Atilla Taş: Homo economicus’tan homo comicus’a
By İbrahim Becer on Mar 9, 2015 in medya, Sivil Toplum, Türk Mizahı
Aslında mesele Atilla Taş’da değil: Yığın düşünmez, maruz kalır
Atilla Taş, birçoğunuzun bildiği gibi Türk şarkı piyasasına ‘ham çökelek’isimli bir şarkı ile girmiş ve gönüllerimizde zarif bir tını bırakamasa da kulaklarımızda tırmalayıcı bir kakafoni bırakarak, anladığım kadarıyla kariyerini noktalamış bir arkadaşımız. ‘Türk şarkı piyasası’ dedim, çünkü Türk Müziği dediğim zaman Itri’den Sezen Aksu’ya kadar uzanan bir zincirin en zayıf halkası olması kuvvetle muhtemeldi. Hani derler ya, ‘şeyh uçmaz mürit uçurur’; biz de kendisini bir imkansız beklenti içine sokmamak adına ‘piyasa’ olarak tasnif eyledik ki Ajdar’ın yanında yabancılık çekmesin. Hoş, kendisi hakkında biraz araştırma yapınca gördüm ki Ajdar komikmiş, kendisinin tarifiyse bir seferde imkansız.
2012’de Kore mahreçli bir şarkı vardı hatırlarsınız: Gangham Style. Bizim millet bunu sevmişti, düğün derneklerde de yakın eş, dost, akrabayı utandıracak figürlerde oynayanlarımız çıkmıştı kocaman göbekleriyle bilirsiniz. Açık söyleyeyim, birinci derece akrabalarımdan oynayana rastlamadım ama görsem DNA testi isterdim. Günümüz düşünürü Atilla Taş bu şarkının coverını yapmıştı. Evde dinleyene, kaçıncı katta ikamet ettiğini önemsemeden atlayacak pencere arattıran bir iş çıkaran şarkıcıya o zamanlar tahammül etmiştik. Hatta ‘tsunamiye dayanan dünya buna mı dayanamayacak /Kur’an yırtıp maymuna dönüşen kızı arıyordum hemen hemen aynı yere geldim’ yollu geyiklerin bile döndüğünü hatırlıyorum. Şarkının sözlerini yazmam okura ihanettir, ola ki yazdım, okumanız hayattan soğuma sebebinizdir. Neyse ki ülke olarak dünya nezdinde prestijimizi İnci Sözlük yazarları kurtardı; ‘Atillos Thasos –Best Greek Singer’ başlığıyla şarkıyı Youtube’a yüklediler ve bir anlamda baklavayı çalan Yunanistan’a tarihi bir gol attılar da en azından sanal alemde böyle bir utançtan kurtulduk. Gerçi Yunanlılar en başta kabul etmediler ama şarkının altına yapılan diğer dillerdeki yorumlar sayesinde, en azından Orta Avrupa kendisini Yunanlı sanıyor. Bana sorarsanız, kendisini Yunanistan’a itelemek yetmez, sırtında yaş zeytin odunu kırılana dek kutuplara kadar sürülmesi gerekir ama buna da şükürdü o günlerde.
‘Her ne kadar şükür müessesesinin yeri ve zamanı olmaz’ diye bize öğretmiş olsalar da meğer erken davranmışız. Oysa ki turpun büyüğü heybede saklıymış ki aynı Atilla Taş, iki senede nasıl bir formasyon edindiyse bir düşünür olarak hayatımıza yeniden girdi. Müellifi hatırımda olmamakla birlikte, ‘aydın’ ve ‘entelektüel’ için parametre olarak kabul gören bir söz vardır. Der ki; ‘entelektüel, cehaletinin farkında olandır, bilgisinin değil’. Bu açıdan bakınca, referansları kendisiyle uyuşmayan benim gibi okumaktan kafasını kaldıramayan kesime doğal olarak hitap edemez. Benim dikkatimi çeken nokta, fikirlerine hiçbir zaman katılmasam da akıllı uslu bildiğim dostlarımın onun sözlerine atıfta bulunarak bana bir şeyler anlatma çabasına girmeleri. Tabi bu çaba, Yılmaz Özdil alıntıları kadar hoyratça ve meydan okurcasına olmuyor, olamıyor. En nihayetinde, çiçeği burnunda düşünürümüzün geri planını ben ne kadar- en hafif tabiriyle- naif buluyorsam, onların da gerçeğin cahil yüzüyle yüzleşmeleri fazla sürmüyor.
