Bilginin Arkeolojisi / Michel Foucault
By Ayla Chignardet on Mar 11, 2016 in Akıl, Bilim, bilimcilik, Epistemoloji, Kitap Alıntısı
Linne’nin eserinde görülen kavramlar topluluğu (fakat Ricardo’da ya da Port-Royal dilbilgisinde bulduğumuz kavramlar topluluğu gibi) belki tutarlı bir bütün halinde örgütlenebilir. Onun oluşturduğu tümdengelimli yapıyı yeniden kurabiliriz. Her halde bu -bir çok kez denendiği gibi- denenmeye değer. Buna karşılık, eğer daha geniş bir ölçek alınırsa ve dilbilgisi, ekonomi ya da canlıların incelenmesi gibi disiplinler ayar noktaları olarak seçilirse, ortaya çıktığını gördüğümüz kavramlar oyunu bu kadar kesin şartlara uymaz: onların tarihi, adım adım, bir binanın kuruluşu değildir. Bu dağılmayı onun bozuluşunun görünüşüne bağlamak mı gerekir?
Orada, her biri kendi örgütlenmesine sahip olan, ve yalnızca bazen problemlerin sürekliliği, bazen geleneğin devamlılığı, bazen etkilerin mekanizmi ile eklemlenen kavramsal sistemlerin bir devamını mı görmek gerekir? Uyumsuz kavramların ardışık ya da eşzamanlı doğuşunu açıklayan bir ilke bulamaz mıyız? Onlar arasında, hiçbir mantıksal sistemliliği bulunmayan bir rastlantı sistemi bulunamaz mı? Bilkuvve bir dedüktif yapının içindeki kavramları yerine yerleştirmek istemekten daha fazla, onların göründükleri ve dolandıkları ifadeler alanının örgütlenmesini betimlemek gerekiyordu.
a) Bu örgütlenme, ilkin, ardarda geliş biçimlerini içerir. Ve onlar arasında, ifade serilerinin çeşitli düzenlenişleri (ki bunlar, duyarsızlıkların, ardışık sonuçların, ve kanıtlamacı akıl yürütmelerin düzeni; ya da betimlemelerin düzeni, onların kendilerine bağlı bulundukları gitgide ilerleyen genelleşme ya da özelleşme şemaları, katettikleri uzaysal dağılımlar; ya da anlatıların düzeni ve zamanın olaylarının ifadelerin çizgisel akışı içindeki bölünme biçimi olmalı); ifadelerin çeşitli bağlantı tipleri (ki onlar ne her zaman aynıdırlar ne de ifade serisinin ard arda gelen görünüşlerinde üst üste konulabilirler: hipotez-doğrulama; iddia-eleştiri; genel kanun-özel uygulama ilişkisinde olduğu gibi); ifade gruplarını kendilerine göre düzenleyebildiğimiz çeşitli retorik şemaları (dışı bir metnin yapısını belirginleştiren betimlemeler, çıkarsamalar, tanımlar birbirlerine nasıl bağlanırlar). Klâsik çağda Doğa Tarihinin durumu gibi örneğin: klâsik çağ xvı. yüzyılla aynı kavramları kullanmaz; bazı eski kavramların (cins, tür, işaretler) kullanımı değişir; başka kavramlar (yapı kavramı gibi) ortaya çıkar; daha başkaları da (organizm kavramı) daha sonra oluşacaklardır.
