar makbul bir namazgâh olabilir.
İslâm sanatı hem âzâların hem de nefsin terbiyesidir
Kültürel gelişim manevî inkişafa paralel olacak diye bir kayıt yok. O zaman şöyle soralım: Bir Müslüman topluluk İslâm’a yabancı bir kültür ortamında yaşayabilir mi? Tecrübe gösteriyor ki hayatta kalabilir ama gelişemez. Tabi bizim sorumuzu duyanlar “kültürel ortam” tabirinin çok farklı elemanlar içerebileceğini söyleyecekler. İslâm-dışı sanatlara veya sanatsızlığa kıyasla felsefî ve sosyolojik materyalizmin hakimiyeti Müslümanların eğitimine daha büyük bir engel teşkil edecektir.
Zira sanat eşyanın görünüşüyle alakalıdır. Oysa felsefe ve psikoloji kalbe temas eder. Ama bu tek yönlü bir yargı. Çünkü sanat dış görünüş ile ilgili olsa bile gerçekliğin içyüzüne ait bir boyutu ortaya çıkarır.
Sanatın özü, cevheri güzelliktir. Güzellik ise tabiatı icabı hem dış hem de içsel bir gerçekliktir. Ünlü bir hadiste buyrulduğu gibi “ALLAH güzeldir ve güzeli sever”. Demek ki güzellik bir sıfat-ı ilâhiyedir ve yeryüzünde güzel olan ne varsa onda akseder. Belki bazı âlimler buradaki güzelliğin sadece ahlâkî olduğunu iddia edecekler ama bu hadisi sınırlamak için hiç bir sebep yok. Neden ilâhî güzellik varoluşun her mertebesinde saçmasın nûrunu?
Elbette ilâhî güzellik fizikî veya ahlâkî güzellikle mukayese edilemeyecek kadar üstündür. Ama aynı zamanda güzel olan hiç bir şey bu ilâhî sıfatın tecellîsi olmaksızın varolamaz. “ALLAH güzeldir, güzeli sever” yani O dünyadaki yansımasını sever.
Bazı büyük ilâhiyat âlimlerine göre O’nun cemâl isimleri güzelliği, rahmeti ve merhameti ifade eden bütün sıfatları cem eder. Celâl isimleri ise gazabını çağrıştıran sıfatlarını. Daha genel olarak her bir sıfat diğer ilâhî isim ve sıfatların tümüne işaret eder çünkü hepsi aynı Zât’tandır. Bu sebeple Güzellik hakikîdir; Hakikat de güzeldir. İçinde Hakikat’in saklı olmadığı bir güzellik olamayacağı gibi güzellik yaymayan bir Hakikat’i de tasavvur edemeyiz.
Kevnî vasıflardaki tekabüliyet geleneksel eğitime de yansımıştır. Müslüman âlimlere göre sanat bir ilimdir, ilim de bir sanattır. Bu söz ilk önce İslâm sanatındaki geometriyi hatırlatır. Düzenli figürlerin garantisiyle sanatçı ahenkli oranlar elde eder. Daha derin bir yorum yapacak olursak sanat tefekkürle bilinen bir yolu haizdir ve bu yolun menzili ilâhî Güzelliktir. Yine bu sözden anlıyoruz ki İslâm’da ilim Tevhid’e yönelir ve bu yöneliş ilmi güzel kılar.
İslâm sanatı teknik bilgiyle eşyaya manevî nazarla bakmayı tevhid eder zira kökleri Tevhid’e dayanır
Modern Avrupa sanat eserleri genellikle onu yapan sanatçının psişik dünyasına hapsolmuştur. Psişik seviyeyi aşan bir bilgelik yoktur çoğu kez. Manevî bir zarafete de rastlanmaz. Güzel sûretler kaza eseridir ancak. Modern bilime gelince… Güzellik ihtiva etmez ve aramaz da zaten. Analitik olduğu için bir tefekkür kapısı da çok nadiren açılır. Modern bilim İnsan’ı incelediği zaman ruh, nefs ve bedenden ibaret olaninsan tabiatını asla bir bütün olarak ele almaz. Modern teknolojinin dayandığı modern bilim bugünkü çirkin dünyanın da müsebbibidir. Modern bilim bilgi ve tecrübe birikimine rağmen bilgelik ve hikmet yönünden çok zayıftır. Bütünü göremediği için “İnsan nedir?” sorusuna da cevap veremez.
