Perspektif sanata giydirilmiş bir deli gömleğidir!
By my on Eyl 6, 2015 in Figüratif Sanat, Mekân, mimari, Resim Sanatı, Tersten Perspektif
“… Bir gün gelecek insanlar zihin güçleriyle zamana dik bir şekilde Kâinat’a bakarak dünyanın ve onun kısımlarının anlık fotoğrafını çekebilecekler …” (Pavel Florenski)
Yola çıkalı belki çok olmamıştı ama yorgunlardı. Kışın ortasında hayvan taşınan bir yük vagonunda hem de ayakta seyahat etmek kolay değildi… Soğukta ve pis kokuların içinde geçen birkaç saat sonra metalik gıcırtılarla durdu tren. St Petersburg yakınlarında bir ormanda ve kimsenin dışarıda olmak istemeyeceği bir saatteydiler. Vagon kapısının dışındaki sürgü açıldı; yana doğru çekilen kapının arkasından üzerlerine tutulan el fenerleri etrafı görmelerine engel oluyordu. Dışarı çıkmaları emredildi, güçlükle vagondan aşağı atladılar. Bir yöne doğru yürümeleri emredildi ve yürümeye başladılar.
Sonradan Komünist Rusya’nın gizli istihbaratı KGB’yi teşkil edecek olan NKVD’nin milisleri 500 mahkûmu donmuş toprağın üzerinde bilinmeyen bir yere doğru götürüyorlardı. Uzun müddet yürüdükten sonra açık bir alanda durdular. Mahkûmları hendek gibi kazılmış bir çukurun kenarında sıraya dizdiler. İdam mangası nereden geldiği belli olmayan sert bir komutla nişan aldı, ikinci bir komutla tüfekler ateşlendi. Hayatla ölüm arasındaki ince perde yırtıldı; cansız bedenler sessizce karla kaplı toprak tümseklere yığıldılar. İdam mangası cesetleri tek tek kontrol ediyor, yaşadığından şüphelendikleri mahkûmların kafalarına tabancayla bir el daha sıkıyorlardı. Önündeki evraka damga vuran memurlar gibi kayıtsızdılar. Milislerin yüzleri ölüler kadar ifadesizdi; aylardır süren rutinleriydi bu…
Fakat bu seferki rutin bir infaz olmadı: Yere düşen 500 cansız insanın arasında çok tuhaf biri vardı: En az Leonardo da Vinci kadar sanatçı, Albert Einstein kadar fizikçi ve hiç şüphesiz Kant’tan, Heidegger’den daha üstün bir filozof olan Pavel Florenski’ydi bu adam. Tarihlerin 8 Aralık 1937’yi gösterdiği o gece Komünist Rusya inancından ötürü defalarca sürgüne gönderdiği bir dehayı adi bir suçlu gibi öldürmüştü. Rusya’ya elektrik dağıtan şebekenin kurulmasında önemli rol oynayan ama aynı zamanda felsefe, ilâhiyat, şiir, sanat tarihi, dilbilimi, fizik ve kimya dallarında icadları, eserleri olan Florenski bugün dahi çok az insan tarafından biliniyor.
Din toplumların afyonu değildir!
Einstein’in Görelilik Teorisi’ni incelediği, ışık üstü hızlardan, evrenin genişlemesinden ve eğri uzaylardan bahsettiği bir kitap sürgünleri ve idamı esnasında Florenski’nin aleyhine delil olarak kullanıldı. Bugün için tuhaf hatta komik görünen bu durum o günkü koşullarda gayet mantıklıydı. Neden?
