Zeytindağı / Falih Rıfkı Atay
By Suat Demren on Eyl 7, 2015 in Kemalizm, Kitap Sohbeti, resmi ideoloji, Resmî Tarih
Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı adlı kitabını epey zaman önce, uzun bir tren yolculuğunda okumuştum; bozkır Anadolu topraklarından geçerken. Yolculuk manzaraları ile kitaptaki Anadolu teması ile birleşince etkileyici de gelmişti, itiraf edeyim. Zeytindağı’nın ismi Kudüs’e yakın bir dağdan geliyor, kudretli ittihatçı Cemal Paşa’nın karargâhının kurulu olduğu dağdan.
Kitaptan önce Falih Rıfkı Atay’dan bahsedeyim biraz. Falih Rıfkı Atay, cumhuriyet döneminin en önemli şahsiyetlerinden. Atatürk’ün çok yakınlarında bulunmuş kişilerden biri. Mustafa Kemal ile tanıştıktan sonra bu döneme ilişkin anılarını da “Atatürk’ün Bana Anlattıkları”, “Çankaya” ve “Atatürk Ne İdi?” adlı kitaplarında topladı.
Atay, katıksız bir Kemalist olarak dönemin toplumsal dönüşüm uygulamalarının çok önemli bir tanığı ve destekçisi idi. Daha sonraki dönemde de hep bu desteğini sürdürdü; 1971 yılındaki vefatına kadar Kemalizm’in yılmaz bir savunucusu oldu. Atatürk ve Atatürkçülüğe dair pek çok kitap yazdı, CHP’nin yayın organı Hâkimiyet-i Milliye (Ulus) ve Milliyet gazetelerindeki köşe yazılarında Atatürk devrimlerini ve Batılılaşmayı savundu. 1952′de kurduğu Dünya gazetesinde 1971′ e (ölümüne) değin başyazılar ve sohbetler yazdı.
Atay daha çok Atatürk dönemine ilişkin yazdığı kitaplarla tanınır. Atay’ın hem İttihat ve Terakki ile ilgili düşüncelerini, hem de Suriye cephesine ilişkin hatıralarını yazdığı Zeytindağı diğer kitaplarına nazaran daha az bilinir.
Falih Rıfkı Atay’ın Suriye cephesine ilişkin hatıralarının önemi, komuta kademesinin en yakınındaki isimlerden birisi olmasından kaynaklanıyor. Cepheye dair her şeyden haberdar olan iki isim Cemal Paşa ile Kurmay Başkanı Ali Fuat Erden ise üçüncü isim de Cemal Paşa’nın emir subayı olan yedek subay Falih Rıfkı Atay olsa gerek.
Kitabın ilk bölümünü Atay’ın İttihat ve Terakki ile alakalı düşünceleri oluşturuyor. İlginçtir bir yandan Enver Paşayı diktatörlükle suçlarken bir yandan da İttihat ve Terakki’nin Balkan Savaşı’nın ortalarına kadar sadrazamlıkta Kâmil ve Sait Paşa’ları tutmasını “Bütün bir devlet iktidarını teslim alıp da, hükümeti eski devir adamlarına bırakan başka bir devrin partisi tarihte görülmüş müdür, bilmiyorum” diyerek eleştiriyor Atay.
Atay’ın gözünde üç önemli ittihatçıdan Cemal Paşa’nın ayrı bir yeri var. Arzu ettikleri hürriyeti ancak Cemal Paşa’dan ve onun kafasında olanlardan beklemek gerektiğini düşünüyor, Enver ve Talat Paşaları ise muhafazakâr buluyor. Bununla da kalmıyor, Alman zaferinin yetmeyeceğini zafer sonrası Almanlardan ve Enver Paşa’dan da kurtulmak gerektiğini söylüyor. Yıl 1914, ne gam? Zafer gelmiş de sonrasında kurtarıcılardan kurtulunması kalmış.
Tabi 1932’de, her şey olup bittikten, Kurtuluş savaşı yapıldıktan, ülke kurtulduktan sonra “bütün harp boyunca bunları düşündüm” demek kolay. Günlük ile hatıratın farkı da burada önem arz ediyor. Hatırat geçmişin muhasebesini yapa yapa, bugünden düne bakılarak yazılır. Günlük ise çoğu kez tüm boyutlarıyla içinde yaşanılan anı anlatır. Falih Rıfkı Atay elbette böyle düşünmüş de olabilir, bilemeyiz ama bu tip metinlere her zaman belli rezervlerle yaklaşmakta da sayısız fayda olacağını vesile ile belirtmek gerek.
