Uzaktaki sevgili: Kerkük (2)
By Tanju Ozkaya on Eki 31, 2014 in Ortadoğu
Bugün Ortadoğu’nun boynu bükük vahası Kerkük’e yaptığımız yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Kelimelerin ruhunu kaleminde taşıyan büyük şair Yahya Kemal, “Kaybolan Şehir” şiirinde ayrı kaldığı topraklara duyduğu özlemini şöyle dile getiriyor:
“Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene”
Hatırlayan okuyucularımız bilir, bu şiirin Üsküp için hayat bulduğunu. Ancak hiçbir şiir sadece yazıldığı yer, kişi, devir ile matuf kalamamıştır bugüne kadar. Yahya Kemal özelde Üsküp için kaleme almışsa da bu dizeleri, esasında her bir vurgusunda özlem duyulan baba ocakları, kokusu bir türlü unutulamayan ata toprakları vardır. Tıpkı Kerkük gibi tıpkı Musul gibi… Yüreğimize silinmez bir nakış gibi işlenmiştir bu şehirler. Ölüm dışında hangi engelin adı ayrılık olur ki bizim onlardan uzak kalmamız? Geçen hafta Kerkük’ün kanayan yarasına, özlemine, dününden bugününe dair hüzünlü bir yolcuk yapmıştık. Yaklaşık bir asırdan beri asıl sahibini bekleyen, sevincini o güne dek saklayacak olan bu mazlum şehrin yüreğimizde bıraktığı silinmez izlerinin üzerindeki tozu atmıştık.
Kerkük… Şiirlerin, şarkıların, türkülerin, söylencelerin gölgede kalan tarafı, babaannemin bir gün tamamlanır umuduyla sonunu bir türlü getiremediği, demden kalan masal. Arapça, Kürtçe, Türkçe, Süryanice, İbranice avazlar senfonisinin tek yürek bestesi…
Hiç unutmadım, zihnimin en sadık yaşanmışlığı. Ne bir rengi, ne bir sesi! Ne de en küçük rolü oynayanları. Gecelerimizi masallarla aydınlattığımız günlerdi. Anlatılmaya başlandığında kadim bir kitabın okunduğu anın düsturuyla dinlediğimiz, kulak yerine yürek kesildiğimiz yaşanmış destanlardı. Közdeki çayın tavan arasına yükselen buharlarına bırakırdık o an tarlanın bereketli yorgunluğunu. Babaannem anlatmaya başlardı işte o zaman Kerkük’ü… Sert aksanından seken kelimelerin parıltısı, gecenin bütün boşluklarını doldururdu ve ilk durağı muhakkak Kerkük Kalesi olurdu:
Kerkük detince şehrin en eski yerleşim yerlerinin başında Kerkük Kalesi gelir. Tarihi milattan önceye kadar gider bu kalenin. İnsan hücresi misali şehrin çekirdeği konumundaki kale, hep ahde vefa göstermiş, kendisini yurt edinenleri korumuş, kollamış. Ezan seslerinin en yükseklere ulaşması için elinden geleni yapmış. “Eman” deyip, kendisine sığınanı asla düşmanının insafına bırakmamış. Tabi kale denilince, etrafı yüksekçe örülmüş, asırlık yorgunluğu taşlarından okunan yıkık duvarları ve dev kapası olan otantik bir mekân tahayyül edebilir ilk başta! Ancak söz konusu Kerkük kalesi ise bu farazi gerçekten yetersiz kalır. Elbette bir sanat tarihçisi bakışıyla kaleyi irdelememiz mümkün olmadığı gibi ansiklopediden de aktarmıyoruz yazdıklarımızı. Gönlümüzün bam teline kulak veriyoruz sadece… Zira Kerkük, Kerkük kalesinden mütevellit bir şehir… Gök Kümbet’i, Nakışlı Minare ve Camisi, Aziziye Kışlası, Uryan Camisi, Hasan Pakiz Camisi, Seyit Necip Tekkesi, 16 gözlü Taşköprü’sü daha onlarca eser bu kaleye sığınmıştır. Kalenin koruyan kollayan merhametine emanet etmiştir kendini. Ta ki 1990 yılında kadar… Güneşin yokluğunu fırsat bilen bir güruh, buldozerlerle kalenin kapısına dayanır. Tarihi eserleri restorasyon etmek bahanesiyle kalenin önemli bir kısmı tahrip edilir. Bu da yeterli gelmez tarih düşmanlarına. Beş yıl sonra Saddam’ın emriyle kale tamamen boşaltılır ve yüzlerce eser yine dozerlerle yerle bir edilir. İşte o asırlık kale; insanlığını ayaklar altına alanlara karşı yalnız kendisini koruyamamıştır. Kaleyle birlikte yürekler de yıkılır o gün. Feryat edenlerin avazları göğüs boşluklarında kalır. Kimse karşı koyamamıştır o gün yaşanılanlara. Yüreği taşanlar sarılır sazına ve o talihsiz anı kaydetmiştir der tarihe:
Yıktılar kalamızı
Sürdüler balamızı
Daha can boğazdayken
Çektiler salamızı
Ah Kerkük yüz ah Kerkük
Her zaman yüz ak Kerkük
Ölseydim düşmeseydim
Men sennen uzak Kerkük (anonim)
Kerkük’te her şeye rağmen kale sınırları içinde ayakta kalabilen ama yıkık dökük yapılara da rastlamak mümkün. Danyal Peygamber Camii, Ulu Cami ve bir başka Türk eseri olan Gök Kümbet bunlardan birkaçı. Kalenin sınırları içinde kalan Kilciler Pazarı otantik ve nazen yapısıyla görülmeye değer. Yan yana dizilen zarif mermerler bezenmiş dükkânların bulunduğu pazarın çıkışında Selçuklu hanedanından Buğday Hatun için yaptırılan Gök Kümbet karşılar gelenleri.
Kerkük kalesi Türkmenler için ayrı bir yer tutar tarih sayfalarında. Kaledeki yerleşim isimleri hemen dikkatinizi çekmiş olabilir. Eserler ve yerleşim yerlerinin isimleri ağırlıklı olarak Türkçedir. Yıkımlara karşı ayakta kalabilen Selçuklu ve Osmanlı mimarisinin mührünü taşıyan, Türkçe kitabelerin asılı olduğu eserler hala benliklerini korur Kerkük’te. Kader bağımızın olduğu Kerkük’e vardığımız geçen haftanda beri kelimelere yüreklerimizi sızlatan bir duygunun hâkim olduğunu fark etmişsinizdir. Bunu biz de istemezdik ancak büyük ve kadim bir şehir olmak da kolay değil! Büyük acılara, büyük kayıplara rağmen bugün ayakta kalmışsa bir şehir, elbette sevinçleri kadar acıları da vardır.
Zorluğun ve meşakkatin sonunda felahlığın olduğuna dikkat çekmek için “en karanlık an şafak sökmeden önceki andır” vecizesi hatırlatılır. Bu durum en kötü anlarımızda bile umudumuzu yetirmemek gerektiğini öğütler. Evet, yıkımlara ve yakmalara rağmen o umut ve sıcaklık hala Kerkük’te tazeliğini korur. Genişleyip daralan Arnavut kaldırımlı loş sokakları, çıkmazları, balkonlarında unutulmuş topraksız saksıları ve umudu gözlerinde eksik etmeyen kavruk tenli insanlarıyla Kerkük her şeye rağmen ayakta olduğunu haykırıyor. Hüzün ve sevinç içinde hayranlıkla baktığınız o yıkık dökük evler, kim bilir hangi büyük şairi, âlimi, münevveri ağırladı bir zamanlar. Belki de Osmanlı mutasarrıflarından Avnullah Kâzımî Beyi ya da Kadı Hüseyin Fikri Efendiyi…
Taş duvar örme, toprak damlı evrelerin birbirlerine omuz verdiği Türkmen sokaklarının havası bir zaman sonra yerini divan edebiyatı kokusuna bırakır. Bu demektir ki artık şiirin ve şairin dergâhına varmışsınızdır. Büyük şair Fuzuli, mana aliminden siz sevgili dostlarını selamlıyordur. Kendisini ve Kerkük’ü yalnız bırakmadığınız için nasıl da tebessüm ediyordur. Ve bu ahde vefanız “Leyla ile Mecnun”un kavuşmasına vesile olmuştur, kim bilir. Hikmetli söyleyişle su sesi tadında şiirler kaleme alan Kerküklü Salim’i rahmetle anmadan geçmek olmazdı elbette. Doksan yaşını aşan kültür ve edebiyat tarihçisi Kerküklü Atâ Terzibaşı denilince biraz soluklanalım ve bir müjde verelim okuyucularımıza: Atâ Terzibaşı, 180 Kerküklü şairin hayatı ve şiirlerinin yer aldığı 13 ciltlik “Kerküklü Şairler” isimli antoloji çalışması dört kitap halinde yakın bir zaman önce Latin harflerine kazandırıldı. Kerkük şiirini ve şairlerini tanımak isteyenler için oldukça kıymetli bir çalışma.
Tarih; zaman ve mekân içinde yaşanmış olay ve olguların bütününü ifade eder. Tarihin de hukuk gibi şaşmaz bir adalet terazisi vardır ve tarihi gerçeklerin üstü bu nedenle örtülemez. Zaman ancak toz tutar, yaşanmışlıklar yok sayılamaz. Zamanla o tozlar, hafif esen bir rüzgâra yenilir ve gerçekler gün yüzüne çıkar.
Önceki yazıda Kerkük’ün kozmopolit yapısından kaynaklanan bir aidiyet tartışmasının yaşandığına dikkat çekmiştik. Herkesin “kendi gerçeği” ilan ettiği bu kadim şehrin her bir karış toprağından Anadolu’nun izlerinin silinmez olduğunu hep birlikte gördük. Gün gelecek Kerkük tarihinin üzerindeki o ince tozlar atılacak. Dünyaya gözünü yeni açan çocuk gibi ağlayacak Kerkük’ün avazı, hepimizin aşina olduğu bir dilde olacaktır.
… E-kitap okumak için…
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.