Ölüme Yol!*
By Mustafacan Ozdemir on Eki 26, 2015 in İnsan, Toplum
Bir sohbet esnasında yakın zamanda yaşanmış olan vaziyet bana intikal etti. Olay kabaca şöyle; Yükseköğrenim gören bir genç kız kısa zaman evvel babasını kaybediyor ve annesi ile kendi gibi kız kardeşleriyle birlikte bir başlarına kalıyorlar. Maalesef vaziyet ile birlikte toplumsal ahlâk seviyesinin de içerisinde bulunduğu düşkünlük sebebiyle yaşanan zorluklar, bahsi geçen genç bayanın antidepresanlara başlamasına sebep oluyor.
Şimdi, buraya kadar olan bölümde ne var diyenler olduğundan eminim. Nedeni ise çok basit. Ülkemizde bu durum hızla yaygınlaşıyor ve sözünü ettiğimiz tedavi yöntemleri çok revaçta. Oysa biz iyi biliriz ki hayat bir sınav yeridir ve sınav olmak zorundayız. Haliyle sınav her zaman 100 alarak geçebileceğimiz kolaylıkta olamayacağı gibi, Allah korusun geçememe ihtimalini de barındırmaktadır. Fakat Cenab-ı Allah insana ‘kaldıramayacağı yükü yüklemediğini’ de belirtmiştir. Lakin eleştiriye tabi tuttuğumuz metodun temel problemi dünyayı cennete çevirmek üzerine kurulu olmasıdır. Bu seviyeye nasıl geldik? sorusuna verilecek düzinelerce cevap var. Özellikle tahrip gücü yüksek savaşlar(maddi, manevi) ve topluma sunulan gelecek fikriyatı insanları bir cendereye düşürüyor. Bunun sonucunda 400-500 değil sadece 150 sene önce dahi yaşanan durumları, zorlukları bugün itibariyle toplum mensuplarımız yaşamayı hayal bile edemeyecek bir halde. Dolayısıyla ortaya Prozac Toplumu kavramsallaştırması bile çıkmış vaziyette. Yani başka bir yönden bakarsak ölüm fikri sonlanmayı ifade ettiğinden ötürü, o aşamaya kadar insanlar yaşamın tüm zevklerini tatmak, nimetlerini elde etmek, sadece mutluluğa sahip mutsuzluktan beri olmak hissiyatıyla baş başa. Oysa içinde bulunduğumuz çağ bize bunu veriyor mu? Kocaman bir HAYIR. Yoksulluk, eşitsizlik, geride bıraktığımız iki dünya savaşı ve her an devam eden düzensizliğin düzeni stratejisi belirli bölgeleri en çok ama bütün bir dünyayı devamlı olarak tehdit ediyor. İşte saymış olduğumuz bütün bu ahvaller özellikle yeni nesli çok kırılgan ve çok memnuniyetsiz kişilere çevirmiş durumda. Ki, yukarıda bahsi geçen bu çağın bize sundukları sorunsalı aslında her çağ için bir dereceye kadar aynı. Fakat geride bıraktığımız süreçte ortaya çıkarılan insan, tamamen kutsala savaş açıp, kendini merkez, kalanları çevre olarak belirlediği için ölüm, ölümden sonrası ve hayat fikirleri tamamen anlamlarını yitirmiş durumda. Dolayısıyla ortaya çıkan romandan şiire yazılı, tiyatrodan sinemaya görsel ve birçok türe bölünmüş işitsel sanatlarda ortak bir sorun var: hayat kısa, iyi yaşa! (şüphesiz ontolojik ilişkiler içerisinde olan yahut debelenen her sanat dalında dertli insanlar mevcut fakat istisna)
Derinliğine girmeden bir karşılaştırmayı İkinci Yeni şiiri üzerinden yapabiliriz. İkinci Yeni şiiri Turgut Uyar’ı bir kenara kısmi olarak ayırırsak Türk Şiirini mecrasından çıkaran bir şiirdir. Garip şiirinin bu yolu açtığını ve bir yatak değişikliğine gittiğini şüphesiz kabul ederiz. Fakat İkinci Yeni yatağı derinleştirmiş ve kitlelere açmıştır. İşledikleri konular ve Kutsal ile olan ilişkileri İkinci Yeni şiirini biraz okuyanlar için malum. Hatta bu yüzden bazı yazarlar Sezai Karakoç’u İkinci Yeni’ye yerleştirmeye çalışırlarken açıkta kalmışlardır. Ortada biçimsel bir yakınlık var diyebilsek dahi, son derece ontolojik ve dertli bir şiirdir Sezai Karakoç’un şiiri. Sadece bu yüzden bile İkinci Yeni’den ayrılır. Misal, İlhan Berk şiiriyle su götürmez bir farklılığı olduğunu iki şairin herhangi iki şiirini seçerek karşılaştırsanız görebilirsiniz.