Osmanlı’nın son zamanlarında kimlerin ellerine kaldığını gösteren çarpıcı bir anekdot var kitapta. Savaşın sonlarına doğru artık zaferden tamamen ümit kesilmiş. Fakat Enver Paşa bunu kabul etmez, kimse de ona bu fikri açmaya cesaret edemez. Paşanın hürmet beslediği, rastgeldikçe elini öptüğü Üsküp eşrafından dürüst birisi vardır; Necip bey. Bir gün İttihat ve Terakki merkezine onu çağırırlar; durumu, düşündükleri son çareyi, barış yapmanın gereğini anlattıktan sonra da “Enver Paşa dinlese dinlese seni dinler” diyerek Paşa ile konuşması için ricada bulunurlar. O da kırmayıp Enver Paşa’ya gider ve ahvali anlatır. Paşa sonuna kadar dinledikten sonra şöyle der:
— Vah Necip Bey vah, seni de zehirlemişler. Sen ki maneviyata inanırsın, bilmiş ol ki, ben Allah tarafından büyük Türk hakanlığını kurmaya vekilim. Git evinde rahat uyu!
Necip bey döndüğü vakit şöyle der:
— Eğer bu adam Harbiye Nazırı, Başkumandan Vekili ve Yaver-i Hazret-i, Şehriyarî olmasa, yeri doğrudan doğruya tımarhanedir.
O dönemin ittihatçılarında savaşın nasıl arzu edildiğini, zaferden nasıl emin olunduğunu gösteren bir başka anekdot da şu: Almanlarla beraber savaşa katıldıktan sonra askerlik öncesi son bir alem yapmak için bir bahçede buluşan genç ittihatçılar Avrupa’dan yeni gelen, yaşça onlardan biraz daha büyük bir arkadaşlarının “mahvolduk, görürsünüz” demesine o kadar şaşırmışlardır ki Falih Rıfkı Atay bunu “Bu imansızın arkasından birbirimize nasıl da bakıştıktı” diye anlatır.
Savaş başlar ve Falih Rıfkı Suriye cephesine gider. Zaten kitabın asıl kısımlarını da bundan sonrası oluşturuyor.
Atay Suriye’ye gidince görür ki olan biten hiç de İstanbul’dan göründüğü gibi değildir; bir imparatorluk batmaktadır.
İflah olmaz bir Batıcı ve içinden çıktığı kültürün hemen her şeyine mesafeli olan Atay’ın bu yaklaşımı maalesef tüm kitapta etkili olmuş. Öyle ki şarka dair ne varsa tamamını “kötü-pis” olarak lanse etmekten çekinmemiş Atay; düşünün ahlâkını bile. Bir zihnin nasıl olup da içinden çıktığı kültüre karşı bu derece mesafeli olduğunu anlamak gerçekten kolay değil. Sadece yaşadıkları dönem için ‘zor zamanlardı’ demekle iktifa ediyorum.
Medine’de Hz. Peygamber’in kabrine yaptıkları ziyareti anlattığı kısım da İslam’a olan bakışını göstermeye yetiyor. Bundan kaynaklanan aşırı bir anti-Arapçılık var ki bu bakış aslen ulus devletin resmi tarih tezlerinde geçen “Araplar ihanet etti” söyleminin de çıkış noktası.
Atay’ın bu bağlamdaki çelişkileri sayılmakla bitmez, hem Arap halklarının mazlumluğuna, masumiyetine, şeyhlerin elinde kullanıldıklarına vurgu yapıp hem de ve düşmanla işbirliği eden isyan birkaç Arap kabile şeyhinden hareketle tüm Arapları isyan etmiş nankörler gibi göstermek hangi hakkaniyet ölçüsüne sığar? Üstelik kitabın sonunda Türklerle Arapların İngilizlere karşı omuz omuza çarpıştıklarını aktarıp dururken..
Bütün bunlar ideolojik pencerelerin olayları yorumlamada nasıl etkili olduğunu gösteriyor.
Osmanlının emperyalist bir devlet olmadığına ilişkin vurguları da önemli Atay’ın. Atay’a göre Osmanlı, ümmetçilikle üç kıtada egemen olmuş bir imparatorluk.. Bu coğrafyanın büyük bir kısmını da Arapların yaşadıkları ülkelerden oluşuyor; Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti, çünkü, bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve maddiyatlarına egemen olunmamıştı. Atay ‘olunmamıştı’ değil, ‘olunamamıştı’ der, ama nedenini söylemez. Herhalde bir yandan Osmanlı’nın emperyalist bir devlet olmamasına kızarken bir yandan da bunun olumlu payesini vermek istememiş olmalı!..
Kitapta çöle, savaşa, acıya dair pek çok ibretlik anekdot var. Çok fazla bilinmeyen ama aslında savaşın en önemli cephelerinden birisi olan Suriye cephesinden pek çok detay aktarmış Atay. Okurken oradaki sıkıntıları, acıları, çaresizlikleri, kahramanca mücadeleleri yaşar gibi oluyorsunuz. Tabii burada Atay’ın anlatımının hakkını vermek lazım.
Bu anekdotlar içinden beni en çok etkileyenini aktarayım, diğerleri için kitaba yönlendireyim.
Atay bozgun sonrası geri dönerken Cemal Paşa’nın harap Anadolu topraklarını gördükçe: “Keşke vazifem buralarda olsaydı, keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi.” dediğini aktardıktan sonra ekler: “Anadolu hepimize hınç ve güvensizlikle bakıyordu. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya şimdi kendimiz pişmanlığımızı getiriyoruz.”
