IŞİD’le Mücadelenin İdeolojik Boyutu
By Arif Selim Aydın on Tem 27, 2015 in Barış, İslam, islamcilik, Kitap Sohbeti, Savaş, Terör
Son günlerde okuduğum bir kitap yaşamakta olduğumuz İslam odaklı terör vahşetinin kaynağı hakkında kabaca da olsa bir çerçeve çizmeme yardımcı oldu. İsmi: İslam’ın Hastalığı; yazarı Tunus asıllı Fransız yazar Abdelwahab Meddeb. Neredeyse bin yıl öncesinden başlatarak ele aldığı konuyu getirip El-Kaide’ye ve 11 Eylül saldırılarına bağlamış. Kitabı da bu saldırıların hemen ardından 2002’de kaleme almış.
Aslında çok okunası bir kitap olduğunu söyleyemeyeceğim. Konuları işleyişindeki dağınıklık, bazı noktaların izahındaki yetersizlik ve bize göre bazı bilgi ve yorum hataları kitabın kusurları. Ama benim için kitabı önemli kılan İslam’ın sorununu teşhis ederken iki ana hat çizmesi ve dolayısıyla çözüm yolunu da ima etmiş olması. İma etmiş olması diyorum, zira bu ayrımı dahi çok net çizememiş yazar; ancak biz onun yerine bu çizgileri belirginleştirerek okumamızı yapıyoruz.
İslam’ın hastalığını peşin peşin “entegrizm” olarak tespit ediyor yazar. Nedir entegrizm? Çok kısa ifade etmek gerekirse entegrizm, hakikatin, mutlak doğrunun kendi tekelinde olduğuna inanmak ve bunu kendi dışındaki herkese kabul ettirmeye çalışmaktır. Bir başka deyişle, İslam içinde İslam adına türetilen bir tür totalitarizm olduğunu söyleyebiliriz. Peki, Müslümanlar bu hastalığa nasıl duçar oldular? İçsel ve dışsal sebepleri var bunun. Önce dışsal sebepler: Tarihteki görkemini ve şaşaasını yitirmesinin acısı ve bugün için Batı tarafından sürekli çifte standartlı bir siyaset ile muhatap olmaları.
Biraz açalım. Yazar öncelikle, bilimde sanatta, mimaride, edebiyatta, şiirde vs. İslam’ın bir zamanlar yaşadığı muazzam saltanatın kısa bir özetini verir. Bu hakkı teslim ettikten sonra, İslam’ın tarih sahnesinin dışına itildiğini/atıldığını ve bunu bir türlü kendine yediremediğini söyler. Haksız değil tabi. Asırlar boyunca tarih yapıcı ve medeniyet kurucu olarak dünyanın merkezinde iken, tarihe ve uygarlığa ancak maruz kalan bir varlığa dönüşmüştür, İslam toplumları. Bu durum da İslami özneyi bir “hınç” psikolojine sokmuştur. Artık dünyanın merkezi olmama durumuna kabullenemeyen Müslümanlar, itiraf etmek gerekir ki, Batı’ya karşı baştan ayağa büyük bir öfke ile dolmuşlardır.
Batının (daha özelde Amerika’nın) çifte standardının üzerinde çok durmaya gerek bile yok aslında. Herkesin malumu. Ama bu konuya değindiği sayfalarda yazar, dünyanın lideri kalmak isteyen bir devletin hakkaniyetli olması gerektiğini vurguladıktan sonra, “emperyalist” politikalar ile “emperyal” (imparatorluk) politikalar arasında dikkat çekici bir ayrım yapar. Emperyalist politikalar, savaş üzerine kurulu, ötekini sömürmeye kendini semirtmeye dayalı bencil politikalardır. Emperyal (imparatorluk) politikalar ise, barışı ve adaleti yaymak, yeryüzündeki çatışmalara hakkaniyetli bir yargıç olarak yaklaşmak, toplumları barış içinde bir arada tutmak üzerine kurulu politikalardır (Yazar örnek olarak Osmanlının özellikle Fatih ve Kanuni dönemini verir). Önemli gördüğüm için bu ayrıma da kısaca değinmek istedim. (Ayrıca bu kavramlar dikkat edilirse eğer, ‘fetih’ ile ‘işgal’ arasındaki farkı da anlamamıza yardımcı olabilecek anahtar kavramlardandır). Şunu da kayda geçmiş olalım: Bütün büyüklük ve güç alanlarını (ekonomik, siyasi, askeri) adaletsizlik ve savaşlarla dolu tarihine borçlu bir devletin (ABD) bu kudretiyle dünyanın geri kalanına barışın tesisi adına hakemlik etmesi mümkün değil. Zaten İslami entegrizmin en önemli harici sebebi de bu değil mi?
