Gurbet / Das Unheimliche / homesickness / الاغتراب
By my on Eyl 8, 2015 in Derin Lügat, Gurbet
Ne değildir?
Yabancı ülkede/şehirde yaşayan bir insanın hasret çekmesi veya kendini ait olmadığı bir yerde hissetmesi değil. (Bkz. Ölürsem beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar!)
Nedir?
İnsanın bu dünyaya ait olmadığını idrak etmesidir. Zira insan kendi ülkesinde hatta kendi ailesinde bile yalnızlık ve yabancılık hissedebilir. Kendisini gurbette hisseden bir insanın kendini bulmaya ihtiyacı vardır, seyahat etmeye değil. M.Ö. 1ci asırda yaşamış Romalı şair Quintus Horatius Flaccus’un söylediği gibi:
“… Dertlerimizi avutan akıl ve hikmettir, O sonsuz denizlerin ötesindeki yerler değil, Niçin başka güneş başka toprak ararsın? Ülkenden kaçmakla kendinden kaçar mısın? Keder nasılsa atının terkisine binip gelmeyecek mi? …”
Neden böyle olur?
İnsanın eti kemiği bu dünyadan olsa da ruhu aslî vatani özler. Bu yüzden vücudun yaşamasına yahut haz almasına yarayan şeyler ruha sıkıntı verir: Yeme içme, cinsel arzu, insanlarca sevilip sayılma, öfkesini ve üstünlüğünü gösterme… Bu nefsanî arzular adeta bir hapishanenin duvarı gibi insanı kuşatır, sıkar, kabz eder. Fakat bu “hapishaneden” kaçmak için fiziken yer değiştirmek yararsız. Sokrates’e bir adam hakkında “seyahat onu hiç değiştirmedi” denilince “elbette, kendisini de beraber götürdü” diye cevap vermiş. Montaigne ünlü eseri Denemeler’inde şöyle diyor:
“…Bir hastaya iyilikten çok kötülük edersiniz yerini değiştirmekle. Hastalığı azdırırsınız kımıldatmakla, nasıl ki kazıklar daha derine gidip sağlamlaşır sarsıp sallamakla. […] Ülke değiştirmekle kıskançlık, cimrilik, kararsızlık, korku, tutku bizi bırakmaz. Manastırlarda, medreselerde bile peşimizi bırakmazlar. Bizi nefsin tutkularından ne çöller kurtarabilir, ne mağaralar, ne de bedenimize ettiğimiz işkenceler …” (Kitap 1. bölüm 39)
Zincirlerini kanat zanneder insan!
İnsan serbestlik ile hürriyet arasındaki farkı bilmediğinden nefsinin zincirlerini kanat zanneder. Oysa serbestlik hayvan için; özgürlük İnsan’a mahsus. (Bkz. Hayvan Serbesttir, İnsan Özgürdür) Zincirlerini kanat zannedenler her istediklerini elde etseler bile mutsuzlar. Zira ele geçen hiçbir şey onu arzularken hissedilen boşluğu dolduramıyor. Arthur Schopenhauer “İsteme ve Temsil Olarak Dünya” isimli kitabında, Sigmund Freud ise “Mutsuzluk Kültürü” adlı eserinde bu konuyu derinleştirmişler. (Bkz. Derin Lügat maddesi: Mutluluk ve Tatmin) Meseleyi biz yine bir şiirle kolaylaştıralım; M.Ö. birinci asırda yaşamış bir başka Romalı şair olan Aulus Persius Flaccus’un şu mısralarıyla:
“ … Kırdım diyorsun zincirlerini; evet, köpek de çeker koparır zincirini, kaçar o da, ama halkaları boynunda taşıyarak. Zincirlerimizi götürürüz kendimizle birlikte; tam bir özgürlük değildir kavuştuğumuz; döner döner bakarız bırakıp gittiğimize; onunla dolu kalır düşlerimiz …”
Gurbet ve Korku
İnsan aslî vatanını hatırlamadığı müddetçe kendisini bu dünyaya atılmış, terk edilmiş hissetmeye mahkûm. Gündüz öleceğini unutmak için hazdan hazza koşacak zira “Eğlenmek kendinden kaçıştır, eğlenen insan bildiğini unutma isteğinin ispatıdır.” (Pascal) Ama gece olup da gün ölünce kendi sonunu hatırlayıp varoluşçu arayışlara gömülecek:
“…Kaygı (alm. angst) karşısında “baskı hissedilir” diyoruz. Ama bunu hisseden özne kim? Bu özneyi baskı altında tutan ne? Baskının hissedilmesine sebep olan şeyin ne olduğunu söyleyemiyoruz. Her şey bizimle beraber bir tür umursamazlık uçurumu içine düşüyor. Ama bu bir yok oluş değil, bir geriye çekiliş. […] Hissettiğimiz baskı Varlık’ın bu geri çekilişinden mi kaynaklanıyor acaba? Tutunacak hiç bir şey kalmıyor. Varlık’ın bu kayması sonucunda bize yokluk kalıyor. Kaygının ortaya çıkardığı şey HİÇ. Korku ile boşlukta asılı kalıyoruz. Daha açık bir ifadeyle kaygı bizi böyle boşlukta askıya alıyor çünkü Varlık’ın bütünüyle kaymasına sebep oluyor. Biz insanlar da Varlık’ın içinde kaydığımızı hissediyoruz. Bunun için baskı altında olan ne “sen” ne de “ben”, baskıyı hisseden “biziz”, [MY: Edilgenliği içeren bir bizlik bu] . Kaygının HİÇ’i ortaya çıkardığını insanlar zaten söylüyor kaygı ortadan kalktığında. Henüz taptaze olan hafızamızı yokladığımızda kaygı duyduğumuz şeyin gerçekte… olMAdığını söylüyoruz. Çünkü… HİÇ bütün varlığıyla oradaydı….” (Martin Heidegger, Metafizik nedir?)
Çaresi yok mu?
Martin Heidegger’in en önemli kitabı olan Varlık ve Zaman’da Geworfenheit (Atılmışlık, fırlatılmışlık) ve Verlassenheit (bırakılmışlık) kelimeleriyle ifade ettiği varoluş sancısı dediğimiz gibi ruhun ihtiyaçları ve nefsin arzuları arasındaki gerginlikten kaynaklanıyor. Bu gerginlik ve tetiklediği varoluş kaygısı bir çok insanı mutsuz ederken bazılarını intihara bile sürükleyebilir. Karmaşık ve hatta tehlikeli bile olabilen bu korku hissi nefsin duvarlarını delmek için bir matkap gibi de kullanılabilir. (Bkz. Korku matkabı zekâ duvarını deler mi?)
Fakat insanın kendisini, yaratılış gayesini anlaması ve bu anlayışı hayatına tatbik edebilmesi için elbette büyük âlimlerden, özellikle de Mevlânâ Hazretleri’nin Mesnevî’sinden istifade etmesi gerekli; meselâ şu mısralar:
“Dinle bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor, Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek kadın herkes ağlayıp inledi. Ayrılıktan parça parça olmuş kalp isterim ki iştiyak derdini açayım, Aslından uzak düşen kişi yine vuslat zamanını arar”
Bu noktadan ötesini okurlarımızın irfanına terk edelim; iştirak edebilecekleri Mesnevî sohbetlerini ararken bir yandan da “Yeni Başlayanlar İçin Mesnevî” isimli makalemizi okuyabilirler.
… Gurbet konusuna psikanaliz, edebiyat ve resim sanatıyla yaklaşmak için 3 kitap …
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.
1 Trackback(s)