Uzaktaki sevgili: Kerkük
By Tanju Ozkaya on Eki 23, 2014 in Barış, Ortadoğu, Savaş
Ortadoğu’nun parçalarına ayrılmış bedeni Irak’ın kırık kalbi; alın yazısına yas, keder, özlem, ayrılık yazılan bahtsız şehir. Acılarını türkülerle anlatan; mutsuz sonlarla biten masalların diyarı, kadim kelimesinin her yönüyle kendisinde anlam bulduğu yaralı şehir. Varlık içinde yoksulluğunu koruyan, tarih ve kültür zengini, düşlerin ağır, kudretli misafiri. Yanı başımızda, göz menzilimizde, bize yakın ama bizden uzak bırakılan aşkın adı: Kerkük… Herkesin özlem duyduğu, onunla birlikte var olmayı arzuladığı ama kimsenin de ulaşamadığı bir hayaldir Kerkük. Bir bedevinin susuzluğunu kana kana giderdiği seraptır.
Kültür ve medeniyet şehirlerinin birçok ortak özelliği vardır. Öyle ki zaman içinde bu özellikler, şehrin kadim örgüsünde yer alabilmesinin kriteri halini alır. Referans niteliğindeki bu özellikler, zamanla sonradan yapma şehirlere tepeden bakan elit bir şehir sınıfını doğurur. Böylece kendi içinde eşsiz, onlardan başkasının ulaşmasının mümkün olmadığı bir şehir statükosu inşa edilir.
Bir başka ifadeyle üzerine şiirlerin yazılacağı, türkülerin yakılacağı ya da radyo programına konu olacak bir “şehir paradigması” kurulur. Tarihiyle, kültürüyle, coğrafyasıyla, şairiyle, liderleriyle, uğruna ölünecek güzel kızlarıyla, zenginlikleriyle, yağız atlarıyla, yani en güzeli, en özeli en eşsiz olanlar bu şehirlerin surları içinde yer alır. Semerkant’ın, Bağdat’ın, Kudüs’ün, Buhara’nın, Şam’ın, Merv’in, İstanbul’un, Lahor’un icazeti olmadan bu paradigmanın bir parçası olmak elbette diğer şehirler için oldukça zor hatta imkânsızdır.
Peki, Kerkük öyle mi? Değil elbette, neden mi? Her şehir haramilerin yakıp yıkmasından sonra küllerinden yeniden doğamaz, ayakta duramaz. Her şehir asırlar boyu sahipsiz bırakılmasına rağmen öz kimliğini koruyamaz. Her şehir varlık içinde yokluğu yaşayamaz. Ve bundandır ki her şehir Kerkük gibi bir şehir olamaz!
Küçük bir Irak olarak bilinir Kerkük. Zira Irak’a ait her renk can bulur bu kentte. Araplara, Kürtlere, Türkmenlere, Süryanilere; Müslümanlara, Hristiyanlara, Ezdilere, Mecusilere, vatandır petrol koyuluğuyla kavrulan bu topraklar.
Evveliyatı, evvelin de ötesine gider Kerkük’ün. Eski Asur başkenti Arrapha bölgesindeki bu şehir, 5 bin yıllık harabeleri üzerinde Khasa nehri yanında yer alır. Stratejik önemi nedeniyle şehir Asur, Babil ve Med gibi tarih yazdıran imparatorluklar için adeta bir güç gösterisiydi. Zira hepsi de farklı zamanlarda şehri yönetimlerine dâhil etmenin gururunu yaşamış, onunla derin bir bağ kurmuşlardı.
Ortadoğu’nun kadim şehirlerinin makûs talihi Kerkük için de işler zamanla. Savaşlara, talanlara, yıkımlara, yakmalara direnemez kimi dönemler. Bugünkü gibi yine kanar, inler sesini arşı alaya yetiştirmenin mücadelesini verir. Epey zaman sonra Hz. Ömer komutasındaki İslam ordularının meşhur Kaadisiyye muharebesinde Sasanileri mağlup etmesiyle Kerkük artık bir Müslüman şehri olur. Abbasilerle birlikte İslam devletinin sınırlarına dâhil olur ve o günden sonra minarelerinden yükselen ezan sesi Anadolu’ya ulaşır. Selçuklular, Akkoyunlular, Safavi ve Osmanlı Devletinin egemenliğine giren Kerkük, benliğinden bazı şeyleri yitirmişse de gök kubbede yankılanan o ses bugüne kadar gelmiştir.