Ama Batının ikiyüzlülüğünü ve adaletsizliğini tekerleme gibi tekrarlamanın derdimize çare olmadığını artık anlamış olmalıyız. Biz kendi içimize dönelim. Hastalığımızın bizden kaynaklı sebepleri üzerinde daha ziyade durmalıyız. Kitabın yaptığı ve benim de esas önemsediğim, bu. Yukarıda İslam tarihi boyunca kabaca iki ana hattın varlığından söz etmiştik. Bunlardan biri dinin sadece katı zahiri yorumları ile meşgul olan, İslam’ın manevi külliyatına sırtına dönen, dümdüz bir mantıkla “öze dönüşü” savunan damardır. Bu katı fıkıhçı anlayışın karşısına ise tasavvuf çizgisinin engin hoş görüsünü koyuyor, yazar. Birinci kanadın temsilcileri arasında İbn-i Teymiyye, Mevdudi, Muhammed ibn Abdulvahhab, Seyyid Kutup gibi isimleri sayıyor ve bu çizgiyi İslam’ın sert ve savaşkan tarafı olarak anıyor. Kısaca Vahhabi-Selefi ekol diyebiliriz bugün için. Yazara göre İslam’ın entegrizm hastalığı hep bu kanattan üremekte. Çünkü Kelamın –yani Kuran ve Sünnetin- entegrist yoruma elverişli görünen taraflarını daha çok öncelemekteler. Bu yüzden bu zihniyet başkasını çok kolay tekfir etmekte ve bir o kadar da kolay şiddete başvurabilmekte. Sevdirmekten çok korkutan, tebessüm etmekten çok somurtan bir İslam çehresi oluşturuyor bu yaklaşım.
Diğer kanada ise hastalıklı yola alternatif olarak gördüğü İslam’ın manevi/tasavvufi geleneğini oturtuyor ve dinin açık fikirli, hoşgörülü yüzünü temsil ettiğinden bahisle mutasavvıf İbn Arabi’yi çokça anıyor. Yazar, aslında kısaca söylemek gerekirse bin yıldır toplumun kılcal damarlarına kadar nüfuz etmiş halde halk arasında yaşayagelmiş İslam ile bir ideolojiye dönüştürülmüş İslam’ı tanımlıyor karşılıklı olarak. Tercihini de sıhhatli gördüğü ikincisinden yana kullanıyor.
Sözü elbette ki IŞİD’e getireceğiz. Fakat öncelikle şunu belirtmeliyiz: Bugün IŞİD’in ideolojisi olarak yansıtılan Selefilik ile öze dönüşü vazeden ve sünnete harfiyen ittibayı yücelten tasavvufi ekolleri birbirinden ayırmak zorundayız. Söylem düzeyinde bir eş anlamlılık varmış gibi görünse de şu ince ayrıma çok dikkat etmeliyiz: Birisi muhabbet kaynaklı ve yine muhabbet üreten bir geçmişe özlem hali (öz’e dönüş fikri), diğeri ise hınç/öfke kaynaklı ve yine buna bağlı olarak şiddet ve totalitarizm üreten bir geçmişe özlem hali (öz’e dönüş fikri). Biri halkın içinde yaşayan ve gönüllere hitap eden İslami geleneğe işaret ediyor; diğeri ise “ötekinden” ölesiye ve öldüresiye nefret eden bir öfkeye yol açan akımlara… Biri kapsayıcı diğeri dışlayıcı…
Esas ve acil olan meselemize gelirsek, bu tür örgütlerle, daha özelde IŞİD ile nasıl mücadele edilmeli? Tsunaminin ilk dalgaları gibi IŞİD terörü kıyılarımıza vurmaya başladı. Benzeri saldırıların olması muhtemel görünüyor. Son operasyonlar ile başarılı bir biçimde pek çok hücre dağıtılsa da bunun geçici bir çözüm olduğu açık. ABD yetkilileri bile IŞİD’in en az 10-20 yıl bu toprakların gerçeği olarak kalmaya devam edeceğini belirttiği bir ortamda kolay kolay savuşturabileceğimiz bir bela ile karşı karşıya olmadığımızı bilmemiz lazım. İslam referanslı bu yeni terör örgütü ile güvenlik eksenli mücadele etmenin kalıcı bir sonucu olmayacağı gibi, onu daha da büyütmekten başka bir işe yaramayacağını görmeliyiz. Fikri-ideolojik bir çaba sarf etmek şart. Peki, ama nasıl?