İslâm sanatının bize verdiği en büyük ders belki de güzelliğin bir Hakikat kıstası olmasıdır. Eğer İslâm sahte bir din olsaydı, ilâhî bir mesaj değil de insanlar tarafından uydurulmuş olsaydı Zaman’ı aşan bunca güzelliğe ilham olabilir miydi?
Geldiğimiz bu nokta şunu sorgulamalıyız: Bugün Müslüman eğitiminde sanatın rolü ne olmalıdır? Eğer İslâm sanatını Avrupa’nın önyargılarından bağımsız olarak incelersek İslâm medeniyetinin manevî temellerine yaklaşan bir yolun açıldığını görürüz. Tabi başka sanatlar için de benzeri şeyler söylenebilir. Fakat akademisyenlerin çokça yaptığı gibi her sanat eserini sadece tarihi bir olay gibi görme hatasına düşmeyelim. Onlara göre sanat eseri tamamen geçmişte kalan ve yaşadığımız çağ ile hiç ilgisi olmayan bir sebepler silsilesinin ifadesidir. Bu yanılgı doğrultusunda bütün sebeplerini bilmeden bir sanat eserinin doğuşunu anlamaya da imkân yoktur.
Bu rölativist görüşe rağmen biz hamd ile, şukür ile söylüyoruz ki Tunus’taki Kayravan, İspanya’daki Kordoba, Afganistan’daki Herat veya Şam ve İsfahan’daki camiler geçmişe ait oldukları kadar bugüne de aitler. Zira bugün de onları inşa eden zihniyeti anlamak, değerlerini paylaşmak ve hayata geçirmek mümkündür. Bu camiler hakkında şöyle bir iddiada bulunmak imkânsızdır: “Başka bir çağda yaşıyoruz, bu ünlü eserleri günümüz mimarisi için örnek alamayız”. Biz zamanın peşinden koşmuyoruz. Zaman hep bizden hızlı olacaktır. Manevî yolunda gittiğimiz ecdadımızın sanatında zaman ötesi olanı arayalım. Bu sanatta tarihi veya yerel koşulları aşan, kevnî yahut fıtrî olan veçheleri bulalım. Eğer bunu başarabilirsek bize kalan bu mirastan da istifade edebiliriz. Çağımızın bize dayattığı koşullarda bile yapabiliriz bunu.
Tarihi araştırmanın kendine has bir kıymeti vardır. Bazı sorulara cevap verir: Bu cami ne zaman inşa edildi? Kim yaptı? İnşaat bedelini kim ödedi? En yakın modeli nedir? vs. Ama İslâm anlayışına göre verilen ve konusu İslâm sanatı olan bir araştırma asla bu noktada durmamalıdır. İncelediği sanata ilham olmuş, esere sirayet etmiş değerlere kadar sorgulamalıdır. Hem tarihi hem de cari olan yani araştırmacının yaşadığı dönemin değerleri açısından. Öğrenciler en basit çömlekçilik tekniklerinden kubbe inşaatına, geometrik oranların mozaikten mimarî oranlara kadar uygulanmasını öğrensinler. Bir sanat eserinin doğuşunu hiç olmazsa hayal dünyalarında hissetsinler.
Aslında mesele şu: Büyük sanat geleneği kayıp mıdır yoksa ihmal mi edilmektedir? Yeniden keşfedilebilir mi? Geleneksel sanat sadece maddî olarak değil bir yöntem olarak anlaşılmalıdır. Bu yöntem iki şeyi tevhid eder:
- Teknik bilgi,
- Eşyaya manevî nazarla bakmak.
Zira İslâm sanatının kökleri Tevhid’e dayanır.
… E-kitap okumak için…
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.