Görünmeden görenin iktidarı: Big Brother, Panoptikon ve Foucault
By my on Eki 12, 2015 in Adalet, Figüratif Sanat, Foucault, Göz, Mekân, mimari, Resim Sanatı, Tersten Perspektif
Auschwitz toplama kampında bir kule, Pensilvanya devlet hapishanesindeki güvenlik ekranları, “open space” adlı beyaz yakalılara mahsus psikolojik işkence odası, Guantanamo’da namaz kılanları gözetleyen nöbetçiler, Şanghay’da işçileri kontrol eden ustabaşıları… Gözetlenenlerin ya arkası dönük veya nöbetçiden daha aşağı bir konumda oldukları için üsttekine bakamıyorlar. Yahut kamerada olduğu gibi gözetleyende teknik bir üstünlük var. Bu listeye kışlaları, okulları ve hastahaneleri de ekleyebiliriz. Az gözle çok insanı gözetlemek, bir standarda göre kontrol etmek ve ceza/ödül ile düzeltmek/ normalleştirmek bize endüstri devriminden kalma bir miras. Elbette ortaçağda veya öncesinde de kontrol, ceza/ödül mekanizmaları vardı ama 19cu asrın başında yaygınlaşan “normalleştirme” sistemleri insanlık tarihinde bir ilk. (Bkz. Derin Lügat, Normal / A-Normal / عادي) Bu devire kadar adalet (yargı, suç, ceza…) inançlar ve geleneklerle içiçe geçmiş bir mefhum. Hatta birçok cemiyette insanlar dünyada verilen cezayı Ahiret’te verilecek cezanın kefareti gibi görüyorlar. Yani suç günahla, ceza cehennem azabıyla sıkı bir münasebet içinde. (Bkz. Derin Lügat, Adalet / Justice / العدالة) Oysa hızla sekülerleşen modern toplumlar ve kurdukları laik ulus-devletler için suç da cezası da yeryüzünde başlayıp biten süreçler. Laik cezanın amacı suçluyu terbiye etmek, suça meyledenleri caydırmak ve mağdur olan halkın intikamını alarak kanlı hesaplaşmaları önlemek. Modern devlet polisi, cezaevi ve idam sehpasıyla “meşru şiddeti” tekeline aldığı için kutsal metinlere ya da kısmen kabul gören geleneklere başvuramaz. Laik adalet, standart/ objektif/ tektip bir vicdan-suç-ceza algısına ve homojen yasalara muhtaç. Ölümden sonraki hayata inanmayan, Ahiret korkusunu bilmeyen cemiyetler için ayıplanma ve polis korkusu dışında bir şey yok. Haliyle laik toplumlar için iyi/kötü mefhumları ile fayda/zarar arasındaki sınır da silikleşiyor. (Bkz. Derin Lügat, Fayda / utility / utilité / فائدة ve Kötülük / mal / evil / شر) İşte görünmeden görmeyi amaçlayan sistemler bu zihniyetin hem meyvesi hem de ağacı. Kusurlu fabrika mamulü gibi “anormal” olarak etiketlenen suçluyu/ deliyi/ hastayı “normalleştirmeyi amaçlayan modern, merkezî sistemler.
Foucault ne diyor?
Modern zamanları diğer devirlerden ayırd eden vasıf akl-ı meaş ile akl-ı mead arasında dogmatik bir ayrım yapmak ve akl-ı meadı yok saymak. (Bkz. Derin Lügat, Akıl / Zekâ / Reason / Intelligence / العقل) Bu yüzden Foucault’nun da açıkça ifade ettiği gibi objektiflik/ bilimsellik ve ilerleme mevhumları iktidar ve lisan üzerindeki tahakküm mekanizmalarının genlerine işlemiş. Modernliğin belirleyicileri olan bu kavramlar günlük hayata nasıl geçiyor peki? Elbette modern müesseseler aracılığıyla. Yani hastaneler, okullar, hapishaneler, kısaca disiplin sağlayıcı/ normalleştirici bir işlevi haiz yerler. (Bkz. “Gözetlemek ve Cezalandırmak” isimli kitabı, fr. Surveiller et Punir, 1975)
Foucault’ya göre hastane, okul ve hapishane gibi modern disiplin kurumlarında çalışan doktorlar, öğretmenler ve gardiyanlar farkında olmadan sözkonusu tektipleştirme makinesinin dişli çarklarından biri olurlar. Normallik ve anormallik bu müesseseler ve uzmanları tarafından saptanır. (Bkz. Derin Lügat, Normal / A-Normal / عادي) Anormaller yine bu kurumlarda normal davranışlar sergileyene dek ödül-ceza sistemleriyle “terbiye” edilir. Foucault’ya göre, verimli işçi, çalışkan öğrenci, pişman olmuş suçlu, itaatkâr asker bu kurumların üretmesi gereken ürünlerdir.
Katolik ülkelerde Protestanların, Komünist ülkelerde anti-komünistlerin akıl hastahanelerine konulması modern normalleştirme kurumlarının hangi noktaya vardığını anlamak için yeterli olur sanırım. Türkiye’de de yakın zamana kadar gerginlik sebebi olan Kürtçe ve tesettür yasakları yine ulus-devletlerin makbul vatandaş algısıyla ve “ötekileri” normalleştirme çabasıyla ilgili üzücü örnekler.
Show bitti. Gösteri artık seyircinin kendisidir!
Hapishaneler ve gözetleme-iktidar ilişkisi konuşulunca akla hemen Foucault geliyor. Ama merkezî perspektif ile adaletteki laikleşme arasındaki münasebeti anlamak için Foucault’dan 100 yıl daha geriye gitmek gerek. Meselâ Hegel’in çalışma arkadaşı Nicolaus Heinrich Julius 1830’da yazdığı “Hapishane üzerine dersler” adlı kitapta şöyle demiş:
“… Modern mimarlar daha önceden bilinmeyen bir tarz keşfediyorlar. Eski Yunan’da mimarların en büyük endişesi merkezdeki bir gösterinin herkes tarafından izlenebilmesiydi. Bir olayın, hareketin ya da tek bir insanın azamî sayıda insan için görülebilir olmasıydı. Ayinler, tiyatrolar, siyasî nutuklarda temel sorun buydu. Fakat şimdi sorun tersine çevrildi: Azamî sayıda insan onları gözetlemesi gereken bir nöbetçi için gösteri haline geliyor …”
Tabi Julius’un bu saptaması doğrudan Bentham’ın meşhur gözetleme evini (ing. inspection house) ya da kısa adıyla Panoptikon’u işaret ediyor. Nedir? İngiliz filozof ve sosyolog Jeremy Bentham 1785 yılında bir hapishane modeli tasarlamış. Tasarım görünmeden gözetleme üzerine kurulu. Yani herkesi (pan) gözetlemek için (opticon) inşa edilen bu bina üstüste konmuş halkalar biçiminde tek odalı hücrelerden oluşuyor. Her hücre bu halkanın iç kısmından görünecek şekilde cam veya kafesle örtülü ama halkanın dış cephesindeki duvarda içeriye ışık alacak bir pencere var. Ortada mahpuslardan saklanmış konumdaki gözlemcilerin durduğu bir nöbetçi kulesi bulunuyor.
Panoptikon tek odalı hücrenin içindeki mahpusa saklanacak hiçbir yer bırakmıyor ve dış cephedeki duvarın penceresinden gelen ışık sayesinde kuledeki nöbetçiler mahpusun her hareketini izleyebiliyorlar. Bentham’a göre mahpus yanlış davranışlarının ceza getireceğini biliyor ama ne zaman gözetlendiğini bilmiyor. Bu yüzden her zaman izleniyormuşçasına davranmaktan başka seçeneği yok. Böylece mahkûm bizzat kendi hareketlerini kollamak durumunda. Dünyanın birçok yerinde panoptikon tipi hapishaneler inşa edilmiş. Ancak mahkûmun mahremiyetini kaybetmesine yol açan bu psikolojik işkence nasıl netice verdi? Belki de panoptikon yüzünden kendilerine duydukları saygıyı ve güveni yitiren bu insanlar birer suç makinesi haline geldiler:
“…Tele-ekran aynı anda hem alıcı hem de verici işlevi görüyordu. Fısıltıyla konuşmadığı sürece Winston’ın çıkardığı her ses tele-ekran tarafından alınıyordu; dahası, madeni levhanın görüş alanında kaldığı sürece Winston işitilmekle kalmıyor, görülebiliyordu da. Hiç kuşkusuz, ne zaman izlendiğinizi anlamanız olanaksızdı. Düşünce Polisi’nin, kime ne zaman ve hangi sistemle bağlandığını kestirmek çok zordu. Herkesi her an izliyor da olabilirlerdi. Ama size istedikleri zaman bağlanabildikleri açıktı. Çıkardığınız her sesin duyulduğunu, karanlıkta olmadığınız sürece her hareketinizin gözetlendiğini varsayarak yaşamak zorundaydınız; zorunda olmak ne söz, artık içgüdüye dönüşmüş bir alışkanlıkla öyle yaşıyordunuz. …” (1984, George Orwell)
Cezaevinin panoptik merkezinde duran nöbetçiler, perspektif olarak mahkûmların her eylemini izleyebilecekleri bir konumda. Mahkûmlar, kendilerini izleyenleri görmeyecekleri bir konumda oldukları için mahremiyetleri ve mahdut bir çerçevede bile olsa hürriyetleri yok. Vücudun bir binaya kapatılması bir ceza olabilir. Ama panoptik binada asıl önemli olan insanın psikolojik hudutlarını muhafaza etmesinin imkânsızlığı. Hapisteki insanların kişiliğini, özel alanını parçalara ayırıp denetleyen bu yapılar şüphesiz, ıslah/terbiye etmeyi amaçlıyor ama onu adeta “çırılçıplak” soyarak insanlığını alıyor elinden. Panoptik yapı bir insan tuzağı gibi işliyor: Kimse ne zaman izlendiğini ve ne zaman izlenmediğini bilemediğinden bir paranoya tetikleniyor: Mahkûmlar sürekli olarak 7/24 gözetlendikleri hissine kapılıyorlar. Bu korku insan için yaşamı ve içinde bulunduğu mekânı tahammül edilmez bir hale getiriyor ister istemez.
Hapishane duvarları yükselirken “dışarısı” da bir hapishaneye dönüşür
İnsanlığı karanlığa gömen Aydınlanma Çağı’nın önemli isimlerinden olan İtalyan hukukçu, filozof, ekonomist Cesare Beccaria laik ceza hukukunu kurucularındandır dersek herhalde abartmış olmayız. “Suçlar ve Cezalar Hakkında” (it. Dei delitti e delle pene) isimli kitabında ceza hâkimlerinin kanunları yorumlamasına karşı çıktığı şu satırlar özellikle önem arz ediyor:
“… Kanunların yorumlanmasının meşru zemini ne olacak? Hâkim sadece bir insanın o suçu işleyip işlemediğini söyleyebilir. Bütün bir toplumun o anki isteklerinin tekeli hâkimin elinde değil ki. Her türlü suçun yargılanmasında hâkim mükemmel bir kıyastan yola çıkmalıdır. Genel hüküm kanundur, özel hüküm durumun kanuna uymasıdır ve sonuç zanlıya verilecek olan cezadır. Hâkim isteyerek yahut mecbur edilerek daha fazla akıl yürütürse belirsizliklere ve karanlıklara kapı açmış olur …” (Bahis 4: Kanunların yorumlanması, sayfa 153)
