Yeni başlayanlar için enerji (2)
By my on Ara 17, 2014 in Ekonomi, Enerji
Aynı konuda:
- 2ci Dünya Savaşı petrol yüzünden mi çıktı?
- Küresel ısınma çok iyi bir şeydir
- Yeni başlayanlar için enerji (1)
Enerji pahalı olursa işsizlik yükselir ve ulusal gelir düşer
Nükleer enerjiye, HES’lere veya başka enerji kaynaklarına karşı yahut taraftar olanları dinlediğimiz zaman önemli bir parametrenin unutulduğunu görürüz : Fiyat! Oysa enerjinin tedarik edilmesi yani fiziken müsait olmasıyla birlikte fiyatı da çok önemli. Belki siz “elektriğim temiz olsun, illâ rüzgâr kaynaklı olsun, parası neyse veririm” diyebilirsiniz. “Çevreci” bir elektrik için faturanızın %50 veya %75 daha pahalı olmasına razısınız. Ama profesyonel kullanıma gelince işler biraz değişiyor. Neden?
Endüstride sektöre göre enerji ihtiyacı farklı. Daha doğrusu üretilen malın toplam maliyeti içindeki enerjinin payı bir sektörden diğerine değişiyor. Meselâ metalürji, cam, çimento, petrokimya… Bu sahadaki firmalar yoğun biçimde enerji kullanıyorlar. “Enerji yoğun” dediğimiz bu sektörlerin büyük bir kısmı aynı zamanda “emek yoğun” sektörler. Yani toplam ulusal istihdam içindeki payları büyük.
Sanırım sözün nereye akacağı da böylece belli oldu: Eğer ülkenizde enerji fiyatları yükselirse enerji-yoğun sektörleriniz diğer ülkelerle rekabet edemezler ve yüksek enerji fiyatları işsizliğe sebep olur.
Dünyada durum ne?
Fiyatların düşüklüğü sebebiyle enerji-yoğun ürünlerde ABD rakiplerine yani ABD ve Japonya’ya fark atıyor. ABD’de hafif bir artış var ama rakip ülkelerde %30’lara varan düşüşler görüyoruz. Tabi bu noktada sormak lazım: Belki ucuz elektrik değil ama neden ABD’nin ucuz doğal gazı diğer ülkelere satılmasın? Bunun cevabı basit: Boru hattı olmadığı müddetçe doğal gazın taşıma maliyeti çok yüksek. LNG (Liquid Natural Gas) dediğimiz yolla taşımak için gazın soğutulması, gemiye “yüklenmesi” ve varış istasyonunda yeniden ısıtılması pahalı bir iş. Petrole kıyasla gazın gemiyle taşınması ciddi bir maliyet getiriyor (petrolün 7-8 katı) ve bu fark küresel bir gaz piyasasının oluşması önündeki en büyük engel. Mesela ABD’deki gazın m3 fiyatı 4-5 $ iken bunu LNG ile Avrupa’ya taşıdığınızda nihai fiyatı 10-12 $ oluyor ki bu da Rusya’dan gelen gazın fiyatından fazla. Bu sebeple gaz üretilen bölgelerle tüketilen bölgeler birbirine boru ile bağlanamaz ise ayrı ayrı piyasalar meydana geliyor. Meselâ 2013-2014 döneminde Japonya’daki gaz fiyatlarının ABD’dekinin 5 katı, Avrupa’da ise ABD’dekinin 3 katı olduğunu gördük. Bu farklara rağmen tek bir küresel gaz fiyatı oluşmadı.
Yukarıdaki grafiği aldığımız IEA (International Energy Agency) tahminlerine göre gaz fiyatları zaman içinde düşerek ABD’ninkilere yaklaşsa bile ABD avantajını koruyacak. Grafikten okuyabileceğiniz gibi elektrikte de durum yine ABD’nin lehine. Bunlara bakarak bu ülkenin geçmişte kaybettiği endüstri ve ihracat liderliğini yeniden kazanacağını söylemek için ekonomist olmaya gerek yok. Halihazırda Japonya ve Avrupa’nın ihracattaki kayıplarına bakarak Türkiye için hayati önemi olan dersler çıkarılabilir. Enerji üretiminde, hiç değilse elektrikte mümkün olduğu kadar bağımsız ve ucuz yollar bulmalıyız. Aksi takdirde hem ekonomi hem de diplomaside ne yapacağımızı başkaları dikte ettirecektir. Yüksek enerji fiyatlarıyla yaşarsak kendi çıkarlarımıza değil başkalarının çıkarlarına hizmet etmek zorunda kalırız.
Durum düzelir mi? Düzelmezse ne olur?
En az 20-30 sene boyunca enerji fiyatlarındaki farklar devam edecek. Bugünkü teknolojik ve ekonomik bilgiler bunu gösteriyor. Elektriğin önemli bir kısmı doğal gazdan üretildiği için elektrik fiyatlarında da ABD bu avantajı koruyacak. Ek olarak Almanya’nın nükleer enerjiden tamamen çıkması, Fransa’nın nükleer elektrik payını %75’den %50’ye çekmek istemesi yine ABD’nin lehine.