İşte bu dönüş yolunda istasyonda bir kadın durmuş, gelene geçene “Benim Ahmed’imi gördünüz mü?” diyormuş. Atay soruyor: “Hangi Ahmed’i? Yüzbin Ahmed’in hangisi?”
Kadın yırtık basmasının altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini göstermiş: “Bu tarafa gitmişti..” Atay devam ediyor: “O tarafa? Aden’e mi, Medine’ye mi, Kanal’a mı, Sarıkamış’a mı, Bağdat’a mı? Ahmed’ini buz mu, kum mu, su mu, skortip yarası mı, tifüs biti mi yedi? [..] Anadolu, demiryoluna, şoseye, han ve çeşme başlarına inip çömelmiş, oğlunu arıyor..”
Falih Rıfkı Atay kitabın sonlarında eline günlükleri geçmiş bazı askerlerin yazdıkları satırları da aktarıyor. Gerçek birer kahramanlık hikâyeleri. İsimsiz kahramanların Ahmet’lerin, Mehmet’lerin hikayeleri..
Falih Rıfkı’nın kendi kültürüne olan bakışını sertçe eleştirmeli ancak hakkaniyet gereği Anadolu’ya olan bakışındaki samimiyeti de görmeliyiz. Bu çelişki Atay’a has bir şey de değil, o dönemin aydınlarının pek çoğunda varolan bir açmazdı. Yenilmiş bir medeniyetin evladı olmak hiç kolay değildi.
Nitekim bu çelişkiyi Atay’ın hayatında hep görüyoruz; 1914 yılında hürriyet için, savaşı kazandıktan sonra Enver ve Talat paşalardan kurtulma hayalleri bile kuran Atay; uzun yıllar sonra “Demokrasi dedikleri şey, bizzat şeriattır. Hürriyet dedikleri şey, katillerin başıboşluğu, hırsızların serbestliği, cürümsüz, cezasız ve inzibatsız bir serseriler saltanatıdır” demekten çekinmeyecektir.
Tıpkı Zeytinyağı’nda o her fırsatta şarklılığı aşağıladığını ve onu atıp yerine Batılılığı koymaya çalışan Kemalist modernleşme projesinin yılmaz destekçisi olduğunu şu satırları yazarken unuttuğu gibi:
Bir cenaze töreni için Şehitliğe ilk defa gidiyordum. Yeni kabirlere ve mezar taşlarına baka baka ürperdim. Bu kültürsüzlük ancak telefon kılavuzlarındaki soyadları zevksizliği ile kıyaslanabilir. Kendi kendime:
– “Yeni mi ölmeye başlayan bir milletiz?” dedim.
Giriş kapısı yanında eski ölmüşlerin mezar taşları gözümde birer anıt değeri bağladı. Yaşayışımız değiştiği için, şehir ve evlerimizdeki kültür buhranının tahriplerine, ne kadar acınsak da, biraz hak verelim. Fakat her zamanki gibi ölmüyor muyuz? Yeni yazıda bir kitabe üslûbu bulamaz mı idik? Kabir ve taşlar üstüne Türk sanatkârını çalıştıramaz mı idik? Öyle acayip manzaralar var ki, insanın altındakine Fâtiha okumadan önce yaptırıcısına lânet okuyacağı gelir. (…)
En önce değiştirilecek şey, ki kafamızdı, onu hâlâ omuzlarımızın üstünde iki tarafa sallaya sallaya taşıyoruz. En sonra pek titiz bir dikkatle değiştirilecek şeylerden ise hemen hiçbir şey bırakmadık. Kahvelerimizde, sediri geri, iskemle üstünde oturan hicri on dördüncü asırlıyı, sadece bağdaş kurmadığı için, ileri buluyoruz. Kitapta melez, hayatta melez, nihayet mezarlıkta melez, ne düşünüşte, ne yaşayışta, ne de ölüşte aklımıza ahenk, zevkimize ahenk verebiliyoruz. Ne o türlü, ne bu türlü, hatta ne de başka türlü, türlü türlüyüz. (1)
Zeytindağı okunması gereken bir kitap. Duru Türkçesi, güzel anlatımı da kitabın olumlu yönlerinden. Okunmalı, ama yazıda özetleye geldiğim ideolojik bakışa dair gerekli rezervleri koymayı unutmadan..
(1) Cumhuriyet gazetesinden aktaran: Musiki Mecmuası, Sayı: 38, 1 Nisan 1951, s. 21. (Mustafa Armağan – Yeni Dünya – Temmuz 2006)
… Sanat, tarih, felsefe, siyaset, ekonomi üzerine kitap okumak için …
2ci Sürüme dair not: Birinci sürümden bu yana 12 yeni kelime eklendi Derin Lügat’a. İndirip ilk 30 kelimeyi okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmedik. Yani 65inci sayfa sonuna kadar (Yalnızlık dahil) 2.0 ile 1.0 arasında bir fark yok. Bundan sonraki güncellemelerde de aynı yolu takip edeceğiz.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.