Fakat xvıı. yüzyılda değiştirilmiş ve bütün Doğa Tarihi için kavramların ortaya çıkışını ve geri dönüşünü yönetecek olan şey, ifadelerin genel düzeni, ve belirli bütünlerin içinde seri haline gelişleridir; gözlemlediğimiz şeyi kopyalama ve, ifadeler boyunca, algısal bir koşu yolunu onarma biçimidir; betimlemek, farklı özellikler halinde dile getirmek, belirginleştirmek ve sınıflandırmak arasındaki ilişki ve bağlılıklar oyunudur; özel gözlemlerin ve genel ilkelerin karşılıklı durumudur; öğrendiğimiz, gördüğümüz, çıkarsadığımız, muhtemel olarak kabul ettiğimiz, ilke olarak öne sürdüğümüz şeyler arasındaki bağımlılık sistemidir. xvu. ve xvııı. yüzyılda Doğa Tarihi, sadece, «cins» ya da «karakter» kavramlarına yeni bir tanım veren, ve «doğal tasnif» ya da «memeliler» kavramı gibi yeni kavramları işin içine sokan bir bilgi biçimi değildir; her şeyden önce o ifadeleri seri haline koymak için bir kurallar bütünü, kavramlar olarak değerlendirilebilen geri dönen elemanların bölüm bölüm ayrıldıkları bağımlılıkların, düzenin ve ard arda gelişlerin zorunlu şemalarının bir toplamıdır, b) İfade alanının görünüşü birlikte varoluş biçimlerini de içerir. Birlikte varoluş biçimleri ilkin bir varlık alanını gösterirler (ve onunla, önceden başka yerde oluşmuş olan ve kabul edilmiş gerçek, doğru betimleme, doğru akıl yürütme ya da zorunlu önkabul sıfatıyla bir söylemde yeniden kullanılmış olan bütün ifadeleri anlamak gerekir; reddedilmiş ya da dışarıda tutulmuş olan şeyler gibi, eleştirilmiş, tartışılmış ve yargılanmış olan şeyleri de anlamak gerekir); bu varlık alanında, gerçekleştirilmiş olan ilişkiler deneysel doğrulamanın, mantıksal geçerliliğin, saf ve basit tekrarın, gelenek ve otorite tarafından doğrulanmış kabulün, yorumlamanın, gizli anlamların araştırılmasının, yanlışın çözümlenişinin düzeni hakkında olabilir; bu ilişkiler açık (ve bazen göndermeler, eleştirel tartışmalar gibi özel ifade tiplerinin içinde oluşmuş bile olabilir) ya da kapalı ve alışılmış ifadelerin içine yerleştirilmiş olabilir. Bu durumda da, klâsik çağdaki Doğa Tarihinin varlık alanının, Aldrovandi’nin, anormal yaratıklar konusunda, görülebilmiş, gözlemlenebilmiş, anlatılabilmiş, binlerce defa gizlice geri getirilebilmiş, şairler tarafından bile tahayyül edilebilmiş olan her şeyi bir ve aynı metinde topladığı çağla ne aynı biçimlere, ne aynı tercih ölçülerine, ne de aynı dışarıda tutma ilkelerine bağlı olmadığını tespit etmek kolaydır.
Bu varlık alanının dışında, ayrıca bir birliktelik alanım betimleyebiliriz (o zaman, bütün öteki nesne alanlarıyla ilgili ve tamamıyla farklı söylem tiplerine ait olan; fakat ister analojik doğrulamadan, ister genel ilkeden ve bir akıl yürütme için kabul edilmiş öncüllerden, ister başka içeriklere uygulayabildiğimiz modellerden yararlanıyor, isterse kendisiyle çatışmak ve en azından ileri sürülen önerilerden bazılarına boyun eğmek zorunda olan üstün güç olarak işlev görüyor olsunlar, incelenmiş ifadeler arasında etkinliği bulunan ifadeler söz konusu olur); böylece Linne’nin ve Buffon’un çağındaki Doğa Tarihinin birliktelik alanı kozmolojiyle, arzın tarihiyle, felsefeyle, teolojiyle, Kutsal Kitapla ve Kutsal Kitabın yorumuyla, (düzen hakkındaki bir bilginin çok genel biçimi altında) matematikle olan ilişkilerin belirli bir kısmıyla tanımlanır; ve bütün bu ilişkiler xıx. yüzyılın biyologlarının söylemine olduğu kadar xvı. yüzyılın natüralistlerinin söylemine de zıddır. Nihayet, ifadesel olan bir hafıza alanı adını verebileceğimiz şeyi içerir (söz konusu olan, artık ne kabul edilen ne de tartışılan, sonuç olarak, artık ne bir gerçekler bütününü ne de bir geçerlilik alanım tanımlayan, fakat kendilerinin karşısında soy-zinciri, doğuş, dönüşüm, süreklilik ve tarihsel süreksizlik ilişkilerinin yer aldığı ifadelerdir): bundan dolayıdır ki, Doğa Tarihinin hafıza alanı, Tournefort’dan beri, xıx. yüzyıldan itibaren biyolojinin kendisini yoluna adadığı bu kadar geniş, bu kadar yığılımcı, bu kadar çok özel hâfıza alanına kıyasladığımız zaman, çok dar, ve biçimlerinin içinde yoksul olarak görünür; buna karşılık, Doğa Tarihinin hâfıza alanı Rönesans’ta bitkiler ve hayvanlar tarihini kuşatan hâfıza alanından çok daha iyi tanımlanmış ve çok daha iyi eklemlenmiş görünüyor: demek ki o varlık alanından çok da açık bir biçimde ayrılmıyordu; onunla aynı uzam ve aynı biçime sahipti; aynı ilişkileri içeriyordu, c) Nihayet, ifadelere meşru bir biçimde uygulanabilen müdahale prosedürlerim tanımlayabiliriz. Bu prosedürler, gerçekte, bütün söylemsel oluşumlar için aynı değildir; prosedürlerde kullanılmış
bulunan söylemsel oluşumlar (bütün başka söylemsel oluşumların dışında), bu oluşumları birbirine bağlayan ilişkiler ve söylemsel oluşumların bu şekilde kurdukları bütün her bir prosedüre özelleşme olanağını verirler. Bu prosedürler (klâsik çağın natüralistlerine, örneğin Ortaçağda ya da Rönesans boyunca kurulmuş olan yakınlık listeleri ve gruplarıyla ne aynı ilkeye ne de aynı görüşe sahip olan sınıflandırma tabloları içindeki çizgisel betimlemeleri yeniden yazmak olanağını veren teknikler gibi) yeniden yazma teknikleri içinde görünebilir; az-çok oluşmuş ve yapay olan bir dile göre (doğal dilin içinde eklemlenmiş) ifadeleri kopyalama yöntemleri (bunun projesini ve belirli bir noktaya kadar da gerçekleşmesini Linne ve Adanson’da buluruz) içinde görünür; niceliksel ifadeleri (tamamıyla algısal ölçüler ve betimlemelerle ilişkiye konulmuş) niteliksel ve karşılıklı açıklama haline çevirme biçimleri; ifadelerin yaklaşıklığınï geliştirmek ve kesinliklerini arttırmak için kullanılan vasıtalar (yapısal çözümleme elemanların biçimine, sayısına, düzenlenişine ve büyüklüğüne göre, Tourne-fort’dan itibaren, betimsel ifadelerin daha büyük ve özellikle daha sürekli bir yaklaşıklığına olanak verdi); ifadelerin geçerlilik alanının -genişletme ya da daraltma yoluyla- yeniden sınırlandırılması biçimi (yapısal karakterlerin ifadelendirilmesi Tournefort’dan Linne’ye sınırlandırıldı, soma Buffon’dan Jussieu’ya yeniden genişletildi); bir uygulama alanının ifade tipinin bir başka uygulama alanının ifade tipine aktarılması biçimi (bitkisel belirginleştirmenin hayvansal sınıflandırma bilimine aktarılması; ya da yüzeysel özellikler hakkındaki betimlemenin organizmanın iç elemanlarına aktarılması gibi); önceden dile getirilebilmek için, önceden, fakat ayrı halde varolan öneriler hakkındaki sistemleştirme yöntemleri; yahut ta önceden birbirlerine bağlanmış bulundukları halde, yeni bir sistematik bütünün içinde yeniden birleştirilmiş olan ifadelerin yeniden dağıtılmasıyla ilgili yöntemler (öncel şeması soyut bir birleştirici tarafından verilmiş olan yapay betimlemelerin bir bütünü içinde ondan evvel ya da onun tarafından gerçekleştirilebilmiş olan doğal belirginleşmeleri yeniden ele alan Adanson böyle).
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat, Mimarî, Ateizm, Tarih, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Felsefe… Bugün 72 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı“Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesiveSeksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.