Dava / Franz Kafka
By Hans Müller on Ara 17, 2015 in edebiyat, Kafka, Kitap Alıntısı, roman
“Bu olayı bir şaka gibi gördüğümü söylemek istemiyorum. Yapılanlar buna izin vermeyecek kadar ciddi görünüyor bana. Öyle olsaydı, siz de dâhil, evdeki herkesin bu işte payı olması gerekirdi; bu da şaka sınırlarını aşan bir şey olurdu. Yani bunun bir şaka olduğunu söylemek istemiyorum.”
“Çok doğru,” dedi şef, kutudaki kibritleri sayarken.
“Ama öte yandan,” diye herkese seslenerek devam etti K., hatta üç fotoğraf meraklısının da dönüp kendisini izlemelerini istiyordu. “Ama öte yandan olay fazla önemli olamaz. Bana yüklenecek bir suç göremediğim halde sanık yerine konulmama dayanarak söylüyorum bunu. Ama bu da ikincil bir önem taşıyor. Asıl sorun, neyle suçlandığımı öğrenmekte yatıyor. Davayı yöneten yetkili kim? Sizler memur musunuz? Hiçbirinizin üzerinde üniforma yok.” Franz’ın giysisini göstererek, “Bu giysiye üniforma denemez herhalde. İşte aydınlatmanızı istediğim noktalar bunlar. Açıklama sonucu, birbirimize dostça veda edeceğimize eminim.”
Polis şefi kibrit kutusunu masaya bıraktı.
“Korkunç bir yanılgı içindesiniz,” dedi. “Buradaki beyler de, ben de, sizin davanızda tamamen ikinci plandayız. Hatta bu konuda neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Üzerimizde en mükemmel üniformalar bulunsa bile, bunun davanıza bir yararı olmazdı. Sanık olup olmadığınızı söyleyemem, daha doğrusu, sanık olup olmadığınızı bilmiyorum. Evet, tutuklu olduğunuz doğru, bütün bildiğim bu. Gözcüler size başka şeyler söylemişse, gevezelik sayın bunları. Ama sorularınızı yanıtlayamasam da, size en azından bizi düşünmekten vazgeçip kendinize biraz daha fazla bakmanızı önerebilirim. Hem masumluğunuz konusunda bu kadar tantana yapmayın, başkaları üzerinde uyandırdığınız iyi sayılabilecek izlenimi sarsıyorsunuz. Ayrıca konuşurken kendinize biraz hâkim olun; az önce söylediklerinizin tümü, birkaç sözle yetinmiş olsaydınız bile davranışınızdan anlaşılabilirdi… zaten bunlar size yarar getirebilecek türden şeyler değildi.”
K., irileşmiş gözleriyle polis şefine baktı. Kendisinden belki daha genç olan bu adam, karşısında bir öğrenci varmış gibi ona ders veriyordu. Biraz açık sözlü olduğu için ceza mı görüyordu? Üstelik tutuklanmasının gerekçesi, ya da buna karar veren yetkili konusunda da kendisine hiçbir bilgi verilmiyordu!
Tedirginliğe kapılıp sabırsızca bir aşağı bir yukarı gidip gelmeye başladı; bunu engelleyen de çıkmadı. Gömleğinin kollarını çekti, göğsünü yokladı, saçlarını düzeltti, üç adamın yanından geçerken, “Bu işte mantıktan eser yok,” dedi. Bunun üzerine adamlar da başlarını çevirip hem uyarıcı hem de ciddi bakışlarını ona diktiler. Sonunda K., geri dönüp polis şefinin masasının önünde durdu.
“Savcı Bay Hasterer yakın dostumdur,” dedi, “kendisine telefon edebilir miyim?”
“Elbette,” dedi jandarma şefi. “Ne anlamı var bilmem, ama kendisiyle özel bir iş görüşmek istiyorsanız, o başka.”
“Ne anlamı mı var?” diye bağırdı K. Sinirli olmaktan çok, şaşkındı. “Siz kim oluyorsunuz? Anlamsız ve mantıksız davranan siz olduğunuz halde, telefon görüşmemin anlamlı olmasını mı istiyorsunuz? Gel de aklını oynatma! Önce baskına uğruyorum, ardından etrafım sarılıyor, karşınızda bana cambazlık yaptırılıyor! Tutuklandığım ileri sürüldüğü halde, bir savcıya telefon etmem ne işe yararmış. Peki, ben de etmem.”
“Haydi edin,” dedi jandarma şefi, holde duran telefonu göstererek. “Lütfen telefon edin.”
