Para dünya malından kıymetlidir
By my on Nis 8, 2015 in Georg Simmel, İnsan ve Para, Kitap Sohbeti, Modernleşme, Pozitivizm
“… Renksiz, kokusuz olma vasfıyla para bütün değerlerin ortak paydasıdır; her şeyin içini boşaltır. Para varlıkların kendine has özelliklerini, onları kıymetli ve hatta eşsiz yapan ne varsa geri dönülmez şekilde soyup atar. […] Paranın gücü manevî değerleri bile bencilce bir muhasebenin buzlu sularına daldırır …” (Komünist Parti Manifestosu, 1848, Marx ve Engels)
Son 50 yılda ihtiyaç ile arzu birbirinden koptu. Yine para kazanmak lazım ama ihtiyaçları değil arzuları karşılamak için. Para’nın insanı doyurmaması, tersine yedikçe acıktırması bu yüzdendir.
Para başka şey, dünya malı başka. Para’nın verdiği haz parayla satın alınabilecek şeylerin hazzından çok daha büyük. Acayip bir durum. Çünkü modern dünyanın Para’sı eskilerin “dünya malı” dedikleri şey değil. Yenilmeyen, içilmeyen, yaksan adamı ısıtmayan bir kâğıt parçası. Hatta bugün dünyada dolaşan paranın büyük bir kısmı fiziken yok çünkü bilgisayar kayıtlarından ibaret, sayısal bir veri. Nasıl oluyor da bu kadar soyut bir şey üzerimizde böylesi bir tahakküm kurabiliyor? “Adamımız” Georg Simmel’e göre para eşyanın değerini eşya olmaksızın temsil ediyor; yani cevher ile vasıfları ayıran ve fakat vasıfları cevherleştiren bir soyutlama. Faydalı eşyayı faydasından tecrid edip dönüştüren, mücerred bir değer tasavvuru. (Bkz. Derin Lügat maddesi: Değer / Kıymet / Value / Valeur / قيمة)
Marxçı kelimelerle (Marxist değil) konuşursak Para’nın dünya malından daha kıymetli olmasının sebebi şu: Hislerimizin terazisinde bu faydasız kâğıt parçalarının değişim değeri onunla satın alabileceklerimizin kullanım değerinden daha fazla. (Bkz. E-kitap: Derin MAЯҖ) Neden böyle peki? Yani 10 YTL para neden 10 YTL’lik elmadan veya 10 YTL’lik ekmekten daha kıymetli?
Açalım: Objektif, hani neredeyse bilimsel bir mevhum olan Marxçı Para’nın aksine Simmel’in Para’sı son derecede indî/sübjektif. (Bkz. Derin Lügat maddesi: İndî / Sübjektif / Objektif / ذاتي). Simmel 1900’de yayınladığı Para Felsefesi adlı kitabında (alm. Philosophie des Geldes) bu meseleyi çok güzel anlatmış:
“… Belli bir miktar paranın hissedilen değeri onunla satın alınabilecek bütün malların faydası artı sonsuz sayıdaki mal arasında seçme özgürlüğüdür. […] Ticaretin her türüne uygun olduğu için paramızı sübjektif/indî olarak bizce en önemli olan şeyler için kullanabiliriz. Malların aksine paranın sunduğu kullanım imkânları sınırsızdır. İnsanların arzuları ve hevesleri hiçbir sınır tanımadığı için harcanmamış para her an en önemli ihtiyaçların giderilmesine denktir. […] Eninde sonunda bir tek yere harcanacak olsa da seçme imkânı başlı başına bir değer teşkil eder …”
İnsan – Para – Şehir üçgeni
“Göze yalan söylemek kulağa yalan söylemekten zordur” İsimli bölümde hislerimizin aklımızdan evvel devreye girdiğini söylemiştik. Bu yüzden biz insanlar içinde yaşadığımız modern şehirleri anlamadan evvel hissediyoruz ve fark etmeden etkileniyoruz. Mimarisiyle, gürültüsü, ışıkları, yansımaları, yoğun temposuyla modern şehir bizi dönüştürüyor ama hissettiğimiz bu dönüşümü akletmemiz çok daha fazla vakit istiyor.
Ya Para’yı hissedişimiz? Nedir para? Kâğıda yazılmış bir teminat mıdır? Kurumsallaşmış bir borç sistemiyle garanti edilmiş bir rakam mıdır? Miktarı ve satın alma kapasitesi belli olan, herkesçe aynı şekilde anlaşılan, bilimsel / objektif / ekonomik bir varlık mıdır? Yoksa Para’nın değeri psikolojinin konusu olacak kadar sübjektif midir? (Bkz. Derin Lügat maddesi: Değer / Kıymet / Value / Valeur / قيمة)
Kanaatimce Para’nın değerini şehirlerden ayrı olarak düşünmek yanlış olur. Zira para ile alış-veriş yapılan köylerde ve küçük kasabalarda insanlar birbirlerini tanıyorlar ve önemsiyorlar. Bilerek ya da bilmeyerek rakamsal olmayan bazı şeyler ticarete dâhil ediliyor. Meselâ bir mandıracı ineklerine eziyet eden adamdan süt almayabilir. İnsanlar ihtiyaç sahibi komşulara yardım etmek için pazarda sebze meyveyi onlardan alabilirler… Ama bireylerin ve ticarî münasebetlerin anonimleştiği büyük şehirde herkes ürettiğini getirip Piyasa’ya döker. Piyasa bir soyutlamadır. Mallar onları üretenden tecrid edilirken Para’nın vasıtasıyla malı özel yapan, kendine has nesi varsa yok edilir, değeri rakamsallaştırır, mücerred kılınır. Evrensel olan maddiyat uğruna fıtrî olan insanlık ihmal edilir. (Bkz. Derin Lügat maddesi: Fıtrî / Evrensel / Universal/ فطري ) Modern şehrin Piyasa’sında “nasıl?” sorusu silikleşir ve yerini “kaç para?” sorusuna bırakır. Georg Simmel’in kelimeleriyle söylersek:
“… Tamamen rasyonel olan bir insan bireysel farklılıklara karşı kayıtsızdır. Çünkü bireyler arası ilişkiler ve bireysel tepkiler mantık kalıplarına girmez. Bu bireysel farkların ekonomik çıkarlar cinsinden ifade edilememesine benzer. Para sadece evrensel biçimde ortak olan şeyler için bir ölçüdür. Bütün beşerî münasebetler değişim değeri üzerinden “kaç para?” sorusuna indirgenir. Duygusal ilişkiler insanları özel yapan iç dünyaları arasında kurulurken ekonominin mantığı insanları birer rakam gibi tasavvur eder. Sadece ekonomik perspektifle bakıldığında insanlar birbirlerinden farksız, ikame edilebilen, objektif ve ölçülebilir verimi dışında bir faydası olmayan şeylerdir. Büyük şehir adamı günlük hayatındaki satıcıları, müşterileri, hizmetçilerini hatta sosyal mecburiyet ile bağlı olduğu insanları bile böyle görür. Tersine küçük kasabalarda basit bir ticaret ilişkisi dahi duygusal, insanî unsurlar ihtiva eder …” (“Büyük şehir ve zihinsel yaşam” – Die Großstädte und das Geistesleben, 1903)
Piyasa da bürokrasi gibi çocuklaştırıyor bizi