Evet… İlk bakışta zanlıları hâkimlerin kaprislerinden, önyargılarından, ırkçılık gibi sıkıntılardan koruyacak bir ilke gibi görünebilir. Ama bu bölümün başında dikkat çektiğimiz objektif/ standart adeta bilimsel adalet(!) mevhumunu hatırlayın. Beccaria’nın savunduğu adalet anlayışıyla bugün ceza hâkimlerinin yerine pekâlâ bilgisayarlar koyabiliriz. Sekülerleştikçe objektif/ bilimsel/ pozitivist bir kisveye bürünen, artık adalet olmaktan çıkan adaletin neye dönüşeceğini zannediyorum en güzel anlatan sözler Adolf Hitler’e ait:
“… Hukukçular yakında mesleklerini söylemeye utanacaklar zira bizim bilimsel düzenimiz ideal seviyesine ulaştığında hukukçuluk gereksiz bir meslek olacak …”
“BEN” merkezli sanat bilimsel adaletin(!) rumuzudur…
Evet… Panoptikon tarzı hapishanelerde görülmeden görmek özünde görünenleri eşyalaştırmak değil mi? Bu zihniyetin sanattaki karşılığı ise merkezî perspektif yoluyla bakan gözü bakılan Kaînat’tan koparmak, görünen ne varsa ticarî mal gibi değersizleştirmek. Rönesans birçok bakımdan sanatın ölümü oldu ve en çok da perspektifin yaygınlaşması yüzünden gerçekleşti bu yıkım. Ben’im bakış açım, Ben’im değerlerim, Ben’im durduğum yer, Ben’e yakın cisimlerin büyük ve net çizilmesi… Fakat bu kibir, sanatı ve adaleti objektifleştirmekle yetinmedi. Gelecekteki olayları ve insanların düşüncelerini de kontrol altına almaya meyilli bir zihniyetin temellerini attı:
“… Size sunduğum ceza yasası sadece adalet tarihinde ve kanun tatbikatında değil insanlık tarihi için de bir yeniliktir. Bu kanunla zanlı karşısında devletin ve halkın temsilcisi olan savcıya yepyeni bir rol veriyoruz. Savcı sadece suç işleyenleri takip etmeyecek. Temel görevi suç daha işlenmeden bireyleri takip etmek olacak. (fr. Surveillance) Savcı sadece çiğnenen kanunların savunucusu değildir. Savcı her şeyden evvel bir bakış, toplum üzerine açılan bir gözdür. Savcının gözü topladığı bilgileri başsavcıya iletmelidir o da iç güvenlik bakanına ve nihayetinde imparatora …”
Ne ilginçtir ki bu satırların yazarı Jean-Baptiste Treilhard’ın hukukçu olarak hizmet ettiği kişi bir demokrat değil darbeci bir asker olan Napoléon Bonaparte idi. Bu totaliter zihniyete göre savcının görevi suçlu takibi değil vatandaş takibi. Treilhard’ın takip/gözetim mânâsında “surveillance” kelimesini kullanması da ilginç. Üstünde (sur-) ve korumak (-veillance) kelimelerinin birleşimi totaliter devletlerin vatandaşlarını çocuklaştıran tasavvurunu ele veriyor. Panoptikon’un mucidlerinden Jeremy Bentham’ın İngilizce metninde “supervision” demesi de böyle değil mi? “Supervision” Üst/üstün (süper-) ve görme/gözetleme (-vision).
Zannediyorum bu aşamada bilimselleşen adaletin zulme dönüşmesi daha net görünüyor. Zira bilimsellik belirleyicilik getiriyor yani determinizm. Geçmişe ve şimdiki duruma bakarak geleceği kesin olarak öngörmek daha doğrusu bu vehmi (illüzyonu) gerçek sanmak bilimselleşmenin doğal bir neticesi. Bilimsel/ determinist adalet(!) ise insana hürriyet hakkı tanımıyor. Suça teşvik eden şartlarla mücadele yerine istatistik olarak “riskli” gruplardaki insanların takibini hatta peşinen, suçun işlenmesinden evvel potansiyel suçlunun toplumdan tecrid ederek “cezalandırılmasını” öngörüyor.