“Hayır, vazgeçtim,” dedi K. pencereye doğru ilerleyerek. Üç meraklı hâlâ karşı pencerede duruyordu. İzlemeye öylesine dalmışlardı ki, K. onlara bakıncaya dek rahatsız olmuşa benzemiyorlardı. İki ihtiyar oradan ayrılmak istediler, ancak arkalarında duran adam onları yatıştırdı.
“izleyicilerimiz var!” diye bağırdı K. jandarma şefine dönüp işaret parmağıyla onları göstererek. “Çekip gidin!” diye seslendi onlara.
Hemen birkaç adım gerilediler; hatta iki ihtiyar, iri gövdesiyle kendilerine siper olan adamın arkasına geçtiler. Dudaklarının kıpırdamasına bakılırsa, aradaki uzaklık yüzünden anlaşılamayan bir şeyler söylüyor olmalıydılar. Ancak tamamen kaybolmadılar; göze çarpmadan pencereye geri dönebilecekleri anı bekliyor gibiydiler.
“Ne kaba insanlar!” dedi K. geri dönerken.
Polise bir göz attığında, kendisini onaylıyor gibi geldi ona. Ancak şef duymamış da olabilirdi, çünkü masa üzerinde ellerini açmış, parmaklarının uzunluğunu karşılaştırır gibi bir hali vardı. İki gözcü, üstü örtülü bir bavulun üzerine oturmuş, dizlerini ovuşturuyorlardı. Üç genç adam elleri kalçalarında, aylak aylak etrafa bakınıyorlardı. İçerisi terk edilmiş bir çalışma odası kadar sakindi.
“Beyler,” dedi K. -bir an bütün bu insanları omzunda taşıyormuş gibi bir hisse kapıldı- “tavrınızdan anlaşıldığı kadarıyla işim bitmiş görünüyor. Bence en iyisi, dava dayanağınızın doğruluğu ya da yanlışlığı hakkında kafa yormadan, el sıkışarak bu işi dostça sona erdirmek olacak. Benimle aynı fikirdeyseniz, hazırım.”
Elini uzatarak, polis şefinin masasına doğru ilerledi.
Şef kaşlarını kaldırdı, dudaklarını ısırdı, K.’nın hâlâ tutacağını umduğu eline baktı. Sonra ayağa kalktı, Bayan Bürstner’in yatağı üzerindeki silindir şapkasını aldı ve yeni bir saç biçimi denercesine, iki eliyle çevirerek başına geçirdi.
“Bütün bunlar size çok basit görünüyor,” diyordu bir yandan da K.’ya. “Size göre bu işi dostça sona erdirmeliyiz, öyle mi? Yok, hayır, mümkün değil! Bu, umutsuzluğa kapılmanız gerektiği anlamına da gelmez. Neden kapılasınız ki? Sadece tutuklusunuz, o kadar. Size bunu bildirmem gerekiyordu; nasıl karşıladığınızı gördüm, bugünlük bu kadarı yeter ve artık birbirimizden ayrılabiliriz, tabii geçici olarak. Şimdi herhalde bankaya gitmek istersiniz.”
“Bankaya mı?” diye sordu K. “Tutuklu olduğumu sanıyordum.”
- kibirli bir ses tonuyla konuşuyordu, çünkü uzattığı el geri çevrilmiş olsa da, kendini gitgide bu insanlardan bağımsız hissediyordu, özellikle de polis şefi ayağa kalktığından beri. Onlarla oyun oynuyordu. Gidecek olurlarsa, onları kapıya kadar izleyip kendisini tutmalarını önermeye niyetliydi.
“Tutuklu olduğuma göre, bankaya nasıl gidebilirim?” diye yineledi.
“Bakın,” dedi kapıya varmış olan polis şefi. “Beni iyi anlamadınız! Kuşkusuz tutuklusunuz, ancak bu durum işinize devam etmenizi engellemez. Gündelik yaşantınızı sürdürmenize kimse karışmayacak.”
… Sanat, sinema, edebiyat, resim, sanatçılar ve sanat tarihi üzerine kitap okumak için…
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
Sanat Yoluyla Hakikat Bulunur mu?
İnanmak belki zor ama … eğer sınırsız görme kabiliyetine sahip olsaydık hiç bir şey göremezdik!güneşe dürbünle bakan biri gibi kör olurduk.Gözlerimizin sınırlı oluşu sayesinde görüyoruz dünyayı. Immanuel Kant’ın meşhur bir güvercini vardır, havayı iterek uçar ama havanın direncinden yakınır durur. “Hava olmasaydı daha hızlı uçabilirdim” der. Hakikat’i görmekte zorluk çekmemizin sebebi O’nun gizli olması değil tersine aşikar olmasıdır. Aksi takdirde Hakikat’i içeren, kapsayan ve perdeleyen daha hakikî bir Hakikat olması gerekirdi. İşte bu sebeple Hakikat’i görmek için Bilim’e değil Sanat’a ihtiyacımız var, bilmek için değil bulmak söz konusu olduğu için. Derin Düşünce yazarları Sanat-Hakikat ilişkisi üzerine yazdılar.Buradan indirebilirsiniz.