Paris’teyim, TV’de bir belgesel seyrediyorum. Konusu? Çin’deki bir TV fabrikasında çalışan kadın işçiler. Yatakhaneleri fabrikanın içinde. Beş kişilik bir odada 20 kişi yatıyorlar. Çorba, ekmek, tuvalet kâğıdı ve sabun parayla; Fabrikadan aldıkları maaşın yarısını dışarı çıkmadan harcıyorlar! Köle gibi 18 saat çalıştırılan, ayda bir kez köyüne gidip çocuklarını görebilen kadınların hali içler acısı. Ayağa kalkıp kendi TV’min arkasına bakıyorum: MADE IN CHINA! Hannah Arendt bürokrasi için “hiç kimsenin tiranlığı” diyordu. Piyasa’daki üreten ile tüketen arasındaki mesafenin büyümesi de büyük ölçüde bürokrasiye benziyor. Suç var ama suçlu yok:
“Baskı rejimlerine artık bir yenisi eklendi, belki en müthiş olanı: Bürokrasi. Son derecede karmaşık bir bürolar arası sistemin gücü. Ne biri, ne en iyisi, ne küçük bir azınlık ne bir çoğunluk… Kimse sorumlu tutulamaz. Bu sisteme “Hiç kimsenin tiranlığı” denilebilir.” (Şiddet Üzerine, Hannah Arendt)
Sevdiğim, acıdığım insanlar yok Piyasa’da. Mert insanların sütü, buğdayı, kömürü, emeği namertlerinkiyle karışıyor. İşçisini sömüren, çevreyi kirleten, karısını döven veya koyunlarını antibiyotikle zehirleyenlerin sütü iyi insanların sütüyle aynı şişelere konuyor. Satın almaya gelen açısından da bu böyle. İnsanlar Para’yla ödeme yaparak üreticinin ahlâkından tecrid edilmiş mallar satın alıyorlar. Dikkat: Piyasa’nın kötü ahlâklı olduğunu söylemiyorum; bütün ahlâkî tercihlere eşit mesafede durduğu için, Para gibi renksiz ve kokusuz olduğu için ahlâk-sız olduğunu söylüyorum. Piyasa tecavüz edilen kadına ve tecavüz eden adama karşı tarafsız. Muazzam bir güç ama iyi ya da kötü amaçla kullanılmaya çok müsait, tıpkı bürokrasi gibi:
“[…]şahsa/hanedana biat etmeye dayanan feodal düzenlerdekinin tersine modern devlet makinası, tıpkı endüstriyel bir makine ya da bir fabrika gibi kişisellikten arınmıştır. Bürokratik bir mekanizma onu denetlemesini bilen herkesin elinde kolaylıkla çalışabilir. Düşman bir ülkeyi işgal ettikten sonra rasyonel düzene sahip bir memurlar sistemi pürüzsüz işlemeye devam edebilir. Müdürlerin değiştirilmesi yeterlidir. Kalan memur ordusu çalışmaya devam edecektir. Zira bu herkesin çıkarınadır, en başta da düşmanın.” (Weber, Sosyoloji Yazıları)
Hatırlayacaksınız, geçen bölümde anlattığımız gibi modern şehirler akl-ı meaşın kullanılmasını aşırı derecede tahrik ederken akl-ı meadı engelliyordu. İnsanlar “ötekileri” adeta birer eşya gibi görmeye başlıyorlardı. Zannediyorum Piyasa’nın ve Para’nın tecrid edici etkisiyle modern şehirlerin robotlaştırıcı tesiri birbirinden besleniyor. Bugün geldiğimiz noktada hangisinin evvel başladığının çok büyük bir ehemmiyeti yok. Gerekli olan belki de düşünen insanların bu girdabı tersine çevirmenin yollarını araştırmasıdır?
Para’nın putlaşması insanların İnsanlık’tan istifa etmesidir
İnandığı gibi yaşayamayan modern şehir insani yaşadığı gibi inanmaya başlıyor. Evet, Para’nın putlaşması süreci şehirde yaşayan insanların yaşadığı değer kaymasıyla doğrudan bağlantılı. İnsanlar iç dünyalarını şehrin saldırgan yoğunluğundan korumak için psişik zırhlar giyiyorlar. Fakat herkes zırhlar ve maskelerle dolaştığından “ötekileri” görmüyoruz. Bunun yerine dışarıya kendileri hakkında vermek istedikleri imajları tanıyoruz. Tuhaf bir toplum çıkıyor ortaya: Samimi olmayan, iç dünyaların temas etmediği, sadece zırhların öteki zırhlara sürtüp çarptığı bir ortam. Haliyle bir süre sonra bu zırhlar insanların ayrılmaz birer parçası oluyor. Bazen vicdanın sesini duymak mümkün olsa bile şehirli bundan kaçıyor.
Çünkü akl-ı meaş ile varacağı netice ölçülebilir, “ötekiler” tarafından daha kabul edilebilir, eski kararlar ile mukayese edilebilir, vs. Kısacası %100 objektifleştirilmiş bir dünya tasavvuru çok daha konforlu. Zira Eric Fromm’un tabiriyle “özgürlükten kaçmak” bu şekilde meşrulaşıyor. Özgürlükten yani mes’uliyetten kaçmak: İnsan’ın ahlâkî tercihlerinde hür olmadığını savunanlar biz insanların robot yahut hayvan gibi tamamen dış faktörlerle belirlenen, öngörülebilir yaratıklar olduğumuzu vehmediyorlar. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür…)
Aslına bakarsanız insanlık tarihinin her evresinde özgürlükten kaçmayı bir inanç, felsefe yahut ideoloji olarak savunan zümreler olmuş. Gazâlî Hazretleri El-munkizu Min-ad-dalâl adlı eserinde günümüzden bin yıl önce yaşamış olan maddiyûn ve dehriyûn taifesinden bahsediyor meselâ. Bunlar Kâinat’ın ve Hayat’ın kendiliğinden ortaya çıktığına yahut eksi sonsuzdan artı sonsuza uzandığına iman ediyorlarmış. Bu fikrî tercih kesintisiz bir şekilde M.Ö. 300’lerde yaşamış Epikuros’tan Karl Marx’ın materyalizmine ve tarihsel determinizmine kadar hep var olmuş. (Bkz. Bu konudaki e-kitap: Derin MAЯҖ)
Zaman, madde ya da Tabiat gibi yaratılmışları ilahlaştıranlar yeni değil ama René Guénon’un Modern Dünyanın Krizi’nde (1, 2, 3) isabetle teşhis ettiği gibi maddeye tapanlar ilk defa bütün insanlığı kendi tahakkümleri altına aldılar. Bugün kullandığımız ismiyle pozitivizm dipdiri karşımızda duruyor. Stephen Hawking gibi birçok bilim adamı kendi pozitivist inançlarını bize “bilim” kisvesi altında dayatmaya devam ediyorlar. (Bkz. Şalgam suyu varsa Tanrı’ya lüzum yoktur)
Fakat bu meseleye İnsan – Para – Şehir üçgeninden bakacak olursak dikkat çeken önemli bir unsur var: Başta Avrupa olmak üzere bütün dünyada şehirli nüfuzun hızla arttığı 19cu asır aynı zamanda pozitivizmin de fikir sahasında alternatiflerini ezip geçtiği bir dönem. 1800’lerin başında Auguste Comte “pozitif felsefe” derslerine başlarken tıpta, sanat kuramında, siyaset felsefesinde ve iktisat teorilerinde aynı maddeci tasavvurun hâkimiyetine tanık oluyoruz. Hatta birbirine rakip gibi görünen liberalizm, faşizm, komünizm veya totalitarizm de aynı fikrî zeminde tezler üretiyorlar. (Bkz. Bu konuda e-kitap: Liberalizmin Kara Kitabı)
İnsan’ın özgürlüğünü (= sorumluluğunu) görmezlikten gelen bütün ideolojiler Cemil Meriç’in tabiriyle akla giydirilmiş birer deli gömleği. Bizler insanız; birer dişli çark, harcanabilir mühimmat (= asker millet) veya homo-economicus formatında arzu makinası değiliz elbette. Fakat şehirli nüfusun köylü nüfustan fazla olduğu ülkelerde bu deli gömleğinin çok daha kolay kabul görmesi gözlerden kaçmamalı. Bilimsel ve teknik ilerlemenin en fazla olduğu çağda ve yine bilimde, endüstride, şehirleşmede en ileri gitmiş uluslarca iki dünya savaşının çıkmış olması da “ilerleme” ve modern şehir münasebetinin yeni baştan sorgulanmasını gerektirmiyor mu?
