RSS Feed for This Post

İman / Faith / Foi / Bilgi / Knowledge / الإيمان

Lion-Trainer-With-LionNe değildir?

Yanılgı şurada: Maddeyi biliyoruz, mânâya inanıyoruz. Beyin / akıl / zekâ biliyor, kalp iman ediyor. Bilim bilgi veriyor; din ise iman istiyor. Güya bilmek ve inanmak iki farklı fiil, iki farklı sahanın eylemi, organları bile farklı. Peki “biliyorum” derken gerçekte bir inancı kastetmiyor muyuz? Ya “inanıyorum” derken bir bilgi değil mi söz konusu olan?

Nedir?

Gerçek şu ki “bilgi” birçok dogmatik ve/veya indî/sübjektif kabule hatta imanî temellere dayanıyor. İnanmak ise güven kaynağı, referansı açıkça belli olan bir bilgiden ibaret. Emin olmak, iman etmek, aman dilemek, emniyet, emanet … Sadece Arapça mı böyle? Değil. İngilizce (veya Fransızca) örneklere bakın: Faith (Foi), Confidence, Trust (Confiance), Believe (Croire)… Bu kelimelerin dinsel veya ticarî/teknik sahalardaki mânâları tıpkı Arapça ve Türkçe örneklerdeki gibi. Bu tekabüliyet dahi meselenin fıtrî oluşuna hem de ifsadın çaresinin lisan/mantık/nutuk/tasavvur ile düzelebileceğine işaret etmiyor mu? Evet… Gerçekten yaşadığımız dünya ile zihnimizde temsil ettiğimiz dünya arasında bir uçurum var ve bu hastalığın tedavisi doğru kelimelerle konuşmakla başlayabilir. Ludwig Wittgenstein’ın işaret ettiği meseleye dikkat:


“… ‘Biliyorum’ demenin ‘görüyorum’ demeye benzer ve ona yakın, ilkel bir anlamı vardır. ‘Odada olduğunu biliyordum, ama odada değildi’ ifadesi şuna benzer: ‘Onu odada gördüm, ama orada değildi.’ ‘Biliyorum’ sözü benim ile önermenin anlamı arasındaki münasebeti değil, benimle bir olgu arasındaki ilişkiyi ifade etmesi gerekir. Böylece benim bilincim olguyu özümser. (Dış dünyada olup bitenleri değil, yalnızca hislerin aktardıklarını bildiğimizi söyleriz.) Dıştaki bir olayın bilgisinin resmi göze ve bilince yansıyan ışınlar yoluyla algılanır. Ancak o zaman, insanın bu yansıtmadan emin olup olamayacağı sorusu hemen ortaya çıkar. Ve bu resim gerçekte ne olduğunu değil bizim o bilgiyi nasıl tasavvur ettiğimizi gösterir …”
 (Kesinlik Üstüne, 1949-1951)

Neden böyle?

İnanmayı reddederek “sadece” bilmek isteyen aslında daha dogmatik bir biçimde iman etmiş oluyor. Gözüne, kulağına, mikroskobuna, kitabına, okuldaki hocasına… Ama hepsinden evvel bunlara kefil olan aklına iman ediyor. Yalnız bu “akıl” artık akıl değil bir put. Çünkü inanmaksızın bilmek istediğimizde iki ihtimal var:

  • Bilici aklın varlığını bir yaratılışla açıklamak: “Ben biliyorum” diyen insanın aklı kendini yaratan Tanrı’yı ya da tanrıları ihata etmek, kavrayıp kuşatmak zorunda.
  • Bilici aklın yaratılmaya muhtaç olmadığına, ezelden beri var olduğuna iman etmek.

walk-of-faith-ChinaTanrıları gölgeleyen bu “akıl” tanım icabı evvel ve ahir olduğu gibi ebediyet, kudret, tasavvur, vs ilâhî vasıfları da haiz olma iddiasında; kısacası bu akıl ulûhiyet iddiasında. Oysa vazifesi hak ile batılı ayırmaya yarayan bir nûr olan gerçek aklın böyle bir iddiada bulunması muhal. Demek ki bu, aklın sesini taklid eden nefsin telkini olabilir. Gazâlî Hazretleri’nin sözleriyle ifade edersek:

“…Temel yaklaşım  olarak, akılla ortaya konulan delillerin yalanlanmaması gerekir. Aynı şekilde akıl da dini yalanlamaz. Fakat akıl dinle ilgili bir yalanlama yoluna girmişse, bu ancak dinin ispatı alanında söz konusu olabilir. […] . Çünkü dini akılla biliriz. Hal böyle olunca akılla dini birbiriyle çelişen olgularmış gibi göstermenin hiç bir anlamı yoktur.  Yalancı bir müzekkî (şahitlik yapacak kişi hakkında mahkemeye bilgi veren) ile şahidin doğru sözlü olduğu nasıl bilinebilir ki! Din birçok konunun şahidi, akılda onun müzekkîsidir. Yani dinin düzenlediği meselelerin hakikatlerini ancak akılla biliyoruz…”İman Kitabı)

Bilgi son tahlilde imandır zira David Hume, Ludwig Wittgenstein ve Heraklitos’un kimlik / identity / sameness sorgulamaları bize göstermiştir ki insan “biliyorum” demek için en az iki şeye iman etmek zorundadır:

  • Bilen özne Ben’in varlığına ve bilici vasıflarına iman etmek,
  • Bilinecek mevhum ve nesnelere zaman ve mekândan bağımsız hüviyet atfetmek için onların zaman içinde değişmez / aynı / id-entic kaldığına iman etmek.

leap_of_faithİman ise en kâmil noktada bilgidir. Çocuk evvelâ babasına yahut imama güvendiği için onları taklid ederek “iman” eder. Fakat büyüdükçe ALLAH’a güvenir, emniyeti O’nda bulur. Sorgulayarak, hissederek, yaşayarak öyle bir iman sahibi olur ki ateşten yahut yılandan uzak durmakla günahtan uzak durmak arasında fark görmez.

Netice

İman ile bilgiyi apayrı şeylermiş gibi tasavvur etmek ideolojik bir tercih. Aklı putlaştıran bu tercih haliyle İslâm’a aykırı. Bu yol pozitivistlerin yolu. Ne var ki Hristiyanlıktan kopup şirk üzere yaşayan Batılıların bilgi teorisi de bilimi ve teknolojisi gibi İslamistan’a sirayet etti. Müslümanlar şirk üzere bina edilen bilim ve ticaret lisanını kullanır oldular. Bu lisanı, bu tasavvuru kabullenmek, onların teknik, ticarî, siyasî ve beynelmilel kurumlara tâbi olmak ise İslamistan’ı yıpratan faktörlerden biri. İngiliz mühtedi, yazar ve diplomat Gai Eaton – Sidi Hasan Abdullah Abdülhamid, Tanrı’yı Hatırlamak isimli kitabında şöyle diyor:

“Müslümanlar Batı’nın bilimini, teknolojisini ve yönetim biçimlerini alırken, tüm bu gelişmelerin arkasında yatan ideolojilerden ve değerler sisteminden kendilerini koruyabileceklerini sandılar […] Dolayısıyla İslam bilimi, yani fizik kozmolojiden veya metafizikten bağımsız düşünülemez; çünkü bilimin daha aşağı formları, daha yüksek formlarına bağlıdır […] Bilimsellik denen şey, bugün Batı’da ve gittikçe artan bir hızla tüm dünyada hâkim sistem olmak durumundadır ve vahye dayanan hakikatle hiçbir şekilde bağdaşmadığından İslam toplumu için ciddi bir tehdit oluşturmaktadır […] Bilimselcilik ise dogmatiktir, teorileri değişmez doğrular olarak görür ve bilimin ispatladığını veya daha sıkça olarak, çürüttüğünü iddia ettiği şeyleri varabilecek en son nokta kabul eder. Bu, bilimsel fundamentalizm’dir, uzağı görememedir, yetersizliktir, gerçekliğe ait kısmi doğruların şişirilip gerçekliğin ta kendisi olarak sunulmasıdır.” 

 

Tefekküre vesile: Gözlemle bilinen ve iman ile bilinen “gerçeklerden” hangisi daha gerçek?

1) Ayet: “… Allah şehadet eder ki, münâfıklar muhakkak yalancıdırlar …”

“Münâfıklar sana geldikleri zaman “Biz şehâdet ederiz ki sen mutlaka Allah’ın Resûlüsün” derler. Ve Allah da bilir ki elbette sen, O’nun peygamberisin. Ve Allah şehadet eder ki, münâfıklar muhakkak yalancıdırlar. Onlar yeminlerini kalkan edindiler de insanları Allah yolundan alıkoydular, gerçekten işledikleri ne kötüdür” (Münafikûn 1,2)

2) Hadis: Kullu müneccimun kezzâb, velev sadakû!

(Bütün müneccimler yalancıdır! Söyledikleri doğru çıksa-isabet etseler bile!)

Bir gün Mekke’de büyük bir yağmur yağacağına dair bir müneccim falı çıkmış ortaya; ve Allahın Resulü(sav) bu muazzam hadisi buyurmuşlar. Tesadüf veya hikmet, ertesi günü yağmur yağmış..Yani müneccimin dediği çıkmış.. O kadar yağmış ki, Allah Resulü elleriyle ve maşrapalarla suları dökerken yine: “Kullu müneccimun kezzâb velev sadakû” derlermiş. Yani müneccimlerin dediği olduğu halde Resûlullah(sav) ısrar ediyor: Müneccimler yalancıdır! İsabet etseler bile!

Lion-in-Circus

 

Tavsiye okuma

Makale

Sitede yayınlanmış kitap alıntıları

  1. Tractatus logico-philosophicus / Ludwig Wittgenstein
  2. Aranağmeler / Søren Kierkegaard

E-kitap

 

 

… E-kitap okumak için…

Senin tanrın çok mu yüksekte?

senin-tanrin-cok-mu-yuksekte

Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.

İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:

  • Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
  • Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.

Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.

Öteki Sinemanın Çocukları

oteki-sinemanin-cocuklariYakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.

kitap-tanitan-kitap-6Kitap Tanıtan Kitap 6

Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

sen-insansinSen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.

kapak-kucuk-2Gözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapakGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak

Fethullah Gülen’i iyi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitikAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 5 Trackback(s)

  2. Ağu 29, 2015: Ateist / athée / αθεϊστής / атеист / الملحد | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  3. Oca 18, 2016: Fotoğraf makinesi: İnsanların dürüstlüğü yerine ikame edilen mekanik şahit | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  4. Tem 4, 2016: Mucizelere şaşırmak gerekir mi? | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  5. May 6, 2017: Bilimsellik aklın emaresidir; bilimcilik ise akılsızlığın! | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  6. Şub 3, 2018: Ateşin haberini almak ile yanına oturup ısınmak arasındaki fark nedir? | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin