Milletlerin Zenginliği / Adam Smith
By Jonathan Kucukarabaci on Şub 24, 2016 in Ekonomi, Kitap Alıntısı, Liberalizm
Emeğin Üretici Güçlerini Geliştiren Nedenler İle Emek Ürününün Türlü Halk Tabakaları Arasındaki Doğal Dağılışının Bağlı Olduğu Düzen Üzerine
Bölüm I – İşbölümü Üzerine
Emeğin üretici güçlerindeki en büyük gelişmenin ve bir yerde, emeğin yönetiminde ya da kullanılmasında gösterilen ustalığın, el yatkınlığının ve kavrayışın çoğu, anlaşılan, işbölümünden ileri gelmiştir. İşbölümünün, topluluğun genel çalışması üzerindeki etkileri, belirli birkaç sanayi mamulü üzerinde kendini nasıl gösterdiği gözden geçirilirse, daha kolaylıkla anlaşılabilir. Çokluk işbölümünün önemli sayılamayacak kimi mamullerde en ileri düzeyde olduğu sanılmaktadır. Gerçekte bunlarda, belki daha önemli sanayidekinden ileri götürülmüş değildir. Şu var ki, yalnız az kimsenin ufak tefek gereksinmelerini karşılayan küçük yatırımlarda çalıştırılan işçilerin toplamı, ister istemez küçüktür. İşin her ayrı kolunda çalıştırılanlar, çoğu kez aynı atölyede bir araya getirilip hep birden gözaltında bulundurulabilir.
Bunun tersine, koca halk topluluğunun büyük ihtiyaçlarını karşılamaya dönük büyük yatırımlarda ise işin her ayrı kolu öyle çok işçi çalıştırır ki, bunların hepsini aynı işevinde bir araya toplamak elden gelmez. Bir bakışta, işin yalnız bir tek kolunda çalıştırılanlardan fazlası pek görülemez. Şu halde, bu sanayideki iş, daha önemsiz nitelikteki yatırımlara göre daha çok parçaya ayrılmış olabilir, ama buradaki bölünüş ötekindeki kadar belli değildir; dolayısıyla da, bunun pek daha az farkına varılmıştır. Onun için, pek ufak olmakla birlikte işbölümünün çokluk göze çarptığı bir yatırımdan, iğnecilik zanaatından bir örnek alalım. İşbölümü ile ayrı bir zanaat haline gelen bu iş için yetişmemiş; (icadına, belki aynı işbölümünün sebep olduğu) o işte kullanılan aletlerin nasıl kullanıldığını bilmeyen bir işçi, son kertesine dek çalışmakla, günde belki bir iğneyi güç yapar; yirmi iğneyi ise hiç yapamaz. Ama, şimdiki yapılış şekliyle bu iş, başlı başına bir zanaat olduktan başka, çoğu yine ayrı birer iş olan bir sürü kollara ayrılmıştır. İşçinin biri teli çekip gerer; bir başkası bunu düzeltir; bir üçüncüsü keser; bir dördüncüsü ucunu sivriltir; bir beşincisi baş geçebilmesi için tepesini ezer. Başı yapmak iki üç ayrı işlemi gerektirir. Başı tepeye takmak ayrı bir iştir.
İğneleri ağartmak bir başka iştir. İğneleri kâğıda sıralamak bile, başlı başına bir zanaattır. Önem taşıyan iğne yapma işi böylece aşağı yukarı on sekiz ayrı işleme bölünmüştür. Kimi fabrikalarda bütün bunları başka başka işçiler yapar. Ötekilerde ise aynı işçi, bunların kimi zaman ikisini üçünü birden yapar. Ben, yalnız on işçi çalıştırdığı için, bir kısım işçilerin bu işlemlerden ikisini üçünü birden yaptıkları bu tür küçük bir fabrika gördüm. Pek yoksul ve bu yüzden gerekli aletler bakımından kötü donatılmış olmasına karşın, işçiler sıkı çalışınca, aralarında günde on iki libre kadar iğne yapabiliyorlardı. Her librede, dört binden çok orta boy iğne bulunmaktadır. Demek, bu on iki kişi bir arada, günde kırk sekiz bini aşkın iğne yapabilmekte idi. Şu halde, kırk sekiz binin onda birini yapan her adam, günde dört bin sekiz iğne yapıyor sayılabilir. Oysa, birbirine bağlı olmadan, ayrı ayrı çalışsalar, bu belirli iş için yetişmemiş bulunsalardı, bunlardan her biri, günde teker teker, kuşkusuz yirmi iğne, belki bir tek iğne bile yapamayacaktı. Yani, yaptıkları çeşitli işlemlerin elverişli bölümü ve birleşimi sonucunda şimdi başardıklarının iki yüz kırkta birini muhakkak, dört bin sekiz yüzde birini ihtimal ki, beceremeyeceklerdi.
Başka her sanat ve imalatta, işbölümünün etkileri şu pek ufak iştekileri andırır. Ne var ki, bunların birçoğunda iş, ne böylesine ince bölümlere ayrılabilir, ne de işlem bakımından böylesine basitleştirilebilir. Ancak, işbölümü her sanata ne denli sokulabilirse, emeğin üretici güçlerini o oranda artırmaktadır. Türlü zanaatlarla çeşitli uğraşların birbirinden ayrılmasının, bu fayda üstünlüğü dolayısıyla olduğu anlaşılıyor. Bu birbirinden ayrılma ise, genel olarak, çalışmanın ve gelişmenin en yüksek kertesinden yararlanan ülkelerde en ileri götürülmüş bulunmaktadır. Çünkü topluluk henüz yerinde sayarken bir tek adamın gördüğü iş, topluluğun daha ilerlemiş bir durumunda birkaç kimsenin işi olmaktadır. İlerlemiş her toplulukta bir çiftçi, genel olarak çiftçiden başka bir şey değildir. Fabrikacı ise, salt fabrikacıdır. Tamam olmuş bir mamulü meydana getirmek için gereken emek de, hemen her zaman çok sayıda işçi arasında bölüşülür. Keten ya da yünü yetiştirenden bezi ağartıp perdahlayacak yahut kumaşı boyayıp parlatacak olana varıncaya dek, bez ve yünlü yapımının her kolunda, kaç çeşit zanaat kullanılır. Gerçekte, çiftçiliğin doğal özelliği, inceden inceye emek bölümüne, bir işin öteki işten büsbütün ayırt edilmesine, sanayide olduğun kadar elverişli değildir. Çokluk, doğramacılık ile demircilik zanaatının ayrıldığı şekilde, hayvan besleyenle ekin yetiştiren çiftçinin işini birbirinden büsbütün ayırmaya olanak yoktur. İplikçi, hemen her zaman dokumacıdan ayrı bir kimsedir.
Oysa, çift süren, tırmık kullanan, tohum eken, ekin biçen, çok kez aynıdır. Bu başka başka türden işlerin sırası yılın farklı mevsimlerinde geldiğinden, tek bir insanın bunların herhangi biriyle sürekli olarak uğraşması mümkün değildir. Bu zanaatta, emeğin üretici güçlerinin sanayideki gelişmeye ayak uyduramamasının nedeni, belki, çiftçiliğin çeşitli kollarında kullanılan emeği öyle baştan aşağı, tüm olarak birbirinden ayırmanın imkânsızlığıdır. Gerçi, genel olarak, pek varlıklı milletler çiftçilikte de sanayide de komşularını geçerler. Ama, çiftçilikten çok, sanayideki üstünlükleri ile kendilerini gösterirler. Bunların toprakları, genel olarak, daha iyi işlenmiştir. Daha çok emek verilip masraf edildiği için, bu topraklar genişlikleri, doğal verimlilikleri oranında çok mahsul verir. Fakat, bu ürün üstünlüğünün, emek ve gider üstünlüğü oranını aştığı pek az görülür. Çiftçilikte, zengin ülkenin emeği, yoksul ülkenin emeğinden her zaman çok daha verimli olmaz. Yahut aradaki fark, hiçbir zaman sanayide olduğunca büyük değildir. Ondan ötürü, zengin bir ülkenin zahiresi pazara vardığında, yoksul ülkenin eşit derecede iyi olan zahiresinden her zaman için daha ucuz değildir. Lehistan zahiresi, o iyilikteki Fransa zahiresi kadar ucuzdur.