Tüm İslam coğrafyasında olduğu gibi, Anadolu’da da köklü bir geçmişi olan ve yaşanan ehlisünnet geleneğinin, yanı sıra doğru bir tasavvufi anlayışın öğretilmesinin önemi ortada. Bu konuda müfredatımıza bazı ilaveler yapılabilir. Laikçi teyzeler zıplamasın hemen. Eğitim sistemimizde bu konuda yapılacak düzenlemeler devletimizi bir din devleti yapmaz. Dindarca bir yaşam sürüp sürdürmemek insanların kişisel tercihidir. Fakat yüzyıllarca İslam ile yoğrulmuş bu topraklarda şiddete dayalı din anlayışının maya tutmaması için bu eğitimin verilmesi zorunludur artık. Aslında yeni bir endoktrinasyon öneriyor değiliz. Zaten Anadolu Müslümanlığının hamurunda olan hoşgörüye, temkine ve uzlaşmaya dayalı geleneğimizin daha güçlü bir biçimde vurgulanmasından bahsediyoruz, o kadar.
Bununla beraber Tekke ve Zaviyeler Kanununu yeniden gözden geçirmeliyiz. Bu artı ve eksisiyle ayrı ve uzun bir bahis olarak ele alınmalı. Fakat şimdilik şu kadarını söyleyelim: Faaliyetlerini iyi kötü zaten sürdüren bu toplulukların devlet tarafından sadece tanınmaları bile büyük bir rahatlama sağlayacaktır. Ayrıca Alevilerin pek çok sorununun çözüme kavuşmasına da yardımcı olacaktır bu tanınma. Belirttiğimiz gibi bu mevzu daha uzun ve ayrıntılı bir tartışmayı hak ediyor.
Son asrın bütün tahribatlarına rağmen ayakta kalmayı başarabilen tasavvuf geleneğinin öne çıkarılmasının ne kadar elzem olduğu son zamanlarda çok daha iyi anlaşılmış olmalı. İslam ile ilişkisi yükseldiğinde ilk aklına gelen ölmek ve öldürmek değil, yaşatmak ve büyütmek olan temsilleri ve geleneği öne çıkarmalıyız. Şeriat ile hakikati, ilim ile irfanı, zahir ile batını, amel ile ihsanı bir arada tutmaya çalışan yolları açmalı; “Gazabımı geçti rahmetim” diyen Allah’ımızın (cc) kulları olarak merhamet ve şefkat yollarını genişletmeliyiz.
IŞİD’in tasavvuf-tarikat düşmanlığı ortada. Cihadist Vahhabi-Selefi anlayış, tasavvuf hamuruyla yoğrulmuş memleketlerde kolay tutmaz bir mayadır. Fakat bunun ilelebet bir garantisi yok. Eğer muhabbet ehli adamların yetiştiği mektepleri söküp alırsanız o toprakların bağrından, meydana gelecek boşluğu şiddete dayalı bir din anlayışı doldurur. Neredeyse kaçınılmazdır, bu. Fikri zemini oluştuktan sonra, uygun şartların ve kışkırtmaların etkisiyle bizim topraklarda da din adına kafa kesen birilerinin türemesi, zayıf da olsa kolaylıkla dışlayabileceğimiz bir ihtimal değil maalesef.
Hasılı derdimiz göründüğünden daha büyük ve derin.
… E-Kitap okumak için…
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.