Yanlış hayatlar doğru yaşanamaz…
By my on Haz 4, 2015 in Beyin Yıkama, Kitap Sohbeti, medya, Modernleşme, Psikolojik harp, Teknoloji
“… Seyirci ne kadar çok seyrederse o kadar az yaşar. Herkese dayatılan o görüntülerde benliğini ne kadar ararsa kendi varoluşunu ve kendi arzularını o kadar az anlar […] Gösteri toplumunda, kurtuluş vaatleri de gösterinin bir parçasına dönüşür, sahteleşir. Tüm dünya aynı gösterinin sahnesidir artık; hepimiz aynı gösterinin oyuncusu ve seyircisi oluruz …” (Gösteri Toplumu)
Birkaç kişi tarafından görünen şeylerin kaydedilip herkese aynı anda gösterilmesi hatıralarımızı ve hayallerimizi ipotek altına alıyor. Kendi gördüklerimiz değil bize gösterilenler doğrultusunda yaşamaya başlıyoruz. Çok gösterildiği için gerçek zannettiğimiz yalanlar hem günlük hayatımıza hem de ekonomiye ve siyasete yön veriyor. İndî / sübjektif dünyamızı hiçe sayan, bizi objektif / standart / homojen bir algıya hapseden bu gösteri bildiğimiz mânâda siyasetin ve istişarenin de sonu demek. Zira:
“… Eğer insanlar saf akıldan ibaret olsalardı sürekli ve her konuda hemfikir olurlardı. Fikirlerin çatışması aklın işleyişinden veya mantık kurallarından değil sonradan edinilmiş bilgilerden kaynaklanıyor. Yani bireysel farklılıklar ve deneysel olarak kazanılanlardan. Dialektik dediğimiz şey bu bireysel farklılıklardan doğan verileri “ötekine” tamamen objektifmiş gibi göstermekten ibarettir. Çünkü insan, kendi tabiatında bulunan bir özellikten dolayı fikir farklılıkları görünce ötekinin “hatasını” düzeltmek ister. Kendi fikirlerinin yanlış olabileceğini düşünmez …” (Arthur Schopenauer, Her zaman haklı çıkma sanatı)
Algıların yönetilmesi gerçeklerin yönetilmesinden daha önemli
Devirdikleri diktatörlerin yerine geçen yeni diktatörler eskileri hain ve zalim ilan ederek kendi zulümlerini aklardı; eskilerin heykellerini devirip kendi heykellerini dikerlerdi. Bugün beyazdan daha beyaz yıkama iddiasındaki deterjanlar da eski reklâmları yalanlıyor. Eski “bilgileri” çöpe atıp sıfırdan başlayanlar bir tarih şuuru oluşmadığı için geçmişten ders alamıyorlar. 20 yıldır her sabah aynı güne uyanıyoruz sanki: “… Bu video milyonlarca defa tıklandı… O köşe yazarından çok tartışılacak sözler… Başbakandan şok tepki …”
Bugün Guy Debord,’un Gösteri Toplumu (fr. Société du Spéctacle) adlı eserinden bahsetmek istiyorum. Önemli bir eser zira kitabın yayınlandığı 1967 senesinden bu yana hiçbir şey değişmemiş gibi. Evet, tabi, Berlin duvarı yıkıldı, Filistin’de ve Meksika-ABD sınırında yeni duvarlar yapıldı ama bizim kafamızın içindeki cam duvarlar olduğu gibi duruyor, hatta teknolojiyle giderek kalınlaşıyor: Herkesin her an yaptığı her şeyi seyrederken kendi hayatımızı, iç dünyamızı yaşamaya vakit bulamıyoruz. Neye şaşıracağımıza, neye kızacağımıza karar veren bir müsamere bizi sanal ve prefabrike kalıplara hapsetmiş. Varlığı ötekilerin alkışlarına muhtaç olan silik ve pasif zamancıkların akışı artık bir yaşam değil. Pazartesiler, salılar, çarşambalar, eylüller ve ekimler akıp gidiyor. Takvim yaprakları ile beyazlaşan saçlarımız arasında bir tekabüliyet var ama “Show” seyretmekten yaşayamaya vakit bulamadığımız bu hayat artık bizim değil:
“… ‘Şu an çok eğleniyorum’ diye mesaj atanların tam da o anda çok sıkıldıklarını düşünmüşümdür hep. Birilerini “çok eğlendiğine” ikna etmen gerekiyorsa bir derdin var demektir. İçindeki eğlence boşluğunu doldurmak için dışarıdakileri kandırmak zorundasın. Doyumsuzluk, yedikçe acıkma durumu. (Bkz. Derin İnsan adlı e-kitap) Evet… Hiç bu kadar çok insanla bu kadar kesintisiz iletişim içinde olmamıştık. Ama hiç bu kadar yanlış anlamamıştık birbirimizi. Anlamıyoruz çünkü bu iletişimde amaç ötekini anlamak değil, kendini anlaTmak, göstermek, “ben de varım” demek. Bu yüzden doymak bilmiyoruz. Bunun için internetin başından kalkamıyoruz …” (Şu an çok eğleniyorum… Neden yapayalnızım?)
Theodor W. Adorno “yanlış bir hayat doğru yaşanamaz” demişti. Sanırım haklıydı. Hayatın olağan müsameresi değil kastettiğim. Geride kırıntı bile bırakmaksızın müsamereleşen, show haline gelen hayatlardan bahsediyorum. Hissettiklerimiz ehemmiyetini kaybederken gösterilen ve herkesçe görülen yalanlar gerçekten yaşanan gerçeklerin yerini aldı: “… Oğlunuz ölmüş, gazeteciler kapıda. Ne? Dur bir saçımı başımı düzelteyim, herkes ne der sonra? …”
İşte bu fikrî zeminde istenen şeyler ile gereksinim duyulan şeyler birleşti, aynılaştı. İhtiyaçlarımızla arzularımız birbirine karıştı. Gösterilen şeyleri anında istemek ve istenen her şeyi “ihtiyaç” gibi görüp uğrunda fedakârlık yapmak… “Özgürlük” dediğimiz şey tüketim ve borç köleliği değil mi? Tam da bu yüzden ihtiyacı olmayan şeyleri almak için borçlanan ve o borcu ödemek için sevmediği işlerde çalışan insanlar olduk. Peki, neden kıramıyoruz sanal zincirlerimizi? Guy Debord’un tabiriyle “dayatılan görsellere” direnmek bu kadar mı zor? Sadece tüketim de değil mesele. Siyasî konularda ve uluslararası krizlerde de aynı sorunu yaşıyoruz. 1977’de “kahraman direnişçi – mücahid” olan Afganlar bir anda “kaka pis cihadçı terörist” olup çıkıyor. Bir müddet sonra hem TRT hem de sokaktaki adam aynı jargonu benimsiyor. İnsanlar lanetledikleri Kapitalizmin dayattığı kelimelerle konuşmaya ve düşünmeye(?) hatta yazıp çizmeye başlıyorlar.
Alt-üst edilmiş dünyada “doğru” bir yanlışlık anıdır
… Demiş Guy Debord. İnançların ve ideolojilerin rekabet ettiği bir dünyada “doğruluk” gerçekten sorunlu bir kavram. Hangi doğru? Kimin doğrusu? Bilim? Bir tanrı? Bir “kutsal” kitap? Yahut “alt-üst” edilmeden evvelki dünyanın doğrusu neydi? Yoksa müellif hiç varolmamış nostaljik bir ütopya peşinde mi?
“… Gösteri insanları ve silahlarını değil, ticarî malları ve onlara duyulan arzuyu över. Bu kör dövüşte her ticarî mal kendi arzusunun peşinden giderek aslında bilinçsiz bir şekilde daha ‘müteâl’ bir şeyi gerçekleştirir: Ticarî malın algılanan yegâne dünya haline gelmesini ki bu aynı zamanda dünyanın ticarî bir mallardan ibaretmiş gibi algılanması demek olur…” (Guy Debord, Gösteri Toplumu)
Medya veya kapitalizm gibi soyut tanrıcıklar günah keçisi olmaya çok müsait ama … gelin biz bu tuzağa düşmeyelim ve biraz daha derine inelim. Hem kapitalizmin hem de düşman kardeşi sosyalizmin üzerine bina edildikleri ortak bir fikrî zemin var: “Ben görüyorsam vardır; varsa görürüm” ya da kısaca deney ve gözlem dışında bilgi kaynağı kabul etmeyen pozitivizm. Aslında bu da dogmatik bir inanç sistemi ama kendisini “bilim” kisvesinde sunuyor. (Bkz. Şalgam suyu varsa Tanrı’ya lüzum yoktur) Pozitivizm, isim babası Auguste Comte’tan binlerce yıl önce doğmuş bir bebek aslında. Ecdad maddiyun demiş, dehriyun demiş. Eski Yunan’da Thales var, Anaksagoras, Epikür, Demokritos var. Marx’ın doktora tezi bile antik materyalizm üzerine. Kısacası “yaratılış” fikrini ve mânâyı reddeden, maddeyi, beş hissi, zekâyı, bilimsel yöntemi kutsallaştıran pozitivizm farklı isimlerle hep sahnedeymiş. Ama insanlık tarihinde ilk defa pozitivist bir tahakküm ile karşılaşıyoruz. (Bkz. René Guénon, Modern Dünyanın Krizi)
Evet, 1800’lerde yazılı basın, sonra TV ve nihayet internet ile şekillenen bir gösteri tekeli var. Gerçekten yaşadığımız sevinçleri, acıları bize unutturabilen, zaferleri yenilgi, sefaleti zafer gibi gösteren bir algı makinesi. Bu gösteri tekelini elinde tutabilecek teknik imkânlara sahip güçler (ki politik ve/veya ekonomik olabilir) ancak endüstrileşmiş toplumlarda ortaya çıkabilirler. Zira metinlerin ve görsellerin çoğaltılması, hızla halka yayılması büyük teknik imkânlar ve sermaye gerektiriyor: Haberleşme uyduları, optik veri ağları… Guy Debord’un dediği gibi:
“… Modern üretim koşullarının hâkim olduğu toplumların tüm yaşamı ‘gösteri’lerin uçsuz bucaksız birikimi olarak görünür. Yaşanmış olan her şey, yerini bir temsile bırakarak uzaklaşmıştır. …”
Kısacası bu tahakkümü mümkün kılan ortam teknik ilerleme ve gördüğü her şeyi gerçek kabul eden insan profilinden oluşuyor. Mesele pozitivizmin kendisi değil alternatifsiz kabul edilmesi. Zira yüzlerce inanç ve ideolojiden birinin pozitivizm olması başka; bütün insanlığın varlık ile algıyı eşitlemesi başka bir şey. Şu çok tehlikeli cümleyi bir kez daha tekrar edelim: “Ben görüyorsam vardır; varsa görürüm”. Böylesi bir amentü bütün insanlık tarafından kabul ediliyorsa medyayı kontrol eden güçler (ki faşist, komünist ya da liberal olabilir) herkesin inanç ve düşüncesini, haliyle eylemlerini de kontrol edebilir. Yani temel sorun yalan söyleyen gazetecide veya o gazeteciyi satın alan kapitalistte değil. Temel sorun gördüğü her şeyi “gerçek” ve görmediklerini “yalan” kabul eden seyircide; boynuna kendi elleriyle geçirdiği tasmanın ipini efendisine veren gönüllü kölelerde:
“… Gösteri kendini asla sorgulanamayacak geniş ve ulaşılamaz bir gerçeklik olarak sunar. Tek mesajı şudur: “Görünen şey gerçektir; gerçek olan görünür.” Seyirciye dayattığı bu edilgen kabulleniş, görünümler üzerindeki tekeli, herhangi bir cevaba fırsat vermeden ortaya çıkışı vasıtasıyla etkili bir biçimde dayatılmış durumdadır. Gösteri, insanları boyunduruğu altına alabilme yetisine sahiptir. Çünkü ekonomi, onlara zaten tamamen boyun eğdirmiştir. Gösteri, ekonominin bizzat kendisi için gelişmesidir …” (Guy Debord, Gösteri Toplumu)
Netice
Eskiden insanlar birbirilerine yalan söylerdi. Tüccar müşterisine, siyasetçi halkına… Kennedy cinayeti ve Watergate gibi skandallarda gördük ki bazı gerçeklerin ortaya çıkmaması için para ve insan harcandı. Bugün ise Yalan’ın gerçek yerine ikame edilişine tanık oluyoruz. Debord’un tabiriyle “Gösteri kendini hem bizzat toplum olarak, hem toplumun bir parçası olarak ve hem de bir birleştirme aracı olarak sunuyor …”
Bundan sonra nereye? Zannediyorum inanç ile, kutsal ile olan bağlarımız, Hakikat’i hissedişimiz bu fırtınadaki yerimizi de belirleyecek. “Gerçek” olduğuna inandığımız şeylerin her sene güncellenmesi bizi derin bir sorgulamaya götürüyor: Gerçek nedir? Gerçekleri gören “Ben” kimdir? Gerçeklerin görüntüsü ardında zaman ve mekân dışı bir Hakikat’e erişebilir miyim? Gelecek asırlarda delilerin ve dindarların artacağını tahmin etmek zor değil. 1841’de Hristiyanlığın Özü’nde Ludwig Feuerbach’ın dediği gibi:
“… Çağımızın… sûreti nesneye, kopyayı aslına, temsili gerçekliğe, dış görünüşü öze tercih ettiğinden kuşku yoktur… Çağımız için kutsal olan tek şey yanılsama, kutsal olmayan tek şey ise hakikattir. Dahası, hakikat azaldıkça ve yanılsama çoğaldıkça çağımızın gözünde kutsal olanın değeri artar. Öyle ki bu çağ açısından yanılsamanın had safhası, kutsal olanın da had safhasıdır …”
… E-kitap okumak için…
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
5 Yorum
Yazan:çuvaldız Tarih: Haz 4, 2015 | Reply
“Zannediyorum inanç ile, kutsal ile olan bağlarımız, Hakikat’i hissedişimiz bu fırtınadaki yerimizi de belirleyecek.(M.Y)”
İnsan her yaşadığı günden mümkünse andan gönle kanca kabilinden dersler çıkarabiliyorsa ne âlâ. Dün örümceğin ağını nasıl inşa etmeye başladığını anlatan yazıdan gözüme ilişen iki satır ve az evvel izlediğim ateizm/R.Dawkins videolarından sonra aklımda dolanıp duran şeylerin içinde büyük harflerle öne çıkan “BAĞ” kelimesi oldu.
Hani şu peşine düşülüp deliler gibi aranan, bulmak için işaret edilene sarıldıkça aynen dediğiniz boğaz sıkan kemente karşılık gelen ve artık içi boşaltılmış bir kavram olan özgürlük. Hakikat reddedildiği müddetçe içi asla doldurulamayacak olan özgürlük, ikame edilenlerle aranan özgürlüğe ulaşılmasını mümkün kılmayacak bir ağırlığa dönüşüyor. Zamanın durup düşünmeye fırsat vermeden önüne çıkan her şeyi içine çekip sürükleyen kuvvetli akıntısına karşı koymak, kaybolmamak için akıl filikasına doldurulan özgürlük etiketli safralar sadece.
Örümcek ağıyla bunun ne alakası var dediniz, duydum. Aklımda kaldığı kadarıyla örümcek o mükemmel ağını Y harfine benzer bir temel üzerine inşa edermiş. Tesbihci gibi 🙂 İnsanın kendisini özgür kılacak bir bağ’ın olduğunu düşünebilmesi zor. İnsan, şayet bir örümcek gibi kendinde mevcut olanla o çatal iskeleti kurabilmeyi bir bilse işte o zaman Hezarfen Çelebi gibi bir kıtadan öbür kıtaya uçabilecek ama bunu anlatmak nasıl mümkün olur bilemiyorum.
Yazınız çıkarabilmeyi umduğum ders özeti gibiydi 🙂
Yazan:my Tarih: Haz 4, 2015 | Reply
selamlar…
özlettiniz kendinizi 🙂
mevzu o kadar agir ki yazarken basima agrilar girdi,
“kim okuyacak bunu?” demistim en son yayina girerken 🙂
Yazan:Notdefteri Tarih: Mar 27, 2017 | Reply
gelin biz bu tuzağa düşmeyelim ve biraz daha derine inelim. Hem kapitalizmin hem de düşman kardeşi sosyalizmin üzerine bina edildikleri ortak bir fikrî zemin var: “Ben görüyorsam vardır; varsa görürüm” ya da kısaca deney ve gözlem dışında bilgi kaynağı kabul etmeyen pozitivizm. Aslında bu da dogmatik bir inanç sistemi ama kendisini “bilim” kisvesinde sunuyor.
————————————————
Sizin yazarken başınız ağrıdı bizim okurken 🙂 demek ki yazının hakkını vermişsiniz. Liberalizm, Rasyonelizm, Naturalizm de Pozitivizm gibi ruhsuz ve maddecidir. Burada olması gereken ölçüyü İslâm Devletlerinde görebiliyor muyuz?
Yazan:my Tarih: Mar 27, 2017 | Reply
« İslâm Devletlerinde » diye genellemek zor tabi. Abbasi, Emevi, Osmanlı,… Ancak Ahiret’i unutmadan yaşayanlar bunu vakıf gibi müesseselerle tecessüm ettirmişler. Müslümanların yükselişleri hakkıyla « İslâm Devleti » oldukları zamanlar değil midir ? Osmanlı’nın en güçlü olduğu dönem İslâm’a en bağlı olduğu devirler. Batıya özenilen, namazın bile terk edildiği devirlerde bunalım gelmiş.
Yazan:my Tarih: Mar 27, 2017 | Reply
Bir de şunu eklemek isterim ; « pozitivizm » denen sapıklık, bildiğiniz gibi yeni bir şey değil. Gazâlî hazretleri neredeyse 1000 sene önce « maddiyun ve dehriyun » denen zümrelerin (haşa) « yaratılışa ve bir yaratıcıya gerek yok, zaman ve madde hep vardı » türünden iddialarda bulunduğunu yazmış. (El munkiz min ad-dalal) Yani şirk daima materyalist/ hümanist/ pozitivist… maskelerle çıkıyor karşımıza.