Oysa Fransa, varlık ve ilerleme bakımından Lehistan’dan üstündür. Ekin yetiştirilen illerde, Fransa’nın zahiresi, çoğu yıllar İngiliz zahiresi kadar iyi olup fiyat bakımından hemen hemen aynıdır. Bununla birlikte, Fransa, zenginlik ve ilerleme bakımından, belki İngiltere’den aşağıdır. Gelgelelim, İngiltere’nin ekin toprakları Fransa topraklarından iyi işlenmiştir. Fransa topraklarının da Lehistan topraklarından çok daha güzel işlenmiş olduğu söylenir. Yoksul ülke, rençperliğinin aşağı olmasına karşın, zahiresinin iyiliği ve ucuzluğu bakımından zenginle bir dereceye dek rekabet edebilir.
Ama sanayi alanında böyle bir yarışa kalkışamaz. Hiç değilse, bu sanayi, zengin ülkenin toprağına, iklimine, durumuna uygun bulunuyorsa, buna yeltenemez. Fransa’nın ipeklileri, İngiltere’nin ipeklilerinden güzel ve ucuzdur. Çünkü, İngiltere iklimi, hiç değilse ipek ithali üzerine konulmuş olan şimdiki yüksek resimler dolayısıyla, ipek yapımı için, Fransa iklimi kadar uygun düşmemektedir. Ama, İngiltere’nin demir ve çelik eşyası ile çuha ve kazmirleri, Fransa’nınkilerle kıyas edilemeyecek kadar üstündür; eşit nitelikte olanlar ise daha çok ucuzdur. Söylendiğine göre, birtakım pek kaba saba ev eşyası yapımı bir yana bırakılırsa –ki hiçbir ülke bunlarsız olamaz– Lehistan’da, sanayi diye bir şey yok gibidir.
İşbölümü sonucunda, aynı sayıda adamın, iş miktarında sağlayabildiği bu büyük artış üç ayrı nedenden; birincisi, teker teker her işçide el yatkınlığının artmasından; ikincisi çokluk bir çeşit işten ötekine geçerken yitirilen vaktin tasarruf edilmesinden; sonuncu olarak da, işi kolaylaştırıp kısaltan, bir adama birçoklarının işini yapabilme olanağını veren çok sayıda makinenin icat edilmiş olmasından ileri gelmektedir.
Birincisi: El yatkınlığının gelişmesi, işçinin başarabileceği iş miktarını kesenkes artırır. İşbölümü, her adamın görevini birkaç pek basit tek işleme indirip, bu eylemi işçinin yaşamında biricik uğraş haline getirdiğinden, işçideki el yatkınlığı kuşkusuz pek çoğalır. Çekiç kullanmaya alışık olmakla birlikte çivi yapma alışkanlığı bulunmayan basbayağı bir demirci, bir vesile ile çivi yapmayı denemek zorunda kalsa, eminim ki günde 200 – 300 taneden fazlasını yapamayacaktır. Yaptıkları da pek bir şeye benzemez. Çivi yapmaya alışık olmakla birlikte, belli başlı ya da biricik zanaatı çivicilik olmayan bir demircinin, var gücüyle çalıştığında günde sekiz yüz yahut bin çividen çoğunu yapabildiği olmaz. Ben, çivi yapmaktan başka hiçbir zanaatla uğraşmamış, yaşı yirmiden aşağı delikanlılar gördüm. Sıkı çalıştılar mı, bunların her biri, günde iki bin üç yüzden çok çivi çıkarabiliyordu.
