RSS Feed for This Post

Tayyip Erdoğan ve Gülen Örgütü


Recep Tayyip Erdoğan’a dün Fethullah Gülen örgütüne verdiği destekten dolayı bugün kızanlar var. Erdoğan’a; Gülen örgütüne sonsuz kredi kullandırdığı, Gülen örgütünün devlete, devletin ise paralele dönüşecek kadar rollerin değiştiği eleştirileri getiriliyor. Buradan hareketle Tayyip Erdoğan’ın böylesine tehlikeli bir yapıya neden müsaade ettiği sorgulanıyor.

Elbette bu eleştirilerde haklılık payı bulunabilir. Neticede, sıradan halkın Cemaat-Örgüt ayrımını yapması kolay değil. Ancak, hükümetin ve hükümetin başındaki kişi olarak Recep Tayyip Erdoğan’ın bu yapının Cemaat mi Örgüt mü olduğunu keşfetmiş olmasını bekleyebilir.

Fakat, devletin emniyetinden yargısına, istihbaratından silahlı kuvvetlerine neredeyse tüm hücrelerine nüfuz etmiş böylesine komplike ve mükemmel organize olmuş bir yapıyı, üstelik “dini cemaat” kılıfı içinde fark etmek kolay değil.

Kaldı ki, bu örgütün devlete nüfuz etme süreci, hükümetin devleti, devlete daha önce nüfuz etmiş kirli yapılardan kurtarma süreciyle çakışıyor. Hükümet bir vesayeti yok ederken başka bir vesayetin kurulduğunu gözden kaçırmış görünüyor. Başka bir ifadeyle, hükümetin tarladan Gladyo’nun Ergenekon ortak isimli yabani otlarını temizlerken, hemen ardından Gülen Örgütü’nün tarlaya Neo-Ergenekon’un tohumlarını serptiğini görmediği anlaşılıyor.

Buradan hareketle Tayyip Erdoğan’a kızmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Çünkü ömrü takiyeyle, tedbir almakla geçmiş, üstelik son derece başarılı metotlar kullanarak örgütlenen böylesine komplike bir yapının ne yaptığını anlamak düşündüğünüz gibi kolay değil.

Şöyle ki.

Fethullah Gülen Örgütü’nün henüz Cemaat olduğu (düşünülen) dönemlerde muhafazakâr camianın hemen hepsinin yolu bir şekilde oradan geçmiştir. Ya kolejinde okumuştur (çocuğunu kolejine göndermiştir), ya gazetesini almıştır, ya şirketlerinden biriyle çalışmıştır, ya bankasına para yatırmıştır, ya derneklerinden birine üye olmuştur, ya sohbetlerine gitmiştir, ya gezisine katılmıştır, ya evinde kalmıştır, ya yardım kuruluşuna bağışta bulunmuştur vs vs…

Bunun çeşitli nedenleri var.

Okullarının bulunduğu şehir veya ülkelerde özellikle de başarılı çocukları bir şekilde toplayarak onlar üzerinden elde ettiği başarıları okulun genel başarısı gibi gösterip o şehrin veya ülkenin işadamlarının, hatırı sayılır bürokrat ve siyasetçilerinin çocuklarını kolejlerine çekmeyi başarıyorlardı. Anne-babaların en değerli varlıklarının çocukları olduğu gerçeğinden hareketle çocuklar üzerinden aileler ile çok iyi ilişkiler kuruluyor ve ilgili şehir veya ülkede büyük bir maddi ve bürokratik/siyasi güce sahip oluyorlardı.

Okuttukları çocukların bir kısmını devletin kritik noktalarına yerleştirerek (bunun çeşitli hilelerle gerçekleştirildiği anlaşılıyor) bürokraside ayrı bir güce ulaşıyorlardı. Emniyet, yargı, TSK, maliye, akademia gibi son derece kritik noktalardaki bürokratik güçleri arttıkça insanların Gülen Cemaati’ne olan ilgisi de artıyordu. Bahsi geçen kurumlara bir şekilde işi düşenler, önce Cemaat Abi’lerine selam çakıyordu. Bu bürokratik güç, Cemaatin hedefe koyduğu kişileri kolaylıkla yok etme imkânını da beraberinde getiriyordu.