Boş vakit zehirlenmesi
Satın alınabilen mallara kıyasla Para’nın insanlarca daha fazla sevilmesi başlı başına bir soru teşkil ediyor. Henüz ele geçmemiş bir faydanın, bir ümidin eldeki somut bir faydadan daha üstün tutulması ekonomik değil psikolojik ve hatta metafizik bir soru. Bu soruyu cevaplamak ise ancak teknolojik ilerlemeyle ortaya çıkan toplumsal dönüşümlere bakarak mümkün olabilir:
- Tıp, koruyucu hekimlik: Uzayan ömürle gelen yaşlılık korkusu,
- Endüstrileşme: Aile bağlarının zayıflamasıyla hissedilen yalnızlık,
- Kentleşme: Topraktan uzak yaşayanlara has rızık korkusu…
Güneş doğarken hayvanlarını sağmaya giden, güneş batarken yorgunluktan uyuya kalan çiftçiye kıyasla büyük şehir insanı vakit bolluğu içinde. Stresli olanlar ve 3 saat yol gidenler de dâhil buna. Üretime doğrudan katılmadığımız her dakika bize bir yük: “Ben neyim? Ne olacağım?” gibi sorgulamalar istesek de istemesek de zihnimizi istila ediyor. İnsanlar her zaman adını koyamıyor belki. Kimi kadınlar botoks yaptırıyor; kimi erkekler günde 4 saat maç seyredip futbol konuşuyor. Çocuğundan, karısından fazla telefona bakan var, kumar ya da içki masasından kalkamayan var. Ama hepimiz aynıyız: Boşluğu doldurmaya çalışıyoruz. (Bkz. E-kitap: Derin İnsan)
AVM dediğimiz yerler ticarethaneden çok tımarhaneye benzemiyor mu? İhtiyacımız olmayan şeyleri almak için borçlanıyoruz ve o borçları ödemek için sevmediğimiz işlerde çalışıyoruz. Herkese verilen krediler, parfümler ve sucuklar “size özel”. Bana özelse neden TV’de söylediniz? Dünyada en çok satan ve her dile çevrilen, milyonlarca insanın okuduğu kitabın adı “SIR” (Secret). İstatistiksel bir anonimlik içinde eritildik ama biz özeliz! Bambaşkayız! Daha iyisini hakediyoruz!
Kime sorsam “abi gidecem buralardan!” Ama hiç giden yok, herkes şehire geliyor. Çünkü konforu var. Büyük şehir sadece “büyük” değil ki. Şehirlinin elinde taşradaki köylünün hayal bile edemeyeceği güçler var. İnsan çokluğu sayesinde çalışan, kurumsallaşmış, abonelik-güven-taahhüt ilişkisiyle yürüyen ağlar bunlar: Metro, cep telefonu, internet, kredi kartı, GPS… Tabi varlığına alıştığımız için görünmez olan hizmetleri de unutmayalım: Yol, elektrik, itfaiye, polis, sosyal güvenlik… Mutlak soyutlama ve objektifleştirme vasfına sahip olan Para bütün bu ilişkiler ağının tam merkezinde. Çünkü Para’nın hem kendisi soyut hem de “kaç para?” sorusuyla ölçtüğü şeyleri dünyadan tamamen soyutlayabiliyor.