Hatırlayacaksınız, Steven Spielberg’in yönettiği, Tom Cruise’un başrolde oynadığı Minority Report (Azınlık Raporu) filminde özel bir polis ekibi suç işlenmeden engel oluyor ve insanları yakalıyordu. Böyle bir toplumda iyi/kötü ayrımının ortadan kalkacağını, güya güvenlik uğruna bütün hürriyetlerin feda edileceğini ve en büyük tehdidin bizzat devlet olacağını kestirmek zor değil. Ve tabi bu determinist adaletin(!) ve totaliter gözetlemenin modernliğini ve tarihsel süreç içindeki yerini en güzel anlatan yine Orwell:
“…Bunun bir nedeni, eskiden hiçbir yönetimin yurttaşlarını sürekli denetim altında tutma gücüne sahip olmamasıydı. Ne var ki, matbaanın bulunması kamuoyunu yönlendirmeyi kolaylaştırdı, sinema ve radyo bu süreci daha da güçlendirdi. Televizyonun gelişmesiyle ve aynı aygıtın hem alıcı hem de verici olarak kullanılmasını olanaklı kılan teknolojik ilerlemeyle birlikte, özel yaşam ortadan kalktı. Bütün yurttaşlar ya da en azından izlenmeye değer bütün yurttaşlar, günün yirmi dört saati polis tarafından gözetlenebiliyor, bütün öteki iletişim kanallarından uzak tutulabildikleri gibi, sürekli resmi propagandaya bağımlı kılınabiliyorlardı. Artık ilk kez, yalnızca devlet iradesine tam bir boyun eğişin dayatılması değil, tüm yurttaşların tümüyle aynı düşüncede olmaları da sağlanmıştı. …” (1984, George Orwell)
Evet… Halkına zulmeden bütün rejimlerde benzer ögeler öne çıkıyor. Devlet eliyle iyi/ güzel/ doğru üretmek isteyenler suçun/ kötünün/ günahın öngörülebilir olduğunu peşinen kabul ediyorlar. Bu önkabul, tabiri caizse bu iman, insan hürriyetini reddetmek anlamına geliyor. İnsanları hayvan ya da robot gibi programlanmış yahut içgüdüleriyle hareket eden, akılsız ve vicdansız gören totaliter rejimler çoğu kez iyi niyetle, hatta yeryüzü cenneti kurmak için yola çıkanlar tarafından kuruluyor. Fransız ihtilâli kadar Rusya’ya komünizmin gelişi ve İran “İslâm” devrimi de böyle. Hep merkezî bir üst akıl, halkı çocuklaştıran bir tasavvur, iyi/ doğru/ güzeli herkesten iyi bilme iddiasında merkezî bir otorite var. “Cahil” halkı adam etmek, çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak isteyen gardiyanlar panoptikon kulesinden halkı seyrediyorlar. (Bkz. bu konudaki e-kitap: Türkiye’nin Ulus-Devlet Sorunu)
Tabi suç-ceza zinciri gerçekte Cesare Beccaria’nın hayal ettiği kadar kısa değil. Suç ile ceza arasında itiraf var, şahitler, kanıtlar ve vicdanlar var. Adalet insanlar için olduğu kadar insanlar tarafından gerçekleştirilen bir süreç. Elbette yasalar ve birçok teknik buluş adalete hizmet edebilir ama vicdan zincirini kısaltmak, otomatik bir adalet makinesi inşa etmek muhakkak zulme kapı açar. Çünkü:
“… Geciken adalet adil değildir ama fazla hızlı gelen adalet de iyilikleri yok eder. Neden? Rüyaların, gizli arzuların ve günahların, hatta işlenecek suçların resmini çekebilen bir makinenin icad edildiğini düşünün. İnsanlar arasındaki ilişki bugünkü gibi devam edebilir miydi? Adalet, mahremiyet ya da sevgiden konuşabilir miyiz böyle bir makinenin yanında? Zannetmiyorum. Böylesi bir makine yalan söylemeyi imkânsızlaştıracağından dürüstlük ve bilimsel gerçekler arasındaki zamansal mesafe yok olurdu. Karı-koca arasındaki saygı veya ustanın çırağına duyduğu güven ölçülebilir/ test edilebilir bir göstergeye dönüşürdü. Aldatma, yalan söyleme imkânı bulunmayan bir cemiyette dürüstlükten de bahsedemezdik haliyle. Polisin her suçluyu hemen yakalayacağı bu ülkede hırsızlık, tecavüz ve cinayet yok olurdu belki. Ama insanlar iyi olduğu için değil sadece polisten korktuğu için. Vicdan azabıyla değil de polis korkusuyla suç işlemeyen insan ne aşağılık, ne tehlikeli bir yaratık! Evet… fazla hızlı gelen adalet geç gelen adaletten daha tehlikeli çünkü hızlandıkça objektifleşen, makineleşen adalet insanlardaki vicdan hissini tahrib eder. Kötülük yapmanın imkânsızlığı insanların “iyi / kötü” ayrımı yapmasına engel olur …” (Derin Lügat, Zaman/ Time / Temps / الوقت)
İçinde yaşadığımız binalar ve şehirler de bizi inşa ederler
Mekân algımız modern körlükten muzdarib. Kantçı ya da Kartezyen tasavvura göre X, Y ve Z boyutlarını haiz üç boyutun sonsuzdaki sınırı zannediyoruz Mekân’ı; sanki her şeyi ihtiva eden ama hiçbir işe karışmayan bir kutu varmış gibi. Oysa ihtiva ettiği cisimler gibi bir vücuda sahip olduğunu vehmettiğimiz ve adına “Mekân” dediğimiz şey aslında soyut bir mevhum. Her şeyin olmasına imkân veren bir kudret tecellisi. Stanley Kubrick’ten bahsettiğimiz bölümde ifade ettiğimiz gibi:
“… Kubrick simetrinin ve merkezî perspektifin verdiği sahte emniyet hissini çok güzel kullanıyor. Alfred Hitchcock’un dooly-zoom tekniğiyle yaptığı gibi Kubrick de metafizik bir korku, görünenin ötesinde bir hayret hissi tetiklemek istediği zaman yapıyor bunu. Çelişkili görünen bu “okumayı” mümkün kılan etken rasyonalist perspektiflerin akılcı olmayışı. (Bkz. Derin Lügat Akıl / Zekâ / Reason / Intelligence / العقل) Mekân üzerinden bütün imkânların ve mümkünâtın, sebep ve sonuçların yani “kün” (كُـنْ) emirlerinin kontrol altına alındığı, ölçülüp biçildiği, zamanın bile öngörüldüğü bir lisan-ı suret çıkıyor meydana… Akıl düşmanı bir rasyonalizm bu! Pavel Florenski’nin tabiriyle “Yaşananın hakikati yerine görünüşün olabilirliğine”kapılıyor göz. Bakış bedenden, içerisi dışarıdan, özne nesneden ayrılıyor …”
Bu sanal kutunun içinde değiliz ama inşa ettiğimiz binaların, şehirlerin içinde yaşıyoruz. Dışarıya baktığımızda pencereden bakarız, yüksekten bakarız, dar bir sokağa ya da geniş caddelere bakarız. Gözlerimiz (yani aklımız) yapay mekâncıklarla çevrilidir. “Mekân” dediğimiz şeyler hanedir, vatandır, iş yeridir, kamusal alandır… Mekân çok şey olabilir ama hayattan tecrid edilmiş, mücerred, renksiz, kokusuz, tarafsız, tekdüze, homojen olamaz. Her konaklama mahalinde kurulup kaldırılan bir çadırda yaşayan göçebenin mekân algısı (dünya görüşü) ile betonarme binalarda yaşayan bir şehirlininki aynı olamaz. Göçebe insan dünyadan çabucak geçip gideceğini düşünürken şehirli insan banyosunu İtalyan mermeriyle kaplatır. Şehirli insan hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar çünkü o herkes gibi ölemez; o bu filmin esas oğlanıdır! Hatırlayacaksınız, modern kentlerin zihin üzerindeki etkisi hakkında konuşurken Georg Simmel’den ve kitabı “Büyük şehir ve zihinsel yaşam”dan bahsetmiştik (alm. Die Großstädte und das Geistesleben):
Güvenlik hürriyetin fiyatıdır
Hayvanlar gibi akl-ı meaş sahibi olan İnsan güvenliğini sağlamak amacıyla etrafını gözler, tehlike ve fırsatları kollar. Bu sebeple onu çevreleyen doğal ya da toplumsal ortamı murakabe (kontrol) altında tutar. İçtimaî hayat ve münasebetler içinde düşmanların varlığı, gözetleme ihtiyacını artırır. Yakından uzağa, Ben’den “yabancılara ve ötekilere” doğru tehdit artar. Haliyle gözetleme ihtiyacı da.
Modern toplumlarda, modern şehirlerlerde ve ulus-devlet sınırları içinde gözetleme ihtiyacının artması güvenlik sorunlarının da arttığının bir göstergesi. Bir başka deyişle “medenîleşme” iddiasındaki modern insan aslında mağarada yaşayan dedelerinden daha medenî değil. Zira evini güvenlik kameralarıyla, düşman ülkeleri casus uydularla gözetleyip duruyor. Ulus-devletler ise kendi vatandaşlarından dahi korkar vaziyetteler. Dolayısıyla Foucault’nun derinlemesine analiz ettiği ve defalarca söylediği gibi modern toplum ve modern devletin de en belirgin özelliklerinden biri gözetleme.
Ulusal adalet, sağlık ve eğitim sistemlerine baktığımızda da bu güvenlik saplantısını müşahede ediyoruz. Cezaevi adalet değil güvenlik üretiyor ve mahkûmları pişman ederek normalleştiriyor. Keza hastahaneler, özellikle “akıl hastahaneleri” rahatsız edici delileri tedavi etmiyor; tecrid, “ilaç” denen kimyasallar ve elektroşok gibi yollarla “normalleri” huzursuz etmeyecek kadar normalleştiriyor. Çocuklarımız da okullarda aynı sorundan muzdarib: Öğrenmek, zekâsını daha iyi kullanmak ya da sanatta, bilimde ileri gitmek yerine normalleştiren bir silindirle eziliyorlar. Sıraya gir, zil çalınca bir yere toplan, vs. Derin Lügat’ın ilgili maddesinde anlattığımız gibi:
“…1930 model ulus-devletlerin ihtiyaç duyduğu kullanışlı aptalları üreten bir fabrika. Geçmişte faşist devletlerce maden işçisi ve asker üretmek için kullanılırdı. Milli eğitim sayesinde insanlara robotça tepki vermek öğretilirdi: Zil çalınca belli bir yere toplanmak, üniforma giymek, okulda müdüre, fabrikada usta başına, orduda komutana itaat etmek. Bugün millî eğitim kapitalizmin ihtiyaç duyduğu vasat zekâlı demokrat hayvan çiftliği olarak kullanılıyor. (Bkz. Demokrasinin en büyük düşmanı halktır!) […] Bu sayede milyonlarca insan ihtiyaçları olmayan şeyleri almak için borçlanıyorlar ve borçlarını ödemek için sevmedikleri işlerde ömür boyu çalışıyorlar. Eski zaman kölelerine benziyor ama yeni kölelerin zincirleri rengârenk boyanmış. […] Devletler bu kullanışlı aptalları kullanır ve bu yüzden millî eğitim sistemlerini değiştirmek zor. Ama bu insancıklar sadece kendi devletleri tarafından değil herkes tarafından kullanılabilir. Düşünmeyi bilmeyen, tutarsızlıktan rahatsız olmayan ve akla/gerçeklere değil otoriteye itaat eden insancıklar başkaları için de kullanışlıdır. Meselâ düşman ülkelerin gizli servisleri ve terör örgütleri için…” (Millî eğitim / Éducation nationale / التعليم الوطني)
Sonsöz
Hapishane özelinde ele aldığımız panoptikon elbette cezaevleri ya da okullar, hastahaneler ile sınırlı değil. Kavram olarak gören ile görüleni birbirinden ayıran; bakan-gözetlenen ekseninde bir iktidar ilişkisi kuran bu yapı bize merkezî perspektif hakkında ipuçları veriyor. Florenski ve Panofsky gibi düşünürlerin ısrarla üzerinde durdukları etik bir veçhesi var bu işin: Merkezî perspektifle “terbiye” edilen göz dünyayı ancak bir mülk, kendini de onun yegâne “maliki” gibi görebilir. Bir başka deyişle “Ben” odaklı perspektif bencil ve açgözlü bir tasavvurun önünü açar.
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat, Mimarî, Ateizm, Tarih, Kemalizm, Eşcinsellik, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Felsefe üzerine kitap okumak için… Bugün 70 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
2 Trackback(s)