Canın sıkıntısı İnsan’ın rolsüz kalmasıdır
By my on Oca 17, 2015 in Edward Hopper, Figüratif Sanat, Resim Sanatı
“…Seni sürekli değiştirmeye çalışan bir dünyada kendin kalabilmek en büyük başarı […] Uygar dünyada hiç bir sır gizli kalamaz; hiç bir şeyi saklayamayız. Cemiyetimiz bir maskeli balo gibi, herkes gerçek tabiatını gizliyor ve tercih ettiği maskelerle kendini ele veriyor …” (Ralph Waldo Emerson, Cemiyet ve Yalnızlık, 1870)
Zihni Göktay ve Suna Pekuysal’ın başrollerini oynadığı Lüküs Hayat adlı müzikal komedi sahneye ilk konduğunda Suna Pekuysal TV’de bir margarin reklâmında oynuyordu. Reklâm filmindeki rolü “Nebahat Hanım” idi. Neba marka margarinle çok güzel yemek yaptığı için kocası ona “helâl olsun be Nebiş” diye bağırıyor ve reklam böylece bitiyordu. Lüküs Hayat’ı görmeye gittiğimiz o gece çok tuhaf bir şey oldu: Oyunun en komik yerinde, Suna Pekuysal’ın Zihni Göktay’ı kovaladığı bir anda Pekuysal galiba gerçekten sinirlerdi ve terliğini kapıp Göktay’a fırlattı. Herkes terliğin yarı yolda yere düşmesini bekliyordu çünkü sahne çok büyüktü ve Göktay çok uzaktaydı. Buna rağmen fırlatılan terlik Göktay’ın başına isabet etti. Adamcağız yerinden öyle bir sıçradı ki diğer oyuncular şoke oldular. Seyirciler ise artık oyuna değil terliğin isabetine ve Göktay’ın sıçramasına gülmeye başlamışlardı. Tam o sırada seyircilerden biri ayağa kalkıp “Helâl olsun be Nebiş!” diye bağırdı… Artık hiç birimiz “oyunun içinde” değildik. Önde oturanlar ayağa kalkıp oyuncularla konuşmaya başladılar.
Metafizik bir tecrübeydi bu. Herkes kendi olmuştu birdenbire. Lüküs Hayat senaryosunda öngörülen rollerden çıkan oyuncular Zihni, Suna kimlikleriyle seyircilerin sorularına cevap veriyorlardı; salonun her yerinden konuşmalar, gülüşmeler geliyordu. Bir müddet sonra işin suyu çıkar gibi oldu ve bir soğukluk hissedildi. Tecrübeli Zihni Göktay bu soğumayı anında okudu ve “bu kadar yeter, müsaade ederseniz işimize bakalım” deyip oyuncuların yerlerine (rollerine) geri dönmelerini sağladı. Biz seyirciler de dahil herkes nizamî yerini aldıktan sonra oyun kaldığı yerden devam etti.
Ben kimdir?
Günde bir kaç kez rol değiştiriyoruz ama genelde rolsüz kalmayız. İş yerinde çaycı / mühendis / uzman / sekreteriz. Evde anneyiz, babayız, karı ya da kocayız. Türkiye’de Kastamonuluyuz, Avrupa’da Türk’üz. Maça gider taraftar oluruz; doktor karşısında boynu bükük hasta rolündeyiz. Rol değiştirmek dert değil ama rolsüz kalmak zor. Genellikle anlattığım tiyatro tecrübesi kadar komik değil rolsüzlük. “Ben kimdir?” sorusuyla karşı karşıya kalmak can sıkıntısı hatta depresyona kadar gidiyor. Fakat bazen de tersine aşkın / müteâl / transandan bir deneyim olabilir. Rolsüz kaldığımız kimi zamanlar İnsan’ın Ben’likten sıyrılıp Kendi’si olduğu metafizik tecrübelerdir. Meselâ Tabiat’ın güzelliğine yeterince odaklanabilirsek güzelliğin şiddeti bütün rollerimizi silip atar ve geriye sadece varlık şuuru kalır:
“… Kim bir ırmağa bir saat bakıp da her şeyin geçici olduğunu düşünmez? Akan suya bir taş atın. Yayılan halkalar etkilerin harika rumuzlarıdır. Bireysel varlığının içinde ya da arkasında duran İnsan Kaînat’ı kapsayıp kuşatan, ihata eden bir ruhun varlığını idrak eder. O idrak ki bir gök kubbe gibidir: Adalet, Hakikat, Aşk ve Hürriyet göz kamaştırıcı birer güneş gibi doğarlar . Bu evrensel ruha “Akıl” der insan. Bana ya da sana ait değil; biz O’na aitiz, O’nun hizmetçisiyiz ...” (Ralph Waldo Emerson, Tabiat, 1836)
Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz
Yalnızlık, yaşamda bir an,
Hep yeniden başlayan..