Şimdi bu anlattıklarımızı biraz hatıratlar üzerinden açmayı deneyelim. Malum kısa süre evvel rahmetle andığımız Alija İzetbegovic’in ölüm yıldönümü idi. Bilge Kral, ki kendisine Babo denilmesini sevmediği gibi bu hitabı da sevmediği söylenir, milletini çok zorlu bir dönemden geçerken sırtlamıştır desek yeridir. Başka bir makale vesilesiyle daha derin irdeleriz kendisini ve Bosna’yı. Özellikle Tarihe Tanıklığım eserinde bir bahis benim çok ilgimi çekti. Gerek savaş döneminde gerekse sıkıntılı olan Dayton Barış Antlaşması sonrası yönetimi döneminde insanların ölümle karşı karşıya kalmaları üzerine belirli kesimler tarafından eleştirilmiştir. Yani soylu ölümlerdense soysuz ve parya halinde bir yaşamı savunanlar vardır. Fakat kendisi sık sık halkının ekserisinin buna cesaretle karşı durduğu ve büyük bir direnç gösterdiğini fazlaca anlatır ve alıntılar. ‘Çünkü ölümün olduğu yerde inanç artar.’[1] Böyle özetliyordu insanın ontolojik ilişkisini Aliya. Bugün tam olarak ölümün unutturulduğu, sınav yeri(exam place) olarak gördüğümüz hayatın öne çıkarıldığı dönemlerden geçiyoruz. Hz. Peygamber(s.a.v.)’in buyurduğu üzere bizlere ölüm korkulması gereken bir durum gibi gelmeye başladı. İçimize dünya nimetlerinin sevgisi yerleştirildi. Dolayısıyla bizler ölümleri, ibret vesilesi görmek, kendimize çeki düzen vermek için fırsat görmek yerine alelacele geçirilmesi gereken süreçler olarak görmeye başladık. İnternet hızından dolayı iki üç saniye geç sayfa açılmasına dayanamayan kuşakların, hamken pişmeleri için gösterecekleri sabrın selametine doğru menzillerini çevirmeleri çok kolay olmayacak. İyi bildiğimiz gibi Hz.Peygamber(s.a.v.) Efendimiz her gün belirli sayıda ölümü düşünmemizi istemiştir. Ayrıca dünyada dinlenmekte olan bir yolcu gibi olduğumu bizlere anlatmıştır. Yani, burası geçici, hızla geçmekte, doğarken ölmeye başladığımızı anlamamızdan fazlası değil, dolu dolu, ibretle, çokça acıyla ama sevinçle de, korkuyla fakat umutla da, yalnız, fazlası olmayacak bir biçimde geçip gideceğimiz ve Hakk’a, hakikate vasıl olmak için ekeceğimiz bir toprak parçasından fazlası değil. Bu bilince, bu Müslüman bilincine Prozac gerekir mi? HAYIR. Tevekküle, sabra karşı hangi ilacın zerk ettiği sahte cennetler baskın çıkabilir? Hatta şöyle bir çekincem daha var bu hususta. Acımasız olmak istemem, külli bir suçlamada yapmıyorum, fakat çok çok gerekmediği durumda bunları kullanmanın sarhoş olmakla, eroin, bonzai, kokain kullanmakla arasında pek fark olduğunu da düşünmüyorum fıkıh açısından.