Ne olur düzelmezse? Enerji-yoğun sektörlerin endüstriyel üretimdeki payı %20-25. Ayrıca istihdam açısından da mesele önemli. Yani enerji-yoğun sektörler aynı zamanda emek-yoğun; Avrupa’da 30 milyon insan bu sahalarda istihdam ediliyor. Bir başka deyişle yüksek enerji fiyatlarının sürmesi sebebiyle GSMH’da %30’a varan kayıp ve büyük bir işsizlik, hatta sosyal patlama riski var. “Risk” diyorum ama bugünkü durumda kesin olacak bir şey gibi gözüküyor. Aşağıdaki IEA kaynaklı tablo toplam üretim maliyetinde enerjinin payını gösteriyor. Yüksek enerji maliyetleri yüzünden Avrupa’nın başına gelen bu felâket elbette bizim için öğretici: Benzeri bir durumda ilk zarar görecek sektörleri ve istihdam kaybı olabilecek noktaları kestirebiliriz.
Enerji sadece enerji değildir
Burada anlatılanları geleceğe dönük bir tahmin gibi yorumlamayın. Halihazırda bir çok Alman ve Fransız firması ABD’ye taşınmayı planlıyor. GSMH’nın gerilemesi ve istihdamın çökmesi sonuçları itibariyle çok ağır bir gelişme. Sosyal güvenlik sistemini, sağlık sigortasını ve emeklilikleri tehdit edebilir.
Avrupa ülkelerinin ve Japonya’nın 2035’lere kadar uğrayacakları ağır kayıp bir rastlantı değil. Enerjiyi diğer sektörler arasında bir sektör zannetmenin bedelini ödüyorlar ve ödeyecekler. Aşırı finansal bir okumayla “enerji bizim GSMH’nın %15’idir” demek, bu sahadaki kayıpların diğer sahalardaki kazançlarla tazmin edileceğini zannetmek büyük bir hataydı. Almanya ve Fransa’nın finansal-ekolojik vizyonla giriştikleri enerji dönüşüm politikaları bunu gösteriyor. Tokyo’ya Fukushima kazasından sonra hakim olan panik havası ülkeyi uçurumun kenarına getirdi. Çok sayıda nükleer reaktörün hesapsızca durdurulması, bundan doğan enerji açığını ithal doğal gazla kapatmaya çalışması ihracat şampiyonu Japonya’nın bir buçuk yıl boyunca dış ticaret açığı vermesine sebep oldu.
Evet… Enerji sadece enerji değildir. Yani sektörlerden bir sektör değildir. Enerji sizin dış dünyada yaptığınız değişimdir. Bir nesneyi eğip bükerken, kimyasını değiştirirken, yemeği pişirirken, ürünlerinizi satarken veya ihtiyaçlarınızı alırken enerji kullanırsınız. İster bilgisayar alın isterse bakkaldan bir paket makarna, ödediğiniz paranın sadece çok az bir kısmı hammeddedir. Makarnanın üretilmesi, paketlenmesi ve size kadar taşınması için harcanan enerji fiyatın %80-90’ıdır.
Enerji aksayınca üretim, ulaşım ve ulusal savunma aksar. Bu sebeple modern tarih boyunca enerji tedarik güvenliği olmayan ülkelerin ekonomisi küçülmüştür ve işgal edilmişlerdir. Enerji bağımsızlığı ulusal egemenliğin garantisidir. Enerjinin bolluğu (fiyatı değil) ekonomik büyüme için önkoşuldur. Emek ve sermaye gibi parametrelere odaklanan ekonomik analizlerin en zayıf noktalarından biri bu: enerjiyi bir hammadde gibi görmek. Dünya ekonomisi enerji bolluğu ile paralel olarak büyür ve krizlerden önce hep enerji darboğazı gelir. İlk bakışta insan “kriz var, az enerji tüketiliyor” diyebilir ama gerçekte ülkeleri ve dünya ekonomisini yönlendiren faktör enerjidir.
Kısa vadede Türkiye ne yapmalı?
Türkiye doğal enerji kaynakları bakımından zengin bir ülke değil. Yani daha uzun bir süre ithal enerjiye bağımlı olarak gelişmesini sürdürecek. Ülkemiz bu hızla gelişmeye devam ederse enerji ithal faturamızın %50 artarak 90 milyar dolara yaklaşacağını kolaylıkla tahmin edebiliriz. Bu yüzden dezavantajları avantaja çevirecek şekilde hareket etmeliyiz. Meselâ 2015-2030 arasında Türkiye’yi ve Avrupa Birliği’ni bağlayan bir çok doğal gaz kontratının vadesi dolacak. Petrol fiyatlarındaki düşüş petrole endeksli yapılacak yeni gaz kontratlarını da bizim açımızdan olumlu etkileyecek. Eski kontratlar yapıldığında satıcı ülkelerin eli güçlü idi. Bugün ise arz artışından dolayı alıcı ülkeler güçlü pozisyona geçtiler.
Elektrik konusunda ise düşük birim maliyet ve ulusal tedarik bağımsızlığı sebebiyle nükleer enerjiye yatırım yapmak en akıllıca yol olarak görünüyor. Bu sahadaki teknolojik bağımsızlığımızı elde etmek için yan sanayi ve eğitim gibi sahalarda da yatırım yapmamız gerek, buna şüphe yok. Nükleer enerjiyle bile Türkiye uzun süre daha enerji satın almaya devam edecek. Bu durum kendi başına bir sorun değil, AMA endüstri, ekonomi ve savunma politikalarımızı enerji politikalarıyla ile eşgüdüm içinde yapmak gerekiyor. Meselâ MGK’ya enerji bakanının dahil olması doğru bir adım olabilir.
… E-kitap okumak için…
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
11 Trackback(s)