Çiviye biçim verilmesi, hiç de öyle basit işlemlerden değildir. Aynı kimse, körüğü çalıştırır; gerektiğinde ateşi karıştırır ya da düzeltir; demiri kızdırır, çivinin her yanını döver. Çivinin tepesini döverken de alet değiştirmesi gerektir. Bir iğne ya da metal düğme yapımının inceden inceye ayrıldığı çeşitli işlemlerin hepsi bundan daha basit; ömründe bütün işi gücü bunları yapmak olan kimsenin el yatkınlığı, çoğu zaman pek daha fazladır. Bu sanayideki işlemlerden kiminin yapılışındaki çabukluk, bunları hiç görmemiş olanların, insan elinin edinebileceğini sandıkları hızın çok üstündedir.
İkincisi: Bir çeşit işten bir ötekine geçerken, çokluk, yitirilen vaktin tasarrufu ile elde edilen fayda, ilk bakışta sanacağımızdan çok büyüktür. Bir çeşit işten, bir başka yerde, büsbütün ayrı aletlerle yapılan bir ötekine çabucak geçmek olanaksızdır. Küçük bir çiftliği ekip biçmekte olan kırdaki bir dokumacı, tezgâhından tarlasına, tarlasından tezgâhına giderken vaktinin epeycesini yitirse gerektir. Her iki zanaat aynı atölyede yürütülebildiğinde, zaman kaybı kuşkusuz pek daha az olur. Ama, ne de olsa buradakinin bile bayağı hatırı sayılır. Çokluk, bir kimse bir işten ötekine atlarken, biraz ağır alıp sallanır. İşin yenisine koyulurken, iyiden iyiye kendini verdiği olmaz. Bilinen deyimle, başında kavak yeli eser. Güzel güzel çalışacak yerde, bir süre ipe un serer. Kırdaki her ırgat, yarım saatte bir, iş ve alet değiştirmek, hemen her tanrının günü elini yirmi değişik şekilde kullanmak zorunda olduğundan bu haylazlık ve yasak savarmışçasına çalışma alışkanlığını tabiatıyla, daha doğrusu ister istemez benimsemiş olur. Bu onu, hemen her zaman tembelleştirip ağırlaştırır; en işten başkaldırmayacağı zamanlarda bile canla başla iş göremez hale gelir. Böylece, el yatkınlığı bakımından olan yetersizliğin yanı sıra, yalnızca bu etken, başarabileceği iş miktarını her zaman oldukça azaltır. Üçüncüsü ve sonuncusu: Uygun makine kullanılmakla emeğin ne denli kolaylaştırılıp kısaltıldığı herkesin gözüne çarpmakta olsa gerektir. Örnek göstermeye hacet yoktur. Onun için, yalnız şurasına değineceğim: İşi bunca kısaltıp kolaylaştıran bütün makinelerin icadı, anlaşılan, kökeninde işbölümünden ileri gelmiştir. İnsanların, bir amaca ulaşmanın daha zahmetsiz, daha kestirme yollarını bulup çıkarmaları, bütün dikkatleri o bir tek hedefe yöneltildiğinde, zihinleri bir sürü değişik şeyler arasında dağıldığı sırada olduğundan daha çok ihtimal içindedir. İşbölümünden ötürü, her adamın olanca dikkati doğal olarak bir tek pek basit maksada çevrilmiş bulunur. Bundan dolayı, işin her ayrı kolunda çalıştırılanlardan birinin ya da ötekinin, kendine ait görevi yerine getirmek için az zamanda daha kolay, daha kısa yöntemler bulması doğal olarak beklenebilir; yeter ki işin niteliği böyle bir gelişmeye elverişli olsun. Pek inceden inceye bölümlere ayrılmış olan sanayide kullanılan makinelerin çoğu, aslında sıra işçilerinin türetmesidir. Her biri çok basit bir işlem üzerinde çalıştırıldığından, o eylemi başarmak için, bunlar daha kolay, daha çabuk yöntemler bulmaya doğal olarak kafalarını vermişlerdir. Bu çeşit fabrikaları gezmeye epey alışık olanlara, işin kendilerine düşen kısmını kısaltıp kolaylaştırmak üzere, bu gibi işçilerce tüketilmiş pek güzel makineler gösterdikleri çok olur. İlk ateş makinelerinin başında, pistonun iniş çıkışına göre, kazanla silindir arasındaki bağlantıyı bir açıp bir kapamak için sürekli olarak çalıştırılan bir erkek çocuk bulunurdu.
