Sultan, cariye ve ben
By İbrahim Becer on Şub 15, 2016 in Aşk, İnsan
Yavuz Sultan Selim Han’ın ne zaman duysam tüylerimi diken diken eden o muhteşem dörtlüğü çarptı yine gözüme, gecenin hallice bir vaktinde hem de. Onca şiir vardır dimağımda, onca berceste; hikâyesi mi beni alıp götürür, Taçlı Sultan’ın kara yazısı mı, ya da şiirin asıl muhatabı olan o zavallı cariyecik midir bunca derdime eklediğim, bilemem.
‘Merdüm-i dideme bilmem ne füsun etti felek
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etti felek
Şirler pençe-i kahrımdan olurken lerzan
Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek’
İskender Pala’nın yalancısıyım; Yavuz Mısır’a sefer edende, hizmetine bir cariye verirler ki yatağını toplasın, yemeğini önüne koysun. Bu hizmetleri Yavuz’un yokluğunda yapar cariye ve Sultan çadıra gelmeden terkeder otağı her daim. Kaderin üstünde kadere iman ederiz ya, öyle de olur günü gelende. Bir gün cariye mi geç kalır, Yavuz mu erken gelir, ne olursa olur ve gözgöze gelirler. Yavuz ne kadar başını önüne eğse de cariyecik bu gönül oyununda haddini aşmış ve Sultan’a vurulmuştur. En nihayetinde aşk da bir kazadır ve her kaza tek sebebe bakar.
Yük ne kadar ağırsa, taşıyan o nispette zayıf, çelimsizdir. Sultan’ın aşkını taşımak hangi kula nasip olmuş da o kulun beli bükülmemiş. Taşıyamaz elbet cariyecik de ve bir sabah işi bitince Sultan’ın yatağının üzerine bir not bırakır: ‘Derdi olan neylesin?’. Otağın sahibi, Doğunun ve batının hakanı, Kutsal emanetlerin bekçisi akşam olup da mekanına rücu edince notu görür ve hemen cevaplar: ‘Hiç durmasın söylesin’. Sabah olunca cariye gelir ve şahsının bir sultan tarafından muhatap alındığı ateş gibi o satırı okur, yüreği yanar. Yavuz kendinden cevap beklemektedir. O yavuz ki, zahirinde bir kaya kadar serttir ama içini kimse bilmez, kimseye bildirmez. Bir muammadır Yavuz ve cariyecik için bu aşkı itiraf imkan dahilinde değildir. Cesaret edemez ve içini yakan bu aşkı, gelmeyecek bir mevsimin bir başka baharına atacak olan iki kelimeyi bırakıverir yatağın üzerine:‘Korkuyorsa neylesin?’. Yavuz akşam olup gelende notu okur ve tereddüt etmeden yazar: ‘Hiç korkmasın söylesin’…
Yaktığı ateşi söndürmek, bugün de olduğu gibi yakana yükmüş demek o zamanlarda da. ‘Leşi öldürene sürütürler’ derler ya, Yavuz bir itiraf, olmadı bir cevap beklemektedir cariyecikten artık.
Sonrası mı, sonrası Apollon’a meydan okuyan Marsyas’ın trajedisine rahmet okutacak bir dram olur cariyecik için. Sadece ‘…şey, sultanım ben sizi…’ der ve can verir Sultanın eşiğinde.Ceylan gözlerini kapatmak Yavuz’a yüktür artık bu tesadüf ümidinin bittiği o müthiş anda. Hükümdarlığı kadar ustalıkla icra ettiği şairliğini o anda mı konuşturur, at üstünde giderken kızgın çöllerde ansızın mı yazar, hepsinden de önemlisi cariyeciğe mi, yoksa asla kavuşamadığı kanlısı Şah’ın eşi Taçlı’ya mı yazdığı bilinmez o satırlar, hele hele o son satır bugüne kadar gelir: ‘Bir gözleri ahuya zebun etti felek beni’.