Oysa iman eden bir mü’min’i, gavurdan ayırıcı en önemli sonuçlardan birisi de ölümü düğün günü görmesi değil midir? Dünya bizce elem, ıstırap, zorluk, güçlük yeri değil midir? İnsan durmadan sıkıntı çektiği, gönlünce asla ve asla yaşayamayacağı, eğer kanaat etmezse kesinlikle tatmin olamayacağı ve dahi sürekli meşru sınırlar içerisinde kalma hususunda nefsiyle cehd edeceği bu zorluk ve sınav diyarından çıkıp mutlak güzelliği, sonsuz mutluluğun, daimi huzurun diyarına gitmeye neden korkar? Yahut dünyanın bu sınavları karşısında neden duyumsuzlaşır? Doyumsuzlaştığı için mi? Kanaat, bitmeyen bir hazinedir buyuruyor Kainatın Efendisi. Çok sevdiğim, büyüsü ve musikisi olan bir kitap ismidir Sabra Davet Eden Hakikat. Efendimiz (s.a.v.) en büyük ve en güçlü pehlivanın nefsini yenen olduğunu söylemiyor muydu? Oruç bir sabır işi değil miydi?
Bir başka örnek ise Kazım Karabekir’in Hayatım kitabından. Kendisi 76-77-78. Sayfalarda Arabistan’dan gemi ile yaptığı dönüş yolculuğunu anlatıyor ailesi ile birlikte fakat ne yolculuk. Babasının Mekke’de dâr-ı bekâya irtihâl eylemesi üzerine annesi ve kardeşleri ile İstanbul’a doğru dönüş yoluna girerler. Fakat yolculuk esnasında abisinin eşi, iki çocuğu ve çok sevdiği dadısı da hayatlarını kaybederler. Hatta bir tanesini yolculuğun uzunluğu sebebiyle kefenleyip denize atmak zorunda kalırlar. Şimdi bu kadar acı, sıkıntı ve eleme rağmen insanlar bir şeyle yaşarlar, bir tek şiar ile: Hüdâ verdi hüdâ aldı. Eğer yanlış bilmiyorsam dinimizde yas süreside üç gündür. Fazlası caiz görülmemiştir. Akan hayatı kaçıracak kadar lüksümüz yoktur. Üzüleceğiz, zorlanacağız, unutmayacağız fakat devam edeceğiz. Yunus Emre ile iman etmiş olan necip Türkçemiz ne güzel söyler: Yiğit düştüğü yerden kalkar.
Bu noktada laf lafı laf tütün tabakasını açar şiarından mülhem tütün kullanmadığımız için bu bağlama yabancı olmayan bir konuya daha değinmek istiyorum. İmam-ı Gazali Hazretleri sık sık uzun dönemli planlar yapılmamasını hatta gününü geçirecek yemeği olanın yarını düşünmemesini ve bu fikriyat ile eyleme geçerek zaman kaybetmemesini salık verir. Oysa biz bugün 15-20 senelik vadelerle evler alıyor, 6-8-10 taksitle alışverişler yapıyor, ajandalar kullanıyoruz. Yani her gün, her Allah’ın günü, sosyalleştikçe Allah’a (haşa) kafa tutarmışçasına yaşayacağımızın garantisini birbirimize veriyoruz. Misal bu yüzden laiklerin korkmalarına falan gerek yoktur çünkü hemen hiçbirimiz istesek dahi sarık takamayacak haldeyiz. Çünkü sarık ben her an ölüme hazırım , kefenim burada demektir. Lakin biz her an ölmeyeceğimiz fikriyatıyla sakalı yaşlanınca bırakmayı birbirimize salık veriyoruz mesela. Ki, hadis-i şerif bize sakalını Allah yolunda yüzünde ağartanlara verilecek müjdeleri anlatıyor. Her ütopya biraz şirk barındırır. Ben ütopyacı falan değilim bu yüzden. Realitenin de hiç olmazsa biraz farkındayım. Burada da temel bir çatışma(conflict) ile karşı karşıyayız. Sünnet mi şehri kurar yoksa şehir mi sünnetin yaşamasına izin verir? Ben birincisinden tarafım fakat berrak değilim henüz. Bu hususu da tartışacağım fakat bir not düşmek istedim.
Yukarıda vermiş olduğum genç bayan ve onun antidepresan örneğinden yola çıkarak birçok şeyler söylenebilir. Misal benim ne kadar vicdansız, pireyi deve yapan hatta ilaç düşmanı, bilim düşmanı bir gerici olduğum dahi. Fakat psikologlar tıpkı doktorlar gibi iğrenç bir sektörün piyonları olmaktan kurtulmakta ciddi sıkıntı içerisindeler. Antidepresanların içerisinde bulunan prospektüste intihara meyyal bir hale getirdiği yazmakta. Nasıl bir ilaç ki derde deva olurken derdin yol açacağı sorunlara da aynı anda sebep oluyor? Bizim toplumumuz yaram yârimdir, yârim yaramdır yaklaşımını gönülle, ilahi yahut beşeri aşk ile anarken 150 seneyi bulmayan geçmişiyle psikoloji bilimi insanları hem bağımlı, hem sanal hem de bütün bunlara rağmen sağlıklı yapabildiğini iddia ediyor. Önce hastalık belirliyor, sonra hasta. Bu çok problemli ve bir o kadar da korkutucu bir süreçtir. Foucault bize iktidarın değişen biçimini anlatırken bu hususlara çokça değinmişti. Bugün sağlık sektörünün silah sektöründen daha büyük bir pazar olduğu konuşuluyor. Mümessil kurumu bunun bir örneği değil de nedir Allah aşkına? Doktorlar ve mümessiller arasındaki insanı utandıracak, Hipoktar’ı, İbn-i Sina’yı mezarlarında ters çevirecek ilişkiye ne demeli? Siz insanlara önce 70 katlı evler yapar sonra da ortaya Akrofobi diye bir hastalık çıkarırsınız ve insanları hasta olduklarına ikna edebilirsiniz. Oysa 100 yıl öncesine kadar insanlar anıtsal yapılar hariç böyle skycraper’lara ihtiyaç duymuyorlardı. Çünkü fıtrat buna uygun değildi. İnsan, topraktan uzaklaştıkça tedirginleşir, sebebi ise çok basit, topraktan geldik ve oraya döneceğiz.(Sebep olarak) İlginçtir yeni yapılan araştırmalarda da insanların toprakla uğraşanlarının, uğraşmayanlara göre daha uzun yaşadıkları ortaya çıkmış. Tesadüf mü?
Çıkış noktamızdan sapmadığımızı düşünerek bir konuya daha temas etmek arzusundayım. Bugün İslâmi Sanat, İslâmi Sinema, İslâmi Öykü, İslâmi Tiyatro vs. şeklinde tartışmalar var. Öncelikle Türkçe grameri icabı –i ekinin belirleyici bir özelliği var. –İ eki Türkçe’de nispet eki olarak adlandırılıyor ve ilgili ilişki sıfat yapan bir ek oluyor. Örneklemek gerekirse askeri kararlar, hukuki sonuçlar gibi. Bu durumda İslâmi Sanat dediğimizde İslâm ile ilgili yahut İslâm’a benzer bir sanat demek istiyoruz kabaca. Oysa ortada kendisi olmayan bir şeyin sanatlaştırılması çabası var. Şunu demek istiyorum, taksitle alışveriş yaparken, Prozac’a hapsolmuşken, vadeli ev alırken falan, bunu yaşayan bir toplumun içerisinden bahsi geçen sanat çıkamaz. Yunus Emre bu çağda ve bu toplumdan çıkmadı, zaten çıkamazdı. Bahsi geçen sanatı icra edebilme potansiyeline bilkuvve sahip insanlar var ve hep olacak. Asıl sorun ise bu insanların ne ile iştigal ettikleri. Bugün buna haiz olan insanlar böyle bir kaygı duymuyor, duyanlar ise bu potansiyeli barındırmıyor.(İstisnalar hariç tutuluyor.) Bir de fiili olarak icra edilen fakat çağdaş Müslümanların müzelik gördüğü ve yetinemedikleri sanatlar var. Misal hat, ebru, meşk vs. Burada bir sorunla ve esaslı bir soruyla daha karşı karşıyayız. Müslümanlar sanat adı altında fiili olarak ortada duran her sanatı icra etmek, her sanata dahil olmak zorunda mıdır? Yani, romanın ne kadar Müslümanca bir şey olduğu konusunda bir dönem yapılmış olan dar çevredeki tartışmaların haricinde, roman yazmanın gerekliliği ve sebebi üzerine neden düşünülmüyor? Biz, Müslümanlar hiçbir zaman çok iyi romancılar olmamışız fakat iyi at binmişiz, çok iyi şiir yazmışız, musikiyi fevkinde bilmişiz ve çok iyi icra etmişiz ama aynı kalibrede tiyatro oyunları yazamamış yahut film çekememişiz. Bunun sebepleri sadece teknik imkansızlıklar, yeterli eğitimden geçmememiz yahut kapasitesiz oluşumuz mu sadece? Ben böyle düşünmüyorum fakat kendi görüşlerimi olgunlaştırana kadar bu kadarla iktifa etmek istiyorum.
Konu belki biraz dallanıp budaklanmış görülüyor oysa hepsi aynı husus etrafında ve birbiriyle tam ilişki içerisindedir. Ama okuyucunun sıhhati açısından konuyu yola çıktığımız noktaya geri döndürerek nihayete erdirmek istiyorum.
Bugün sosyal alışkanlıklar, yaşama biçimi, insan ilişkileri, yeme-içme adabı yahut hanelerimiz ve çalışma koşullarımız dahil hemen hiçbir şey İslâmiyet dairesi içerisinde değildir. 10 sene evveline göre şu an Trabzon iyice küçük İstanbul haline gelmiş vaziyette. Asıl tehlikeye işaret etmek istiyorum. Anadolu’yu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız! Sakarya, Sakarya Üniversitesinden rahatsızdır. Çünkü vaziyet itibariyle üniversiteler Anadolu’nun mayasını başıboş ortamıyla darmaduman etmekte. Kimse birbirini kandırmasın. Aileler özel okullara neden rağbet ediyorlar? Çocuklarını neden yanlarından ayırmak istemiyorlar? Bütün bu sebeplerle Prozac toplumuna geçiş arasında yadsınamaz bağlantılar var. Türkiye acil üniversite sayısını düşürmek ve yüksek lise kategorisinden bu kurumları kurtarmak zorundadır. Yoksa bu çarpık ilişkiler ağı ve niteliksiz yetişen kuşakla hem âhlakı, hem ilmi, hem de toplum sağlımızı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Bugün ülkemizde çok sayıda üniversite mezunu işsiz var ve bu sayı giderek artacak. Gençler 22-23 yaşına kadar bağımlı ve dünyadan bihaber bir şekilde yetişiyor, ardından kızgın kumlardan soğuk sulara atlar gibi iş hayatının içine bırakılıyorlar. Girebilenler ehven-i şer. Bir arkadaşım yaptığı meslek sebebiyle her gece bira içmezse kafayı sıyıracağını söylemişti. Giremeyenler ise ya yasal uyuşturuculara ya da yasal olmayan keyif verici maddelere kayma tehlikesiyle karşı karşıya. Din hayattan çıkıyor! Her sene Ramazan’lar biraz daha Süleymaniye, Sultanahmet ve Eyüp’te kutlanır hale geldi. Gençlik üç şey konuşuyor: siyaset, futbol ve seks. Biz üç maymun oynamaya devam etmekte kararlıyız. İnsanlara ev, araba veren Amerika bugün içten içe çürümeye yüz tutuyor. İnsan, madden tatmin olmaz. Biz ise yaklaşan seçimler öncesi hemen bütün beyannamelerde maddi tatmini oy kazanma unsuru yapmış vaziyetteyiz. Fikir ve zikir çilesi çekmeyen, sürekli toplantılar yapıp, yiyip, içip, liderlere çakıp dağılan gençlik kollarıyla da olmaz. Önümüzde iki yol var:
Bir gün Atatürk’le konuşuyordum. Kendisine dert yandım: ‘ Bazen muharebede bunalıyorum. O zaman canımdan beziyorum; ölmek istiyorum. Her yere atılıyorum. Her şeyi zorluyorum. Ölümü arıyorum. Ne dersin? dedim. Atatürk bana: ‘Bu senin söylediğin büyük kumandanlık hasletidir. Bütün büyük kumandanlar ümitsizlik anında ölüme koşmuşlar ve ancak o zaman ümitsizlik anını zafere dönüştürmüşlerdir’ dedi.
Bizim Çakmak bu anlarda ne yapardı bilir misiniz? Odasına kapanır, Kur’an okurdu.[2]
19.yy’da 20 varaktan(arkalı-önlü bir sayfa) fazla olan kitaplar sansürden muaf tutuluyordu. Çünkü çok az insanın bu tür kitapları okuduğu varsayılıyordu. Dolayısıyla onlar tehlike teşkil edemezlerdi.[3]
*Behçet Necatigil şiiri.
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat, Mimarî, Ateizm, Tarih, Kemalizm, Eşcinsellik, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Felsefe üzerine kitap okumak için… Bugün 70 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
[1] Alija İzetbegovic, Tarihe Tanıklığım, s.390
[2] Necdet Uğur, İsmet İnönü, s.18
[3] Alija İzetbegovic, Özgürlüğe Kaçışım, 143