Aslında mesele Atilla Taş’da değil. Mesele, Cemil Meriç’in deyimiyle bu kalabalıkların, yığının ırzını teslim etmeye hazır bir kaz sürüsü olması ve gözlerinin her zaman böyle bir çoban aramaktan önünü göremeyecek kadar körelmesi meselesi. Çünkü öyle diyor üstat: ‘Yığın düşünmez, maruz kalır’. Bu ülkede iki problem vardır ki kaderi hiç değişmedi. Bunların ilki siyaset, ikincisi de futboldur. Biz bu iki meseleyi hep kalabalıkların attığı sloganlarla yürütmeye çalıştığımız için düşünmedik, maruz bırakıldık ve edilgen sıfatını anamızın ak sütü gibi hak ettik. Düğünde halay çekerken senkron tutturamayan bir millet olarak, bir takım oyunu olan futboldan uluslar arası bir başarı beklemek ahmaklığını düşleyen de biziz, ham bir çökelekten siyasi bir kaşar çıkarabilme kolaycılığına sapan da biziz.
Bu ülkede ilkel laik kesimin düştüğü durum ders olarak okutulacak bir durum aslında. Sırtını yıllarca bürokrasiye, askere dayadıktan sonra çıkıp iki kelime edemiyorsun ve beyninin ırzını kalkıp da sırf slogan atabiliyor diye böyle adamlara teslim edebiliyorsun. Meraklısı varsa söyleyeyim, attığı tweetlerin bir kısmı zaytungtan aşırma. Koreli şarkıcıdan aşırdığı şarkıdan kalma bir alışkanlık olsa gerek bu kötü alışkanlığına devam ediyor. Kendisini şarkının asıl sahibi tersleyince, verdiği cevabı da onu bir düşünür olarak bize yutturmaya kalkan dostlarıma sunayım da bir daha düşünsün, bu benim birey olarak bildiğim ama aslında yığının bir parçası olan dostlarım. Muhabir soruyor: ‘Gangham style’ın sahibi Psy’ye bir mesajınız var mı?’ diye, cevap veriyor hazret: ‘Benim dedem de Kore Gazisi, itin hatırı yoksa sahibinin hatırı vardır. Kendisi bu işin kaymağını yedi, biraz da biz yesek fena mı olur’.
Tüm bir gençliğim boyunca Necip Fazıl’ın ideologyasının ne kadar gerçekçi olduğunu, ‘yarın elbet bizim, elbet bizimdir’ derken ne kadar zor bir yolu işaret ettiğini düşünmüştük yaşıtlarımla. Belki şairin kendisi de bilmiyordu bu kadar mukavvadan bir yığına, bu kadar gayretin, okumanın, tahsilin gereksiz olduğunu. Meğerse karşımızda, kendi davasını bile kapı aralığından dinlediği için tam olarak anlayamamış, ‘konuş’ deyince kekeleyen ve kendisi konuşamadığı için aklını, vicdanını ırzını teslim etmek için hep bir çoban peşinde olan bir kaz yığını varmış. Konuştukları Türkçeyle bırakın meram anlatmayı küfür bile edilmez, çünkü argo edebiyatının dahi bir raconu, estetiği vardır. Kısacası argo dahi bir adamın ağzına yakışmazsa, muhatabı tarafından küfür muamelesi görür.
Yine de kabul edelim ki kendilerini aldattıkları gibi belli bir noktaya kadar bizi de aldattılar. Kafada yan yatmış bir bere, çenede top sakal, koltuğun altında hiç açılmasa da duran bir Cumhuriyet gazetesiyle ‘aydın’ kimliğini adama dünyanın en pespaye matbaasında hüviyet olarak basmazlar ama bu ülkede sebil olarak dağıttılar bu unvanı. ‘Fransa’da hapse düşmemiş bir solcunun yüzüne tükürürler’ diyen Sartre’a inat, bunlar yeşil renkli bir kabanla aktivist solcu diye yıllarca yaktılar, yıktılar, çaldılar bu ülkede. Oysa ki ne solcuydular ne de aydın.
İşin en acı tarafı da halen farkında değiller. Ne zaman ki Atilla Taş gibi adamlar çıkıp da bunlara akıl veriyor, bunlar da sıkılmadan bu hapları yutuyorlar ve mal bulmuş mağribi gibi üzerine atlayıp gülünç duruma düşüyorlar o zaman bir sükût kaplıyor içlerini.
‘Bin yıl sürecek’ demişti, şimdi güneyde bir kasaba kahvesinde Emin Çölaşan okuyarak devrimci olacağını sanan birisi. Hiçbir devrim bin yıl sürmez ama cehalet istisna; asılın küreklere, şafak 910.
… E-kitap okumak için…
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
1 Yorum
Yazan:Merve Tarih: Haz 10, 2015 | Reply
Bu kitapları neden okuyalım. Içleri ne ile dolu bunların. Ben kimsenin işine yaşayacağını sanmıuorum. Gençleri insanları rahat bırakın. 3 günlük dünya bu hırs size fayda Vermez.. biz İnsanız et kemik duygular.. artık yormadan. Bizi rahat bırakın