Sanıldığının aksine komünizm din düşmanı değildir, sadece rekabeti sevmez! Devleti tanrılaştıran her ideoloji gibi komünizmin de kendine has bir ilâhiyatı, kutsalları ve dogmaları hatta kendince cenneti, cehennemi vardır. (Bkz. Derin MAЯҖ kitabı) Meselâ Komünizm sayesinde Rusya ortaçağ karanlığından ve Hristiyanlıktan kurtulması, yeryüzünün cennet olması, herkesin istediği işte ve sadece istediği kadar çalışması vs. Bu yüzden Florenski gibi inançlı bilim adamları rejime sıkıntı veriyordu. Adamımız açıkça muhalif bir tutum içinde değildi aslında ama sadece varlığı bile komünizmin “aydınlık ufuklarını” karartıyordu: Hem pozitif bilimler de hem de ilâhiyatta kuvvetli oluşu, mistik derinliği, elektrik ve elektronikten anladığı kadar İncil, Tevrat, Hristiyan sanatı ve Rönesans hakkında bilgi sahibi oluşuyla Florenski düpedüz bir anti tez teşkil ediyordu.
Perspektife tersten bakmak?
Sanat tarihçileri Florenski’yi özellikle perspektif konusundaki çalışmalarından tanır. Zira kendisi 1918 devriminden sonra bir komisyona uzman olarak atanmış. Ortaçağdan kalma bazı ikonaların kıymeti ve saklanmaya değer olup olmadıkları konusunda karar veren bir komisyon bu. Eserlerin bulunduğu yer ise Moskova’nın 75 km kuzey doğusunda bulunan Aziz Sergey Manastırı (Троице-Сергиева Лавра). Fakat basit bir rapor olması beklenen bu belge beklenmedik şekilde derinleşmiş ve bugün bile birçok meseleye ışık tutan bir temel metin haline gelmiş. Florenski’nin söz konusu komisyonu aydınlatmak için yazdığı “Tersten Perspektif” sanat tarihinin en önemli referanslarından biri haline geldi. Çünkü Florenski ikonaları “yargılamak” yerine Rönesans sanatını, resimde gerçekçiliği ve taklitçiliği yargıladı. Ona göre ortaçağ ikonaları Rönesans’tan bu yana Avrupa resmine hâkim olan doğrusal perspektife kıyasla gerçeği çok daha iyi yansıtıyordu!
Florenski’nin ilk saptamalarından biri ikonaların doğrusal perspektif kurallarına aykırı olması. Meselâ aynı anda görmenin imkânsız olduğu satıhların bir arada göstermesi: Binanın ön cephesi ve yan duvarlar, başın üst kısmı, kulaklar ve şakaklar… İkonalardaki Bir diğer “anormallik” cisimlerin kenarını belirten çizgilerin ufka yaklaştıkça tek bir kaçış noktasında toplanması yerine birbirinden uzaklaşması. Hatta çoğu ikona birden fazla kaçış noktasına sahip. Sanki resmin her köşesi başka bir bakış açısından çizilmiş gibi. Florenski doğrusal perspektif kurallarını çiğneyen bu ikonaların yanlışlıkla yapılmadığı ısrarla savunmuş. Çünkü söz konusu “ihlâller” özellikle de saklı kalması gereken satıhlar canlı renklerle hatta parlak kırmızıyla boyanmış. Birden fazla kaçış noktasının bulunuşu da ışık kaynakları ve gölgelerle desteklenmiş. Müellif birçok sanat eleştirmeninin yanıldığını göstermek için Alexandre Nikolaievitch Benois’nın (Алекса́ндр Никола́евич Бенуа́) şu sözlerini aktarıyor:
“… Zannedersiniz ki Bizans’ın son dönem ressamları hayatlarında hiçbir binayı normalde durduğu gibi görmemişler …”
Oysa tersten perspektifin karşı çıktığı tam da bu normalleştirme, sanatın anlattığı hakikati mutlak bir çerçeveye sokma, tektipleştirme. Herşeyi bana göre, Ben’im durduğum yere, bana uzaklığına göre büyük ya da küçük, yatık ya da dik, parlak ya da pastel renklerde çizmek. Bu aslında bakan göz ile o gözü taşıyan bedeni de birbirinden ayırmak anlamına geliyor. Mekân bu şekilde Ben’i ihata eden kavrayıp kuşatan bir oda yahut bir kutu haline geliyor. Ama aynı zamanda Ben’den ayrı, tekdüzeleştikçe mallaşan, değersizleşen bir şey oluyor.