Cemaatin, bürokratik gücünün yanı sıra dünyanın hemen her noktasında faaliyet gösteren okul ve kurumları ile işbirliği içinde olan işadamları derneği TUSKON’un sahip olduğu ticaret potansiyeli, para kazanmak isteyen tüccar ve sanayiciler için büyük fırsatlar sunuyordu.

Kısacası, çocuğuna yurtiçinde/yurtdışında iyi bir eğitim aldırmak isteyen, ticaretini büyütmek isteyen, bürokratik veya akademik camiada yükselmek isteyen, davasının kendi lehine sonuçlanmasını isteyen soluğu Cemaatin yanında alıyordu. Aynı zamanda, Cemaat ile işbirliği yapmak istemeyen kişi ya da kurumlar Cemaatin bu bürokratik gücü sayesinde sıkıştırılarak istenilen kıvama getirilmeye çalışılıyordu. Muhtemeldir ki birçoğunda da başarılı olunuyordu.

Bunlar bizim Cemaat olarak bildiğimiz “örgütsel” yapının gerçek yüzüydü.

Peki biz ne görüyorduk?

Kabul edelim, cemaatin PR (halkla ilişkiler) çalışmaları muazzamdı. Toplumun tüm kesimlerine bir şekilde hitap ediyorlardı. Herkesi bir şekilde yumuşak karnından yakalamayı başarıyorlardı. Milliyetçi, muhafazakar, yardımsever, tüccar, kariyerist… Her talebe göre bir arz oluşturabiliyorlardı. Algı yönetimini olağanüstü yapıyor, elindeki kurum, kuruluş, medya ve insan kaynağı gücüyle halkı istedikleri şekilde yönlendirebiliyorlardı.

Bu olağanüstü algı yönetimi ve PR sayesinde biz yalnızca dünyanın dört bir yanına dağılmış okulları, oralarda Türkçe öğretilmiş(?) çocukların Türkçe Olimpiyatları’ndaki göz yaşartan performanslarını, Türkiye’deki başarılı(?) kolej ve dershaneleri, yurtları, Kimse Yok mu Derneği’ni, Türkiye ile dünya arasında ticaret köprüleri kuran TUSKON’u, başarılı gazete, televizyon ve bilumum şirketleri görüyorduk.

Cemaatin bürokrasideki kadrolarını ergenekonvari yapılanmalara karşı sigorta olarak düşünüyorduk. Bu kadroların kaset ve evrak biriktirdiğinden, Cemaatle ters düşenlere operasyon yaptığından, Cemaati yemleyenleri korumak için seferber olduklarından bihaberdik.

Diğer tüm cemaat, dernek, vakıf vs gibi yapılarla olduğu gibi Cemaatle de el ele verdiğimizi ve Türkiye’yi muasır medeniyetler seviyesine çıkarmak için gece gündüz demeden çalıştığımızı düşünüyorduk.

Bir taraftan ülkemizi demokratik, siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel anlamda şaha kaldırırken diğer taraftan darbe girişimlerini, kapatma davalarını savıyor, terör, KCK, mafya ve Ergenekon ile mücadele ediyorduk. Türkiye, içeriden ve dışarıdan türlü saldırılara karşı Milli Mücadele’nin 21. Yüzyıl versiyonuna ev sahipliği yapıyordu.

Püskürttüğümüz her saldırı, farklı şekillere bürünmüş yeni bir saldırı olarak bize dönüyordu. Son savunmamızı Gezi Parkı, 17-25 Aralık Darbe Girişimi ve Kobani Olayları’nda yaptık. Ve maalesef gördük ki bu saldırıların ekseriyetinin arkasındaki güç ya da güçler değişmese de maşa olarak bu kez bizim Cemaat olarak bildiğimiz örgüt kullanılmış.

17-25 Aralık Darbe girişimiyle birlikte Gülen Cemaati’nin yüzündeki maske sıyrıldı ve Gülen Örgütü gerçek yüzünü göstermeye başladı. Sonrasında olanlar ise hepinizin malumu: Kasetler, şantajlar, tehditler, hakaretler, yargıyı paçavraya dönüştürmeler, CHP başta olmak üzere değerlerimizle kavgalı legal/illegal çok sayıda yapıyla işbirliği vs vs…

İyi ama Recep Tayyip Erdoğan bunların gerçek yüzünü görmüyor muydu? Neden bunlara bu kadar kucak açtı?