“… Toplumsal teşkilatlanmada Para’nın bu kadar etkin olmasının sebebi indî/sübjektif algılar üzerinde normlar ihdas edebilmesidir. Para bu yüzden sonsuz sayıdaki ve çeşitteki arzulara en uygun araçtır …” (G.Simmel, Para Felsefesi, 1900 – Philosophie des Geldes)
Modern şehirde bize güç veren sistemler sayesinde sahip olduğumuz boş zaman o kadar çok ve o kadar boş ki ekonominin çehresini bile değiştirdi. Artık gıda, örtünme, barınma gibi temel ihtiyaçları karşılayan üretim ulusal bazda ve küresel ekonomide marjinalleşiyor. Bunun yerini kimlik arayışı ve boşluk korkusuyla cebelleşen şehirlilerin tutkuları, özentileri aldı. Boş zaman fazlalığı yüzünden ihtiyaçlarımız ile arzularımız arasındaki mesafe açıldı. Yine Para’yı istiyoruz ama ihtiyaçları değil arzuları karşılamak için:
“İktisadi amaçlı çalışmanın adım adım azalması özerk faaliyetlerin baskın çıkmasına imkân tanır; serbest zaman zorunlu zamana, boş vakit çalışmaya egemen olacaktır; boş vakit sadece dinlenme veya telafi değil, temel zaman ve yaşama nedeni olacak ve çalışma da araç düzeyine indirgenecektir. Böylece bu boş zaman ortak değerlerin taşıyıcısı olacaktır. Yaratıcılık, birlikte yaşama, estetik ve oyun, çalışmaya bağlı etkinlik ve verimlilik değerleri üzerinde egemen olduğunda ortaya çıkacak karışıklığı bir hayal edin…” (İktisadi Aklın Eleştirisi / André Gorz)
Para’nın araç olmaktan çıkıp amaç haline gelmesi
Para’yı bir araç olmaktan çıkarıp ideoloji haline getiren kapitalizm sözde rakibi olan komünizme ve faşizme çok benziyor. Köleleştirmek istenilen bireylere soyut ve bir o kadar da erişilmesi imkânsız hedefler konuluyor öncelikle. Bu “hedefler” yaklaştıkça uzaklaşan cinsten; bir tür serapt. Çünkü satın alınan hiçbir şey o şeye duyulan arzunun açlığını gideremiyor; her tatmin yeni açlıklar doğuruyor. Tam da bu yüzden eldeki paranın hissedilen kıymeti o parayla satın alınabilecek mallardan daha büyük.
Diğer yandan totaliter propagandaya benzeyen reklâm ve pazarlama teknikleri vasıtasıyla her bir insana ötekilerden daha özel / farklı / üstün olduğu sürekli söyleniyor. Buna göre bireyler eninde sonunda doğru kahve / sigara / çocuk bezi markasını kullanacak ve ebedi mutluluğa erişeceklerdir. Ağlayan bebek susacak, kurt ile kuzu yanyana gezecek, hava hep güneşli olacaktır.
Ne gariptir ki kapitalizmin bireylere vaad ettiği bu “zafer” tıpkı Stalin’in ve Hitler’in vaad ettiği sahte zaferlerden farksız: Komünizm de bütün insanlığa mutluluk getirecekti ve üstün(!) Alman ırkı dünyaya 1000 yıl hâkim olacaktı.
… E-kitap okumak için…
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat, Mimarî, Ateizm, Tarih, Kemalizm, Eşcinsellik, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Felsefe… Bugün 70 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
1 Yorum
Yazan:FS Tarih: Nis 11, 2015 | Reply
Yazılarınızı okudukça görüş açım değişmeye, bazı konuları farklı düşünmeye başladım .Anlamaya çalışıyorum .Teşekkürler .Yazılarınızı tekrar tekrar okuyorum .