Dışından anlaşılmaz.
Ya da kocaman bir yalan,
Kovdukça kovalayan..
Paylaşılmaz.
Bir düşün’de beni sana ayıran
Yalnızlık paylaşılmaz
Paylaşılsa yalnızlık olmaz.
… demiş Özdemir Asaf. Paylaşılmadığı gibi toplanıp bir beraberliğe de dönüştürülemiyor. Manevî hazırlık yapmadan rolsüz kalan insanlar kendi iç dünyalarına hapsoluyorlar. Kendi iç dünyalarına hapsolmuş insanlar bir araya gelseler bile yalnız yaşamaya devam ediyorlar. Birbirlerini sevmeleri, anlamaları zor. Çünkü Sen’i sormak için değil Ben’i anlatmak için konuşuyorlar:
“… Hiç bu kadar çok insanla bu kadar kesintisiz iletişim içinde olmamıştık. Ama hiç bu kadar yanlış anlamamıştık birbirimizi. Anlamıyoruz çünkü bu iletişimde amaç ötekini anlamak değil, kendini anlatmak, göstermek, “ben de varım” demek. Bu yüzden doymak bilmiyoruz. Bunun için internetin başından kalkamıyoruz. Yedikçe acıktırıyor nefsi azdıran teknoloji …” (Bkz. Şu an çok eğleniyorum… Neden yapayalnızım?)
Edward Hopper tarafından yapılmış ve bir tabloya bakıyoruz: Room in New York, 1932, 73.7 x 91.4 cm, Sheldon Memorial Art Gallery. (Büyük görmek için resmin üzerine tıklayabilirsiniz.) Hopper’ın bizi mahrem dünyalara davet ettiği bir çok tabloda olduğu gibi burada da camdan duvarlarla ayrılmış bir çift var. Kadın piyano çalmıyor, bir akor/ahenk arıyor; kayıp bir aşkı, ilk günkü heyecanları arar gibi. Bazı eserlerinde yarı çıplak yatağa uzanmış çiftler görüyoruz; adamlar ve kadınlar kalınca bir romanda romantizmi, felsefe kitaplarında mânâyı arar gibiler. Çıplaklığa rağmen hiç bir erotizm duygusu vermiyor bu tablolar. Pop-artçıların aksine Hopper görsel cinselliği devre dışı bırakmayı tercih etmiş.