Mekânın mülk, gözün mâlik gibi vehmedilmesinin eleştirildiği bu noktada dikkate değer bir başka saptama var: Perspektif hakimiyetinin inançtan uzaklaşan, sekülerleşen toplumlarda görülmesi. Gerek Eski Yunan’da Anaksagoras (Ἀναξαγόρας) ve gerekse Rönesans İtalya’sında Giotto merkezî perspektifi savunan hatta teorileştiren isimlerdi ve her ikisi de materyalist bir dünya görüşüne sahiplerdi. Avrupalıların açgözlü ve vahşice dünyayı işgale başladığı dönem de yine merkezî perspektifin sanat üzerine tahakküm kurduğu yıllara rast gelir ve bu “rastlantı” … bir rastlantı değildir.
İlk bakışta birçoğumuza şaşırtıcı gelebilir, “sanatla ahlâkın ve siyasetin ne ilgisi var?” diye sorulabilir. İlerdeki bölümlerde bu konuyu derinleştireceğiz. Burada mekân tasavvuruyla saldırganlık arasındaki münasebete ışık tutmak için Ahmet Davutoğlu’nun şu satırlarını hatırlatalım:
“… Galtung’a göre Batı medeniyetinin prototipi olan Batı insanının içinde yaşanılan mekân ve yeryüzü ile ilgili temel önermesi “Batı ve özellikle Batı Avrupa ve Kuzey Amerika dünyanın merkezini oluşturur, diğer bütün bölgeler bu ana kuvvetin çevresini (periphery) teşkil ederler” önermesidir. Yeryüzü haritalarının şekillenmesinde bile temel etken olan bu mekân anlayışı, batı insanının dünyanın merkezi olarak gördüğü kendi mekânı ile edilgen olarak gördüğü diğer mekânlar arasında nihaî ve kategorik bir ayrım yapmasına yol açmaktadır. Sömürgecilik ve yeni sömürgecilik böylesi bir mekân anlayışının ürünüdür.
Bu mekân anlayışı, batı medeniyetinin diğer mekânlara yayılma süreci esnasında iki tür yöntemin egemen olması sonucunu doğurmuştur: Ya yeni mekânlar merkezin uzantıları haline getirilmiştir ki, bu durum o mekânlardaki otantik medeniyetlerin tümüyle tasfiye edilmesi sonucunu doğurmuştur, ya da bu mekânlara sadece ekonomik kaynakların aktarılması amacıyla gidilmiş ve bu amacın gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığı durumlarda da merkez mekâna geri dönülmüştür. Birinci yöntemin en bariz misalleri Kuzey ve Güney Amerika ile Avustralya ve Yeni Zelanda’dır. Bu mekânlar yoğun göçlerle birlikte merkezin doğal uzantıları haline getirilirken otantik kültürler önce kenar bölgelere itilmiş, sonra kademeli bir şekilde marjinalleştirilerek tümüyle tasfiye edilmiştir. İnka ve Maya medeniyetlerinin hunharca yok edilmesi, Kızılderili kültürünün tümüyle tasfiye edilmesi mekân idrakini tekelleştiren bir zihniyetin ürünüdür. Mekândan gelen ayrıcalıklı bir sömürgeci zümrenin halkla ve otantik kültürle kaynaşmadan sürdürdüğü sömürgeci ilişki biçimidir. Burada da amaç yeni mekânı eski sahipleri ile birlikte yaşayabilecekleri bir hayat alanı olarak benimsemek değil, sömürülecek kaynaklara sahip bu çevre mekândan merkez mekâna, yani Avrupa’ya, en etkin kaynak aktarımını sağlayabilmektir …” (Medeniyetlerin Ben-idraki, Divan, 1997)
Perspektif gerçekten « gerçek » resim midir ?