Elinizdeki bu kitabı Sinema’nın programlanmış ölümüne karşı bir direniş olarak görebilirsiniz. İnsan’dan vaz geçmeye yeltenen, Güzel’i, Sanat’ı,İnsan’ı kâr-zarar tablolarına sıkıştırmaya çalışan endüstriye “Hayır!” demenin nazik bir yolu.Sinema bütün “teknik” karmaşıklığına rağmen insansız olmaz. Sinema insanlar tarafından yine insanlar için yapılan bir sanattır.
Derin Düşünce yazarları izledikleri 28 filmi anlattılar. İnsanca bir perspektiften, günlük hayatlarındaki, iç dünyalarındaki yansımalara yer vererek… İran’dan Arjantin’e, Fransa’dan Afganistan’a, Rusya’dan Türkiye’ye uzanan bir yolculukta, İnsan’dan İnsan’a… Umulur ki bu kitap Andrei Tarkovsky, Semih Kaplanoğlu, Mecid Mecidi, Nuri Bilge Ceylan ile buluşmanın farklı bir yolu olsun… Buradan indirebilirsiniz.
Roman nedir? Tarif dahi edilmesi zor bir kavram. Sanatçının İnsan’a bakışını, toplumla kurduğu ilişkiyi yansıtır sanat eserleri. Bu sebeple sanat her çağda yeniden icad edilir. Ünlü yazar Heinrich Mann’ın dediği gibi: “Bütün romanların ve hikâyelerin amacı kim olduğumuzu bilmektir, Edebiyatın önemli bir konuma sahip olmasının nedeni, sadece doğanın ve insanlar âleminin ayrıntılarını tek tek açıklaması değil, insanları hep yeni baştan keşfetmesidir.” Değerli yazarımızSuzan Nur Başarslan Roman’ın derinliklerine giden bir seyahate davet ediyor sizi. Zaman’ın kullanımı, olay örgüsü, mekân, dil, üslup ve daha bir çok temel kavram edebiyatın dev isimlerinden örneklerle irdeleniyor. Buradan indirebilirsiniz.
(Son güncelleme: İkinci sürüm, 6 Nisan 2014)
İnsan gözü daha verimli kullanılabilir mi? Aş, eş ve düşmanı gören Et-Göz’ün yanı sıra Hakikat’i görebilecek bir Derin-Göz açılabilir mi? Sanatçı olmayan insanlar için kestirme bir yol belki de Sanat. Çukurların dibinden dağların zirvesine, Yeryüzü’nden Gökyüzü’ne…Sanat’a bakmak için çeşitli yapıtlardan, ressamlardan istifade ettik: Cézanne, Degas, Morisot, Monet, Pissarro, Sisley, Renoir, Guillaumin, Manet, Caillebotte, Edward Hopper, William Turner,Francisco Goya, Paul Delaroche, Rogier van der Weyden, Andrea Mantegna , Cornelis Escher , William Degouve de Nuncques.
Peki ya baktığımızı görmek, gördüğümüzü anlamak? Güzel’i sorgulamak için çağ ve coğrafya ayırmadık, aklımızı uyaracak hikmetli sözlere açtık kapımızı: Mevlânâ Hazretleri, Gazalî Hazretleri, Lao-Tzû, Albert Camus, Guy de Maupassant, Seneca, Kant, Hegel, Eflatun, Plotinus, Bergson, Maslow, … Buradan indirebilirsiniz.
Sanat karanlıkta çakılmış bir kibrittir…
“…Neden bir natürmorta iştahla bakmıyoruz? Tersine ressam “yiyecek-gıda” elmayı silmiş, elmanın elmalığı ortaya çıkmış. Gerçek bir elmaya bakarken göremeyeceğimiz bir şeyi gösteriyor bize sanatçı. İlk harfi büyük yazılmak üzere Elma’yı keşfediyoruz bütün orjinalliği, tekilliği ile…”
Bu kitapta Derin Düşünce yazarları sanatı ve sanat eserlerini sorguluyor. Toplumdaki yeri, siyasî, etik ve felsefî yönüyle… Denemelerin yanı sıra son dönemde öne çıkan, ekranları, kitap raflarını dolduran eserlere (veya ürünlere?) dair eleştiriler de bulacaksınız. Buradan indirin.