Bu çocuklardan, arkadaşları ile oynamaya düşkün birisi, bu bağlantıyı açan kapağın koluna bir ip takıp bu ipi makinenin bir başka yanına bağlamakla, başında beklemeden kapağın açılıp kapandığını, kendisinin de arkadaşları ile birlikte eğlenebilmek için serbest kalacağını gördü. İlk türetilmesinden beri bu makine üzerinde yapılan ilerletmelerin en büyüklerinden biri, zahmetini esirgemek isteyen bir oğlanın işte bu biçimdeki buluşudur.
… Liberalizm, demokrasi ve ekonomi üzerine kitap okumak için…
Liberalizm Demokrasiyi Susturunca
Halkın iradesi liberalizm ile çatışırsa ne olur? 2008′de başlayan ekonomik kriz sürmekte. Eğitim, sağlık ve güvenlik hizmetlerine ayrılan bütçeler kırpılırken batan bankaları kurtarmak için yüz milyarlarca dolar harcanıyor. Alın terinin finans kurumlarına peşkeş çekilmesini istemeyenler protesto ediyor. Ama batılı devletler polis copuyla finans sektörünü savunmaktalar. Ne oldu? Bütün nüfusun binde birini bile temsil etmeyen bankacıların çıkarları geri kalan %99.99′un önüne nasıl geçti? Alıp satma, üretip tüketme özgürlüğü nasıl oldu da halkı finans sektörünün kölesi yaptı? Mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı uğruna halkın iradesi çiğnenebilir mi? Okuyacağınız kitap demokrasi ile liberalizmin savaşı üzerinedir. Buradan indirebilirsiniz.
Atina’da, Roma’da, Madrid’de ve Washington’da artık halkın değil bankaların dediği oluyor. Batı’da demokrasi geriliyor, yeni bir düzen kuruluyor. Alıp satma özgürlüğü nasıl oldu da halkı bankaların kölesi yaptı?
İnsanî değerlerin değil maddî değerlerin hakim olduğu her toplum kendi arsızlığı altında ezilmeye mahkûm aslında. Thomas Jefferson, George Washington, Max Weber, Hannah Arendt, Karl Marx ve Alexis de Tocqueville’in eserlerinde ısrarla üzerinde durulan bir mesele bu. Zenginleşmeye ve para ile daha çok haz almaya odaklanan insanlar bencilleşiyorlar. Siyasetten, cemiyetin dertlerinden uzak, oy kullanmaya bile üşenen bir güruh çıkıyor meydana.
Tam da bu yüzden Batı’da demokrasinin en büyük düşmanı batılı insan modeli oldu. Kendini özel hayatına hapseden, lüks tüketime, tatile, konfora odaklanan batılı insanlar politikadan uzaklaştılar. Bu refah toplumunun bireyleri diğer insanların dertlerine duyarsızlaştı. Para bu süreçte kutsallaştı. Yine bu yüzden bankalar ve bankacılar ilahlaşarak hukukun üstüne çıkabildiler.
İşte bu fikrî zemindir sermayeyi aşırı büyüten, savcıları, hakimleri bile etkisiz hale getiren. Bankacılarına söz geçiremeyen batı toplumları tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler… Peki 2008 ekonomik kriz süreci nasıl gelişti? Krizi tetikleyen ve büyüten ne oldu?
Bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Yaklaşık 40-50 kişilik bir ekip. Kriz sürecinden zenginleşerek ve güçlenerek çıktılar. Banka kurtarma operasyonlarıyla halen zenginleşmekteler.
Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor:
- Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler?
- “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar?
- Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi?
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur.Buradan indirebilirsiniz.
1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik“millî”okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.
Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik.Buradan indirin.