Çoğumuz ilkokuldan itibaren alıştık, alıştırıldık: Uzaktaki cisimler küçük, yakındakiler büyük çizilmeli. Arkadakilerin renkleri silik olmalı, ağaç, elektrik direği vs birbirine yaklaşıyormuş gibi görünmeli. Ama bunun bir de yöntemi var, önce bir ufuk çizmek gerekir, sonra o ufuk üzerinde bir « kaçış » noktası. Fazla bastırmadan yardımcı çizgiler çizersiniz ve nesneleri bu çizgilerle sınırlandırırsınız. Peki biz gerçekten böyle mi görüyoruz?
Florenski’ye göre hayır. Merkezî perspektif denen deli gömleği sadece sanata değil göze de giydirilmiş: Belli bir anda, sabit duran belli bir kişinin tek gözünü kapatarak gördüklerini yargılaması ve yorumlamasıyla ortaya çıkan tasvire “objektif” denilebilir mi? Binlerce indî/sübjektif bakış açılarından bir açı ve bakış anlarından bir an seçerek bunu hayatın üzerinde, değişmez ve mutlak kabul etmek ne kadar kabul edilebilir? Müellifin tabiriyle:
“… Hangi açıdan ele alırsak alalım, perspektif kuramcılarının kendileri bile temsildeki “perspektif bütünlüğünü” ne gerekli buluyor ne de bunu gerçekten gözetiyordu. Tüm bunların ardından dünyanın perspektifle yapılan temsilinin “doğal bir niteliğe” sahip olduğundan söz etmek hala nasıl mümkün olabilir? Üstelik bu nasıl bir doğallıktır ki, insan öğrendiği kurallar karşısında hata yapmamak için bütün gücünü ve bütün dikkatini vererek bu doğallığı sürekli gözlemlemesi gerekmektedir? Bu kurallar, doğal bir dünya algılayışına karşı kuramsal kavramlar adı altında düzenlenen gizli bir planı, bir komployu, hümanist bir dünya görüşüne uygun bir biçimde izlenmesi zorunlu olan kurmaca bir dünya imgesini anımsatmıyor mu? Ve bu dünya imgesi tersine insan gözünün -gözü ehlîleştirmeye yönelik bütün çabaların katkısını saymazsak- asla göremeyeceği bir dünya imgesi değil midir? Az önce tamamlamış olduğu geometrik konstrüksiyondan hızla ayrılıp gerçekten algıladığı şeye yöneldiğinde sanatçı bu biçimde görmediğini kendiliğinden itiraf etmez mi? …”
Sonsöz
Rönesans’ın açtığı yaralar bugün hâlâ kapanmış değil. Zira Rönesans sanatta yeniden doğuş değil bir ölüm çağıdır. Bu çağda sanatla ifade bulan insan hürriyeti üzerine bir ölü toprağı atıldı. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Fakat bu ifsad sanatla sınırlı kalmadı. Mekân algısı indî dünyasından koparılan insanların tasavvuru da zarar gördü. Kısacası sanat sanatçılara bırakılamayacak kadar ciddî bir mesele ve ne yazık ki ülkemiz ressamları halen Rönesans’ın kazdığı çukurların dibini sanatın dorukları sanmaktalar.
Gelecek bölümlerde Hristiyan ikonalarında kullanılan tersten perspektif ve çoklu perspektif tekniklerinden istifade ederek insan gözünün mekânı algılamasını ve bu algı üzerinden kendini, hayatını anlamlandırmasını konuşacağız. Aynı zeminde mekân algısı ve maneviyat münasebetini de derinleştirmek gayesindeyiz.
… Sanat, tarih, felsefe, siyaset, ekonomi üzerine kitap okumak için …
2ci Sürüme dair not: Birinci sürümden bu yana 12 yeni kelime eklendi Derin Lügat’a. İndirip ilk 30 kelimeyi okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmedik. Yani 65inci sayfa sonuna kadar (Yalnızlık dahil) 2.0 ile 1.0 arasında bir fark yok. Bundan sonraki güncellemelerde de aynı yolu takip edeceğiz.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
2 Trackback(s)