Öyle diyor Cemil Meriç ve doğru söylüyor: ‘Romanlardaki karakterleri tanıdıkça gerçek hayattan da, o hayatın insanlarından da soğudum.’ Belki çok fazla okumanın yan etkisi de bu; etrafındaki insanların çoğunun tımarhanede olması gerektiğini düşünüyorsun ama daha da kötüsü, aynı insanlar senin deli olduğuna hükmetmişler bile. Geçtim bir sultana ‘derdi olan neylesin’ diye sormayı, en basit parya veledinin hayatın sırrını bildiğini iddia etmesi can yakıyor. Şairden alıntı, ne zamandır bir terennüm var dilimin ucunda dönüp durmada. Ağzımdan kaçacak korkuyorum ama bir teneke tadı damaklarımda ki, desem bana yakışmaz, sussam içimde büyür gider: ‘gam dağlarına çıkıp naralar atmak…’
Peki ama, sevgi neydi babaydar? Sevgi, cariyenin dile gelmesi miydi, ya da dile gelen cariyenin karşısında Sultan’ın lâl kesilmesi miydi, ya da en nihayetinde bir post deyip elinin tersiyle sultanlığı yerle yeksan etmesi, yavuzluktan sıyrılması mıydı sultanın sevgi?
Belki de sevgi bir karşılıktı, cariye ‘şey…’ dediğinde Yavuz’un ‘ Sen balıksan, ben oltayım / Sen mızrabsan ben de yayım / Dudağından yudumlanır / buzlu rakım, demli çayım / Seni nasıl sevdiğimi / dilim dönmez anlatayım…’ deyip de dile gelmesiydi. Bir uçurumda yani, feryadına karşı aksi seda olmasıydı sevgi. Bugünlerde artık insanlar muhataplarıyla konuşurken içinde ‘ama’ bulunduran çok cümleler kurmaktalar. Tepeden tırnağa riyakar cümleler bunlar, bilirsiniz ya. Sizi önce överler, tam ortaya bir ‘ama’ koyarlar ve gerçeği yüzünüze karşı söylerler. Belki de sevgi, eğer bir kelebek kadar ömrü olsaydı, Yavuz’un Cariyeye karşı içinde kendinin sultan, onun da cariye olduğunu hatırlatan ve içinde tereddütü barındırmayan, ‘ama’ ile ilgili bir nişane olmayan bir cümle kurup ‘aldık ve de kabul ettik’ demesiydi.
Ya da sevgi, hepsinin üstüne bir çizik atmak ve bir Tantalus işkencesine talip olmak mıydı, ya da Sisyphos’un kayasına omuz vermek miydi, neydi Babaydar?
Sisyphos dediğine, öz yeğenini iğfal suçu da dahil yüzlerce suçtan dolayı bir kayayı tepeye kadar çıkarmak cezası verilir. Sisyphos her seferinde kayayı tepeye yuvarlar ama kaya tanrılar tarafından tekrar aşağı gönderilir ve bu sonsuza kadar devam eder.
Tantalus’a da sırf Zeus’un oğlu olduğu için Tanrılarla aynı masada yemek yeme ayrıcalığı verilir. Tantalus haddini bilmez ve tanrıların dedikodusunu yapar, yetmez tanrıları sınar. Tanrılar da ona öyle bir ceza verir ki ibreti alem olur: Cezası, ölene dek açlık ve susuzluk çekmektir. Cezasını çekerken meyve dolu bir ağacın altındaki havuzda durmak zorundadır Tantalus. Ne zaman su içmek istese havuz boşalır, ne zaman elini meyvelere uzatsa dallar yükselir.
Sevgi, o havuzdaki Tantalus olup da lanetlenmekse eğer bizim, kime, ne zararımız olmuş, ya da bu kayayı her seferinde aşağı kim yuvarlıyor Babaydar…
… İslam, sanat ve inanç ilişkisi üzerine okumak için…
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar. Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.