… Tüketim tutkusu ve kimlik krizleri üzerine kitap okumak için…
Ey Kapitalizm! Kara Sevdam! / Charles Allen Scarboro
Kapitalizm bir kara sevdanın adı. Tutkulu bir aşk hikâyesi… Her gün kalbimizi kıran, bize hakaretler yağdıran, herkesin içinde rezil eden o sevgiliyi(!) terk edemiyoruz bir türlü. Alış-veriş merkezleri dolup taşıyor. Kredi kartı borçlarımız şişiyor. Bütün bu borçları ödemek için daha çok çalışmaya razıyız. Ailemizi, sağlığımızı, tatillerimizi, ibadetlerimizi feda ediyoruz. Hatta iş “arkadaşlarımızın” ayağını kaydırmak için planlar yapıyoruz.
Heyecanla satın alıp eve getirdikten sonra bir kenara attığımız ne çok şey var oysa. Okunmamış kitaplar, seyredilmeyi bekleyen DVDler, modası geçmiş giysiler, eski cep telefonları… Almak gerek ama kullanmak şart değil. Çünkü karnımızı doyurmak için değil“birisi olmak” için tüketiyoruz:
“…Üniversitemdeki kapalı kızların çoğu, eşarplarını markası görünecek şekilde bağlıyor. Öğrenciler kitaplarını Mango çantalarda taşıyor. Bir Coach çanta, etiketi görünmeksizin pek de kıymetli değil. Ralp Lauren sağ tarafa işlenen küçük bir biniciyle bir servet kazandı. Çorapların bile görülebilir yerlerine logolar işlenmiş. Neden marka bu kadar önem arzediyor?…”(C.A. Scarboro)
Ne gariptir ki Türkiye’de hemen her kesimden insanı kolaylıkla birleştirebilen bir slogan var: “Kapitalizme Hayır!”. İslâmcı, komünist, ülkücü, Kemalist… Yürüyüşler yapıyorlar. Seminerler düzenliyorlar. “Küresel sermayeye geçit yok!”diye haykırıyorlar. İşçilerin sömürülmesinden Afrika’daki açlığa, ortadoğudaki petrol savaşlarından dünyanın kirlenmesine kadar her taşın altından çıkan bir düşman bu. Kapitalizm karşıtı İslâmcıların, komünistlerin, ülkücülerin ve Kemalistlerin ekonomi tasavvuru nasıldır? Kapalı kapıların ardında puro içen şişman adamlar mı tahayyül ediyorlar bilmiyorum. Ama bazen kendilerini aldattıklarını düşünüyorum. İyi ile kötü arasında bir çizgi çekmek, kötüleri “öteki tarafta” bırakmak… O kadar da kolay değil:
“Ah keşke her şey o kadar basit olsaydı. Bütün kötülükleri içi kararmış birileri yapsaydı ve bütün mesele onları bulup yok etmekten ibaret olsaydı. Ne var kiİyi ileKötü arasındaki çizgi her insanın kalbinden geçiyor. Kim kendi kalbinin bir parçasını yok etmek ister?” (Soljenitsin)
Okuyacağınız bu kitap insanların para ile, tüketim ile kurdukları ilişkiye ışık tutuyor. Charles Allen Scarboro’nun Karl Marx ve Max Weber’in fikirlerinden de isitifade ederek hazırladığı özgün bir çalışma. Scarboro İstanbul’da yaşayan bir Amerikalı. Akademik birikiminin yanı sıra kapitalizmin anavatanından gelmesi, “içimizde yaşayan bir öteki” olması bu kitaba ayrı bir lezzet katmış kanaatimce. Modern yaşamın getirdiği “önemsizleşme” hissi ve bunun yol açtığı kimlik ihtiyacını sorgulayan, klasik ekonomi teorilerini tamamlayan bu çalışmayı Müleyke Barutçu Türkçeye kazandırdı. Kendisinden Chomsky, Klein ekseninde yeni çalışmalar ve özgün makaleler de okumayı umuyoruz. Kitabı buradan indirebilirsiniz.