Seni sürekli değiştirmeye çalışan bir dünyada kendin kalabilmek en büyük başarı
Evet, böyle diyor Emerson. Adamımız Hopper’ın en çok okuduğu iki filozoftan biri Ralph Waldo Emerson. Diğeri Henry David Thoreau. Tabi bu filozofları okuyunca hemen akla şu soru geliyor: Kendin kalabilme sıkıntısı her insanın her çağda yaşadığı bir dert midir yoksa modern zamanlara has bir sorun mudur? Emerson ile devam edelim o halde:
“… Sürekli büyüyen şehirler insanları geveze ve dalgacı yapıyor ve bir o kadar da riyakâr. Konuşmalar o kadar düşük bir seviyede ki bilgeler, temiz iman sahipleri ve şairler dışlanıyor. Bu neşeli şamatanın içinde hislerin dünyevîleşmesi kaçınılmaz …” (Cemiyet ve Yalnızlık)
1900’lerin başında Amerikan şehirlerinin yaşadığı dinamizmi, hızlı zengin olma umuduyla yoğrulan bir cemiyeti hayal etmek zor değil. Dahası tıptaki ilerleme insan ömrünü uzatıyor. Evde değil hastahanede ölüyor yaşlılar. Ölenleri gözden ırak mezarlıklara saklıyorlar adeta. Pazar günleri de açık mağazalar, fabrikalar. Ne kilise ne de mezarlık ziyaretleri eskisi kadar ilgilendirmiyor insanları.
Böyle bir cemiyette dünyayı sevmek ve Ölüm’ü unutmak çok kolay. Zira gece geç saatlere kadar açık bar ve lokantalar gündüz çalışan insanları gece de meşgul ediyor. Rollerden çıkıp Kendi’si olmaya vakit bulamıyor modern insan. Bu yüzden Emerson’un yakındığı dünyevîleşme büyük ölçüde modernleşmeye has bir mesele. Unutulmaması gereken bir diğer veçhe ise içtimaî dokunun yırtılması. Köyleri terk edip şehirlere yerleşen insanların akraba-komşu bağları zayıfladığından zor günler için mal biriktirmek meşrûiyet kazanıyor. Kısacası şehirleşme, endüstrileşme, bireysellik ve bencillik, Ölüm’ü unutmak ve dünyayı sevmek aynı meselenin farklı veçhelerinden ibaret. Bu listeyi daha da uzatmak gerekirse eğlence “ihtiyacını”, aşırı tüketimi, vb şeyleri ekleyebiliriz. Peki böylesi bir dünyada Ben’lik nerede? İnsanlar modern dünyanın onlara verdiği rollerden kurtulup Kendi’leriyle başbaşa kalabilecekler mi?
Bu sorunun en güzel cevabı Edward Hopper’ın tablolarında: Kazayla rollerinden sıyrılan insanların içine düştükleri melankoliyi, tasvir ettiği vücut diliyle ile anlatmış Hopper. İki örnek alalım: New York Movie (1939) ve Office at Night (1940):
Solda yer gösterici kız genç, güzel ve iyi giyimli. İhtimal rolünü oynamış, seyirci rolündeki insanları yerlerine yerleştirmiş. Ekranda film oynuyor; kız düşüncelere dalmış. “Hoş geldiniz, biletinizi görebilir miyim?” diye soran, bahşişleri nazikçe alırken teşekkür etmeyi unutmayan o cıvıl cıvıl kızdan eser yok. Ev kirasını mı düşünüyor yoksa hasta yatan çocuğunu mu?
Sağda “ideal” bir büronun dinamik çalışanları var. Oturan patron ve ayakta duran sekreter arasındaki hiyerarşi derhal göze çarpıyor. Kızın masasındaki daktilo bu algıyı güçlendirecek bir unsur. Hopper adeta anatomi kurallarını zorlayarak kızın belden yukarısını adama döndürmüş. Oysa hazırlık için çizdiği karakalem taslaklarda böyle değil. Neden yaptı bunu? İki rolü; sekreterliği ve kadınlığı aynı anda oynamaya çalışan bir insanın yırtılmasını tasvir ediyor sanki.
Dar giysilerine ve kırmızı dudaklarına rağmen kadından dışarı çıkamayan bir dişilik var. Erkeğin bakmaması mı bu hissi veren? Yoksa modernitenin çarklarında çoktan erkekleşmiş bir kadın mı bu? İnsanlığını kaybeden, elinde dişilikten başka bir şey kalmayan, para için çalışan ve evinden fazla büroda yaşayan modern kadın…
E-kitap okumak için…
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
1 Trackback(s)