Evet görmüyordu. Bunu da defaatle itiraf etti. Recep Tayyip Erdoğan da Cemaatin yalnızca görünen yüzünü görüyordu. R. Tayyip Erdoğan, Cemaat’e karşı uyarıldığında, her defasında “Ben kıblesi benimle aynı olan, alnı secdeye değen insanlardan korkmam, onlardan bana zarar gelmez” diyordu.

Ama aldandı.

Tayyip Erdoğan, herkes gibi cemaatin görünen yüzüne aldandı. Onun için, Cemaate kucağını sonuna kadar açtı. Her türlü imkânı sundu, desteği verdi. Cemaatin geometrik olarak büyümesine olanak sağladı. Yeri geldi methiyeler dizdi. Fethullah Gülen’e övgüler yağdırdı. Sadece Erdoğan mı? Hayır! Hükümetin tümü bunu yaptı. Çünkü Erdoğan ve AK Parti ailesi tüm cemaatlere olduğu gibi Gülen Cemaatine de hiçbir önyargı kalıbı içinde yaklaşmadı. Bir gün en büyük darbeyi Gülen Cemaatinden yiyeceğini aklının ucundan dahi geçirmedi. Allah aşkına kaçınız bu yaşananları tahmin edebilirdiniz? Kaçınız, o mazbut adamların aslında birer canavar olduğunu düşünebilirdiniz? Hem aldanan sadece Erdoğan ve AK Parti ailesi değil ki! Cemaate gönül veren milyonlar aldandı. Bunun içindir ki Cemaat, bir örgüt olarak darbeye heveslenince yalnızca Erdoğan’ın ve AK Parti ailesinin değil, tüm muhafazakârların desteğini kaybetti.

Fakat bunlardan dolayı Tayyip Erdoğan’a kızmak büyük bir haksızlıktır. Çünkü o, tüm bu destekleri Gülen Cemaatine verdi, Gülen Örgütüne değil. Cemaatin örgüt olduğunu fark ettiğinde ise bu desteği geri çekti.

Benim de içinde bulunduğum bir grup muhafazakâr belki hep temkinli yaklaştı Gülen Cemaatine. Çok beğendiğimiz yönleri de oldu, çok eleştirdiğimiz yönleri de. Biz, gördüklerimizi beğendik veya eleştirdik. Perde arkasını ise 17-25 Aralık sürecinde gördük. Anladık ki, Cemaatin beğendiğimiz yönleri aslında bir tiyatrodan ibaretmiş. Oyunun gerçeği ise perde arkasında sahneleniyormuş. Tayyip Erdoğan’dan farkımız, biz 17-25 Aralık sürecinden önce de temkinliydik. Cemaatin, cemaat olmaktan çıktığını, büyük bir holdinge dönüştüğünü, çıkar gruplarının network (ağ) kurma sahasına dönüştüğünü, aşırı dünyevileştiğini, önceliğin para ve makama verildiğini, Hizmet Hareketi olarak yola çıkan ve amacı “Hakk’a Hizmet” olan bu yapının giderek ve yüksek bir ivmeyle “Paranın ve Makamın Sahibine Hizmet”e dönüştüğünü söyledik durduk. Onun için Cemaat bizim gibileri sevmedi. Bize yanaşmadı, bizim gibileri kendisine yanaştırmadı. Yollarımız birkaç kez zorunlu olarak kesişse de hiçbir zaman hemhal olamadık ve hızla tekrar bir birimizden uzaklaştık. Ne onlar bize tam olarak ısındı ne de biz onlara ısınabildik. Hep bizi rahatsız eden bir tarafları oldu. Bazen ne olduğunu anlamadık ama rahatsız olduk. 17-25 Aralık “neden” rahatsız olduğumuzu bize gösterdi. Belki Tayyip Erdoğan da bizimle aynı durumdaydı. Kim bilir…

 

… E-kitap okumak için…

kitap-tanitan-kitap-6Kitap Tanıtan Kitap 6

Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

sen-insansinSen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.

kapak-kucuk-2Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapakGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak

Fethullah Gülen’i yi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitikAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin