Bir ölüm provasıdır uyku
By my on Haz 10, 2015 in Edward Hopper, Figüratif Sanat, Resim Sanatı
Başrolde Rufus Sewell’ın oynadığı, Alex Proyas’ın yönettiği Dark City adlı bilim-kurgu insan kimliği ile hafıza arasındaki eklemlenmeyi sorgulamak için iyi bir fırsat. Konusu şöyle: Uzaydan gelen “Yabancılar” insanların hissiyatını ve kimlik mefhumunu anlamak için hafıza üzerine deneyler yapıyorlar. Bir laboratuar-kent olan Dark City’de yaşayan insanların hafızaları her gece siliniyor ve başka hafızalar (=?kimlikler) yükleniyor. Aynı zamanda şehir de yeniden şekillendiriliyor ve sonra halk uyandırılıyor. Her gece değişen yapısı sebebiyle şehrin hüviyeti yenilenirken insanlar da sanal hafızalarla kazandıkları yeni hüviyetleri gerçek hayatları zannederek “içinde” yaşamaya başlıyorlar…
Ya biz? Her sabah aynı bedene uyandığımızı nereden biliyoruz? Dünkü Ben’in hayatına dün gece kaldığı yerden devam ettiğimize emin miyiz? Uyku bir ölüm provası gibi; her gece görünmez bir el şuurumuzu bizden alıyor ve sabah geri veriyor. (Zümer 42) Vestiyerde paltolar karışır ama çok şükür uyku sırasında ruhlarla bedenler karışmıyor birbirine… Ya da bize öyle geliyor? Yatak odamızı, ev halkını bıraktığımız gibi buluyoruz çünkü. En azından dün geceki hatıralarımız bu sabahkilerle örtüşüyor. Ev halkı da bizi hatırlıyor çok şükür. Aksi takdirde ne parmak izi ne de nüfus kâğıdı hafıza kaybına şifa olamazdı. Hüviyetimiz objektif bir gerçeklik değil ki. Sosyal ilişkilerle, hisler ve hatırlarla inşa edilen, zihinsel bir algıdır hüviyet. Ben’i hatırlıyorum öyleyse Ben varım!
Zaten “ben şurada doğdum, filan okula gittim, falancayla evlendim” derken zaman içinde değişmeden kalan Ben’in varlığına iman etmeseydik şizofren olurduk yahut Hume gibi depresyona girerdik değil mi? David Hume ve Ludwig Wittgenstein’ın Ben’lik ve kesin bilgi üzerine yazdıklarını okuyunca Ben’in indî/sübjektif varlığına inanmaktan başka bir yol görünmüyor. Fakat bilimsel ispata gelmeyen Ben’lik mefhumu bütün gerçeklik algısını da muallakta bırakıyor diye düşünüyorum. Neden? Eğer gerçekleri fehmetme iddiasındaki Ben’in varlığı bile objektif/ somut/ müşahhas değilse gerçekleri nasıl bilebiliriz? Ben’in mânâsı objektif olarak “bilinen” şeylerden tecrid edilmiş, mücerred (=soyut) bir varlık ise “gerçek” dediğimiz şey nedir?
Ben’i hatırlıyorum öyleyse Ben de varım!
“Günümüz insanı zannediyor ki bilginler bize öğretirler, şairler ve müzisyenler de bizi eğlendirirler. Sanatçıların onlara bir şeyler öğretebilecekleri akıllarına gelmiyor bile!” (Ludwig Wittgenstein, Karışık Saptamalar)
Evet, zannedildiğinin aksine sanat bir eğlence değil bir bilme yöntemi, gerçeğe erişmenin alternatif yolu. Teraziyle tartılmayan, mikroskopla görünmeyen bazı şeyleri, meselâ Ben’in gerçekliği de sanatla bilinebilir. Ancak sanatın yöntemi bilime kıyasla çok farklı, bunu da unutmayalım. İranlı fikir adamı Youssef Ishaghpour’un dediği gibi Sanat hep gerçekçi olmak istedi ama sanatçılar “gerçeğin” ne olduğu konusunda anlaşamadılar. Çünkü eşya sabit kalsa da İnsan’ın şeylere dair tecrübesi sürekli değişim halindeydi. Dahası bu tecrübeler İnsan’ın tasavvurunu da etkiledi. Kâinatı, yaşamayı, ölmeyi kavrama şeklimiz evrildi zamanla. Meselâ tuallerin dünyaya açılan bir pencere olduğunu zanneden ilk ressamlar teşbihte öyle ileri bir noktaya gittiler ki fotoğraf gibi resimler çizdiler. Ancak fotoğraf makinesi icad edilince doğayı taklid etmenin bir sanat olmadığını fark ettiler.
Fotoğraf makinelerine küstükten sonra sübjektiviteyi, kendi iç dünyalarını resmetmek adına tasvir gücünün azamî hürriyetini savundular. Bu defa dünyadaki şeylerden kopuk, hafızalardaki sûretlerden tecrid edilmiş, soyut (mücerred) çizimler yaptılar. Her sevince, her acıya ayrı isim vermek isteyen bir şair gibiydiler. Ne toplum onları anladı ne de onlar kendilerini.
Objektif görme, İnsan’sız görme
Ünlü ressam Henri Matisse şöyle demiş:
“… Fotoğraf hayal gücünü rahatsız etti çünkü makine sayesinde eşyayı hissetmeden gördük …”
Fotoğraf makinesinin icadı insanları hazırlıksız yakaladı. İnsan’a has bir şeyi, görme kabiliyetini bir makineye kaptırdık… ya da öyle zannettik. Her halükarda “gördüklerini” kartona, gazeteye basabilen, çoğaltabilen bu makineler “gerçeğin resmini” ürettiler. Resim sanatının, ressamların indî/sübjektif “bir resim gerçeğinden” makinelerin objektif/merkezî “mutlak gerçek resmine” geçti insanlık. Bir başka deyişle psişik ve sanatsal bir görmeyi İnsan’ın dışına çıkarılmış teknik ve tekelleşmiş bir görme ile değiş-tokuş ettik. Bu değiş-tokuş görmeyi anlamsızlaştırdı çünkü:
“ … Karmaşık bir teknik ve ekonomik sürecin sonucunda ‘görme’ kavramı nesnelleşti. Gözlenebilir, ölçülebilir, analiz edilebilir, kaydedilebilir, kopyalanıp çoğaltılabilir bir nesne haline gelen gerçeklik mânâsını kaybeder. Çünkü bu nesneleşme süreci ‘gerçek’ dediğimiz şeyi ona anlam veren bütün sembolik arka planından, dinsel ve metafizik değerinden koparır. Bu yeni kâinat tasavvuruna göre gözlenen olaylar açıklama ve işaret etmeyi mümkün kılar ama onu anlamsızlaştırır …” (Georg Lukács, Estetik)
Bir görselin meselâ bir reklâmın ürüne, trafik işaretinin bir tehlikeye işaret etmesinde elbette sakınca yok. Ama “görme” denen işlevin objektif biçimde “işaret etmek” şeklinde algılanması sıkıntılı bir durum. Çünkü görmenin nesnelleşmesi yani sanatsal görmeden teknik görmeye geçiş insanların vicdanı üzerine beklenmedik bir baskı kurdu:
- Resimlerin insan olmaksızın üretilebilmesi ve çoğaltılabilmesi “görme” kavramına bakışımızı değiştirdi. (fotoğraf, sinema, TV)
- Teknik bir değişimdi başlangıçta, gözü ilgilendiriyordu. Ama çabucak zekâya sirayet etti. Eşya ve mekân tasavvurumuz, görünenleri kavramsallaştırma kabiliyetimiz de etkilendi.
- Kavramların değişmesi onları “kavrayan” ihata eden kelimeleri zorladı bu kez. Kelimeler bu yeni kavramları anlatabilmek için anlam kayması yaşadılar. Meselâ “objektif bakış” tarafsızlığın, dolayısıyla eşitlik ve adaletin ismi oldu. Vicdan, gelenek ya da vahiyy kaynaklı olmayı reddeden, renksiz, kokusuz dünyevî bir adalet(!) çıktı ortaya. Irak’tan çaldığı petrolü eşit paylaşan şirketlerin, yakaladıkları kadına sırayla tecavüz edenlerin “adaletiydi” bu.
