Yok’un varlığı üzerine
By my on Eki 15, 2014 in Boşluk, Derin Burckhardt, Yokluk
“… Kâinat, Tanrı’nın aklından geçen düşüncelerden ibarettir. Oldukça asap bozucu bir görüş bu, özellikle eviniz için depozitoyu yeni yatırdıysanız […] Tanrı diye bir şey yok, anladık. Asıl siz hafta sonunda tesisatçı bulun da görelim …” (Woody Allen, Getting Even-Eğrisi Doğrusu)
Woody Allen’in bu sözleri sayesinde “yok” dediğimiz varlığı daha iyi anlıyoruz. Eğer mutfağınızdaki lavabo tıkanmışsa ve bir kaç saat sonra misafirler gelecekse sıradan bir insan gibi bakamazsınız dünyaya. Tesisatçının yokluğu herkes için değil sadece tesisatçı arayan bir insan için vardır. Evet, bilimsel değil, objektif değil ama gerçektir bu yokluk. Bilimin kapsama alanına girmeyen gerçekler de vardır ve Yok’luk bunlardan biridir:
“… Yokluk var mıdır? Evinizin içini dolduran boşluğu gördünüz mü hiç? Bir türlü gelmeyen şu trenin verdiği sıkıntı ya da sizi habersiz bırakan dostlarınızın sessizliği gerçek değil mi yoksa? Tutulmamış sözler, ödenmemiş borçlar… Yokluk da var aslında “var” dediğimiz şeyler kadar. Ama Yok’un varlığı şuurlu insanlar için var; gelecekten, birisinden ya da Tanrı’dan bir cevap bekleyenler için var “yokluk”. Nazi toplama kamplarını görenlerin söyledikleri şu sözü hatırlayın: ‘Tanrı yoktur, çünkü bize öğretilen Tanrı gerçekten var olsaydı böyle bir vahşete asla müsade etmezdi ‘ …” ( Jean-Paul Sartre ile Kaliteli bir Ateizme Doğru isimli e-kitabın önsözünden)
Belki o merhametli insanlar Woody Allen’in kitabını okusalardı böyle konuşmayacaklardı. Zira ünlü sinemacı tesisatçının yokluğu ile bir tanrının yokluğunu aynı fikrî zemine koyarak güzel bir noktaya dikkat çekmiş: Sakın “yok” dediğiniz varlık Tanrı’nın kendisi değil de sizin aradığınız bir tanrı olmasın?
Siz kendi varlığınızı ispat edebilir misiniz?
Her hafta bazı tanrıların varlığını ispat etmemi isteyen ateistler geliyor siteye. Hepsine şu soruyu soruyorum: Siz kendi varlığınızı ispat edebilir misiniz? Bugüne kadar hiç başaran olmadı… Bir tanrıya ya da bazı tanrıların varlığına itiraz edenler aslında yokluğa iman ettiklerini fark etmiyorlar. Çünkü Var’ın objektif varlığına kıyasla Yok’un sübjektif varlığını anlamak kolay değil. Yokluğun indî/sübjektif varoluşu onu bilimsel kalıplara koymamıza engel oluyor. (Bkz. Derin Lügat maddesi : Sübjektif / indî)
Peki deney tüplerine sığmayan mânâlar Taoist ve Budist ressamların fırçaları ile kağıtları arasındaki o incecik boşluğa nasıl sığıyor? Belki de boşluk ile yokluk arasında bir münasebet var? Gerçek şu ki “bilimsel, sayısal, objektif” olarak algıladığımız “Var” da aslında akıllara göründüğü kadar objektif değil; tersine son derecede sübjektif kabullere, hatta bir imana[1] muhtaç. Bir önceki bölümde ifade ettiğimiz gibi:
“… iman bir tür bilgidir, bilgi de bir tür imandır. Aksi takdirde “eşya hakkındaki bilgileri bilen ‘Ben’ kimdir ve nerededir?” sorusu cevapsız kalırdı. (Bkz. Derin insan kitabı) Hülasa bir şeyler bildiğini iddia eden insan:
1) Kendisinin ve hakkında bilgi sahibi olduğu şeylerin değişmez birer hüviyetleri olduğuna,
2) bu hüviyetlerin zamandan münezzeh bir şekilde bozulmadan sürdüğüne,
3) “bildiklerinin” bildiği şekliyle mevhumlaşmasının “doğru” olduğuna,
4) cemiyet sayesinde “bilgi” statüsü kazanmış olan illiyet (nedensellik), zaman, kimlik gibi vehimlerin araz değil cevher olduğuna,
5) Beş duyusunun yanılmadığına,
6) Bilgi kaynağı olan kitapların/alimlerin “doğru” söylediğine,
vb
iman eder. Bunlara iman etmeyen bir özne, bir “bilen” tasavvur edilebilir mi? …”
Netice
Bir tanrıya inanmasa bile her insan tanrısal varoluş ile eşyanın varoluşu arasındaki farkı anlayabilir. Çünkü kalben kabul edilsin ya da edilmesin akıl sayesinde bir tasavvurdaki tutarsızlıklar fark edilebilirler. Nedir?
Hatırlayın, Başlarken Woody Allen’in şu esprisini koymuştuk:
“… Kâinat, Tanrı’nın aklından geçen düşüncelerden ibarettir. Oldukça asap bozucu bir görüş bu, özellikle eviniz için depozitoyu yeni yatırdıysanız…”
Bir tanrının gücünü idrak edince dünyanın da bir vehim olduğu çıkar ortaya. Zira hiç bir şeye muhtaç olmayan, varlığı kendi zâtından gelen bir tanrı ile varolmak için tanrıya muhtaç olan eşya arasında ontolojik açıdan devasa bir fark vardır. Bir başka deyişle “Ben varım, tanrı(lar) da var” demek hamakatten ibaret. Biri için “var” kelimesini kullanmak diğer özne için bunu imkânsız kılıyor. Bir tanrının varlığından bahsediyorsak yaratılmışlar ancak yokluk iddiasında bulunabilirler. Tevazudan değil, sadece gerçekçi oldukları için. Şerh-İ Esmâ-yı Hüsnâ‘Aşer’de buyurulduğu üzere:
“… Ma‘nâ-yı evvel; ya‘nî ibâdete lâyık Allâhdan gayrı yokdur. Ma‘nâ-yı sânî; ya‘nî her gönülde maksûd O’dur, O’ndan gayrı maksûd yokdur. Her ne kadar o gönül, maksûdunu gayrı i‘tikâd ederse de. Ma‘nâ-yı sâlis; ya‘nî O’ndan gayrı mevcûd yokdur. Ya‘nî vücûdun hakîkati O’dur, isimleri i‘tibâriyle gayrı vehm olunursa da. İmdi ‘ârife lâzımdır ki, gönlünde “Hakkın gayrı mevcûd vardır” tevehhümünü nefy edüb, her vücûd zâhiren ve bâtınan Hakkın idüğün isbât ede, tâ ki tevhîd temâm ola. Ve illâ yalnız dil ile tevhîd, tevhîd-i ‘avâmîdir. Makbûliyeti yine ‘avâm arasındadır. Ey ‘ârif, asıl nefy lâzım olan, kendi vücûdundur. İsbâtı lâzım olan, Hakk vücûdudur; ki sende ve cümlede ben diyen O’dur …” (Hazret-i Şeyh Niyâzî Mısrî Kuddise Sırrahu’s Sâmî)
Dipnotlar
1° İman etmenin yani O’na kendini emanet etmenin en kâmil noktası da O’nu bilmek değil midir?
… E-kitap okumak için…
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.