Kerkük, Yavuz Sultan Selim döneminde Çaldıran Savaşı sonunda Osmanlı Devletinin topraklarına dâhil edilir. Kanuni Sultan Süleyman’ın Irak’ı fethetmesiyle Kerkük Kalesine askerler yerleştirilir ve asırlar boyun devam edecek Osmanlı hâkimiyeti böylece Kerkük’te başlar. Beylik, daha sonra beylerbeyi yapılan Kerkük, Osmanlı kayıtlarında ‘Gökyurt ’ olarak geçer. Bu isim, Kerkük’ün o tarihlerde bir Türk şehri olduğunun kanıtı olarak kabul edilir. 172 yıl boyunca Osmanlı idaresinde kalan Kerkük’te hala o dönemin izini taşıyan onlarca Osmanlı eseri vardır.
Kanunî Sultan Süleyman, ordusu ile Irak’ı fethettikten sonra Bağdat’a gelir ve buradan Kerkük’e geçer. Yanında devlet erkanıyla şehri dolaşan padişah; beyaz sarıklı, uzun sakallı bir dervişin elinde bir kağıtla asker arasında geçerek kendisine ulaşmaya çalıştığını görür. Dervişin elindeki kâğıdı alan Kanuni kendisinde büyük bir hayranlık uyandıran bir kasideyi okur. Padişahı şaşırtan, üstü başı dökülen bu derviş, asırları aşarak günümüze ve günümüzden gelecek asırlara ulaşacak olan büyük Şair Fuzulî’nin kendisidir. Uzattığı kâğıtta ise o meşhur “Bağdat Kasidesi” vardır:
Kurtulur feth itdügi kişver belâ-yı fitneden
Kim açıldukda tikenden aynlur nâ-çâr gül
Şerh idüp sûsenlere evsâf-ı hulkın gezdürür
Gonceden her şubh açup gül-şende bir tûmâr gül
(Günümüz Türkçesi: O padişahın fethettiği ülke, tıpkı gülün açıldıkça çaresiz olarak dikenden ayrıldığı gibi, fitne belasından kurtulur. 50. Gül o padişahın huyunun niteliklerini susamlara açıklamak için her sabah goncadan bir parça alıp gül bahçesinde gezdirir)
Kerkük, barındırdığı paradokslarıyla ilginç bir şehir portresi ortaya koyar. İtiraz edeniniz olabilir, her şehir mayasında çelişki, zıtlıklar vardır diye! Elbette öyle ama Kerkük’te vuku bulan bu çelişkiler, bu güne kadar hangi şehirde ya da kaç şehirde kendisini göstermiştir bilinmez. Belki de bu konuyu tarihçilere bırakıp kaldığımız yerden devam edelim ve günümüz Kerkük’üne gelelim.
Dünyanın zengin petrol yataklarına sahip olmasına rağmen içler acısı bir durum beliriverir Kerkük’te. Şehirde modern yollar, yüksek binalar ve maalesef güven içinde yaşayan insanları görmeniz çok zor! Uzun yıllardan beri devam eden siyasi çatışmalar arasında kalan Kerkük’ü herkes kendi tarafına çekmeye çalışmış. Böylesi bir siyasi istikrarsızlık güvenlik sorununu da beraberinde getirince şehre yeni şeyler katacak girişimler neredeyse imkânsız hale gelmiş!
Kerkük, her şeye rağmen kendi devinimini yaşamaya devam ediyor. Ancak diğer kadim şehirler gibi statiğini kurabilmiş değil. Dinamizmin acımasız hızına bırakılan şehir, yüz yıllardır tarih ve medeniyet beşiği bir coğrafyada olmasına rağmen yetim bir vaha gibi boynu bükük, takati kesilmiş, tutunacak duvar arıyor. Şehirde hanların, hamamların ne de cami ve türbelerin bir sahibi var! Taşlarındaki çağların ötesine giden izleriyle bugünün yoz acımasızlığına direnen eski çarşısı, ne kadar mücadele edebilir ki! Kim bilir belki de yeniden eski günlerindeki kudretine ve ihtişamına kavuşur. Kerkük, bu dirilmelerle örülmüş bir tarihe sahiptir. Böylesi bir yeniden varlık gösterme, bizim için asla sürpriz olmaz!
Geniş bir coğrafi alana yayılan Kerkük’ün onlarca etnik gruba ev sahipliğini yaptığını belirtmiştik. Her ne kadar 20. yüz yılda dramatik değişimlere yaşansa da bu özelliğini korumaya devam eden şehre dair sahiplik iddiasında bulunan birçok millet var. Ancak Kerkük hala yağız, seglavi deli bir kısrak gibi sahibini bekler.
… E-Kitap okumak için…
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.