- Nihayet modası geçmiş insanî değerler terk edildi ve yerine kıymeti kendinden menkul değerler konuldu: Amerikan doları ve Japon yeni cinsinden. (Bkz. Derin Lügat maddesi: Değer / Value / قيمة)
Elbette “fotoğraf icad oldu mertlik bozuldu” demek istemiyorum. Eğer objektif görme ile ahlâkî bozulma arasındaki münasebetin izini süreceksek en azından Rönesans’a kadar geri gitmek gerekir. Merkezî perspektif, gerçekçi renkler, fizik ve anatomi kurallarıyla bilimselleşen Rönensans sanatı elbette birçok şeyin ve sanatın ölümüydü. Bu konuyu merak edenler şu dört e-kitabı okuyabilir:
- Derin Göz / Sanatta Ayrıntı
- Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
- Gözle dinlenen müzik: Tezyin
- Senin tanrın çok mu yüksekte?
Bu makalede maksadımız gözdeki ifsadın lisana, lisandaki ifsadın ise vicdana sirayet edişine dikkat çekmekti:
“… Hristiyan dünyası vicdanını kaybetmeden önce vicdan kelimesini kaybetti. Molièreciler “Consience” diyor (oku. Konsiyans); Shakespeareciler ise “Conciouss” (oku. Kanşıs). İşin hüzün verici yanı şu: Batı lisanlarında bu kelime hem vicdan hem de aklın başında olması yani ayık olmak, sarhoş, baygın vs olmamak anlamına geliyor. Ahlâken “doğru / Yanlış” olanı ayırmak ile ticarette “kârlı / zararlı” olanı ayırmak için kullanılan iki farklı akıl kuvveti nasıl oldu da birbirine karıştı? Batı yolunu ne zaman kaybetti? Aslında Batı’nın temel metinlerinde iyi-kötü arasındaki farkı “görmeye” yarayan bir ışık, bir nûr var, Latince ismi Conscientia. Bazen de Conscientia karşımıza içten gelen bir ses olarak çıkıyor. Meselâ Marcus Tullius Cicero (m.ö. 1ci yy) ve Marcus Fabius Quintilianus (m.s. 1ci yy).
Oysa 17ci yüzyıldan itibaren yoğun bir kavram karmaşası yaşanıyor Avrupa’da. John Locke 1690’da yayınlanan “Essay Concerning Human Understanding” adlı kitabında insanın kendi aklından geçenleri algılaması olduğunu iddia etmiş meselâ. ( ing. “Conciouss is the perception of what passes in a man’s own mind”) Oldukça seküler ve objektif değil mi? Thomas Hobbes daha da evvel bu objektif arayışı ifade etmiş aslında, sene 1651. Ünlü eseri Leviathan’da şöyle demiş: “Where two, or more men, know of one and the same fact, they are said to be conscious of it one to another.”. Tabi objektifleşmeden bahsedince Descartes’ın 1637’de yazdığı Yöntem Üzerine Nutuklar ve meşhur sözü “cogito ergo sum” (düşünüyorum, öyleyse varım) hatırlanmalı. Örnekler çoğaltılabilir, biz bunlarla yetinelim. Bizde sonradan uydurulan “bilinç” kelimesi de bu çarpık anlayışın, daha doğrusu anla-MA-yışın bir neticesi, kendini, Ben’i bilmeme hâli; bunu da belirtmiş olalım …” (Bkz. Vicdan azabı bir hastalık mıdır?)
… E-kitap okumak için…
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
1 Yorum
Yazan:Mehmet S. Demir Tarih: Haz 10, 2015 | Reply
“Tesadüf, ben de dün akşam bir vesileyle görüntü ve fotoğrafın icadı üzerinde düşünürken aynen “Görüntü icat oldu mertlik bozuldu galiba” noktasına gelmiştim.
Sonra 20. yüzyılda filozofların neden dil ve metin üzerine bu kadar düşünüp yazdığını, bir şeylerin anlatmaktan ziyade neden onun anlatım biçiminin bu kadar öne çıktığı sordum? Bunun sebebinin de, insana çok sayıda ve yaygın bir biçimde “imge” sunan, görüntünün objektif olarak çoğaltılmasını sağlayan fotoğraf makinesinin icadı ile ilişkili olabileceğine kanaat getirdim. İnsan zihninde kavramların oluşmasına görüntünün katkısının oransal olarak artmasının düşünceyi etkilememesi imkansız gibi.
Hasılı “dil” ve “düşünce” ile “görüntü” ya da “imge” arasındaki bağlantı 21. yüzyılda da üzerinde çok yazılıp çizilmeyi hak ediyor. Çünkü artık, fotoğraftan da öte sinema var !!”