Bilginin Arkeolojisi / Michel Foucault
By Ayla Chignardet on Mar 21, 2016 in Akıl, Bilim, bilimcilik, Epistemoloji, Kitap Alıntısı
Ekonomi, tıp, dilbilgisi, canlı varlıkların bilimi gibi söylemler tutarlılık, kesinlik, ve oturmuşluk derecelerine göre temalar ya da teoriler oluşturan bazı kavram örgütlenmelerine, bazı nesne gruplarına, bazı ifade tiplerine yer verirler: xvm. yüzyılın dilbilgisinde, bütün öteki temaların kendisinden türeyeceği ve bazen açıklanabilir olan anımsamaya yol açacak bir doğuştan dil teması; xıx. yüzyılın filolojisinde, bütün Hint-Avrupa dilleri arasındaki bir yakınlık -soy zinciri ya da akrabalık- ve onlar için ortak bir başlangıç noktası hizmetini görecek olan bir arkaik dil teorisi; xvııı. yüzyılda, doğanın sürekliliğini zamanın içinde açan ve sınıflandırmayla ilgili tablonun aktüel boşluklarını açıklayan bir türlerin evrimi teması; tarımsal üretimin başlamasından itibaren, fizyokratlarda, bir zenginliklerin dolanımı teorisi. Biçimsel düzeyleri ne olursa olsun, uzlaşımsal olarak, bu temalara ve bu teorilere «stratejiler» adını vereceğiz. Problem onların tarihin içinde nasıl dağıldıklarını bilmektir. Stratejiler arasında bir düzenin varlığını bulmak mümkün olmadığı ve oluşumlarının genel sistemini tanımlayacak durumda olmadığımız sürece onları birbirine bağlayan, birbirleri için kaçınılmaz kılan, birbirlerinin peşi sıra tam yerlerinde olmalarını gerektiren, onları bir ve aynı problemin birbirini izleyen çözümleri olarak tayin eden zorunluluk nedir? Veya bireylerin sabrının ya da dehâsının az ya da çok iyi oluşturulmuş bütünler halinde düzenleyeceği çeşitli kaynak fikirler, etkiler, buluşlar, düşünsel ikilemler, teorik modeller arasındaki tesadüfi karşılaşmalar nedir?
Bu stratejilerin çözümlenmesi için, ayrıntıya girmek bana oldukça zor geliyor. Bunun sebebi basittir; daha önce tespit ettiğim farklı söylemsel alanlarda, hiç şüphesiz çok belirsiz bir biçimde ve, özellikle başlangıçta, yeterli yöntemsel kontrol olmaksızın, her defasında, söylemsel oluşumu bütün boyutları içinde ve kendi belirginliklerine göre betimlemek söz konusuydu: demek ki nesnelerin, ifade kiplerinin, kavramların, teorik seçimlerin oluşum kurallarını her defasında tanımlamak gerekiyordu. Fakat çözümlemenin zor noktasının ve en fazla dikkat gerektiren şeylerin her defasında aynı olmadığı görüldü. Deliliğin Tarihinde, ben teorik seçim noktalan işaret edilmesi oldukça kolay olan, kavramsal sistemleri göreli olarak az sayıda ve anlaşılır olan, nihayet ifade rejimi oldukça tekdüze ve monoton olan söylemsel oluşumla meşgul olmuştum; buna karşılık problem olan şey, çok karışık ve kompleks bir nesneler toplamının ortaya çıkışı idi; her şeyden önce, psikiyatrik söylemin bütünlüğüne söz konusu nesneler toplamının özelliği içinde işaret etmek için, bu nesnelerin oluşumunu betimlemek söz konusuydu.
Kliniğin Doğuşu’nda, araştırmamın temel noktası, xvııı. yüzyılın sonunda ve xıx. yüzyılın başında, doğal söylemin ifade biçimlerinin değiştirilme şekli idi; demek ki çözümleme kavramsal sistemlerin kuruluşuna, ya da teorik sistemlerin oluşumuna statüden, kurumsal zeminden, söylemde bulunan öznenin durumundan ve yerleştirme biçimlerinden daha az dayanıyordu.
Nihayet Kelimeler ve Şeyler’de, inceleme, en önemli bölümü için, Genel Dilbilgisinde, Doğa Tarihinde ve Zenginliklerin Çözümlenmesinde işaret edebildiğimiz gibi, kavram ağlarına ve onların (birbirinin aynı ya da birbirinden farklı) oluşum kurallarına dayanıyordu. Stratejik seçimlere gelince, onların yerleri ve sonuçları (Linne ve B uf fon, ya da Fizyokratlar ve Utilitaristler konusunda olduğu gibi örneğin) gösterildi; fakat tespit edilmeleri tam gerçekleşemedi, ve çözümleme onların oluşumlarına pek o kadar takılıp kalmadı. Yine de, teorik seçimler hakkındaki çözümlemenin dikkatin temelini oluşturabilecek olan bir önceki incelemeye kadar hâlâ şantiye halinde kaldığını söylüyoruz.
Şimdi, araştırmamın yönlerini göstermek doğrusu mümkündür. Onlar şu şekilde özetlenebilir: 1. Söylemin mümkün kırılma noktalarım belirlemek. Bu noktalar ilkin bağdaşmazlık noktaları olarak belirginleşirler: iki nesne, ya da iki dile getirme tipi, veya iki kavram, bir ve aynı ifadeler serisinin içine girebilmek-sizin -yoksa apaçık çelişki ya da tutarsızlık olur- aynı söylemsel oluşumun içinde görünebilirler. Onlar daha soma denklik noktaları olarak belirginleşirler: birbiriyle bağdaşmaz olan iki eleman aynı şekilde ve aynı kurallardan hareketle oluşturulur; onların ortaya çıkış koşulları aynıdır; onlar aynı düzeyde kurulurlar; ve saf ve basit bir tutarlılık yanlışım oluşturacak yerde, onlar bir alternatif oluştururlar: kronolojiye göre, aynı zamanda görünmeseler bile, aynı öneme sahip olmasalar bile, ve gerçek ifadeler topluluğu içinde aynı şekilde temsil edilmemiş olsalar bile, onlar «ya… ya…» biçimi altında takdim edilirler. Nihayet onlar bir dizgeleştir menin çarpışma noktaları olarak belirginleşirler: hem birbirine denk hem birbiriyle bağdaşmaz olan bu elemanların her birinden hareketle, nesnelerin, ifade biçimlerinin, kavramların tutarlı bir serisi (muhtemelen, her seride, yeni bağdaşmazlık noktalarıyla birlikte) türetilir. Bir başka deyişle, önceki düzeylerde incelenmiş olan dağılmalar yalnızca, mesafeleri, eşitsizlikleri, süreksiz serileri, boşlukları oluşturmazlar; onlara söylemsel alt-birlikler -dolaysız birlik, ve daha geniş söylemsel bütünlerin («teoriler», «anlayışlar», «temalar») kendisinden yapıldığı ilk malzeme olmuş olsalar bile genellikle kendilerine büyük bir önemin atfedildiği-oluşturmayı sağlar. Berikisi gibi bir çözümlemede, xvın. yüzyıldaki zenginliklerin çözümlenmesinin, (eşzamanlı bütünleşme ya da kronolojik ard arda geliş yoluyla) para, ihtiyaç nesnelerinin değiş-tokuşu, değer ve fiatların oluşumu, ya da arazi geliri hakkındaki birçok farklı anlayışın sonucu olduğunu düşünmüyoruz, örneğin; onun, çeşitli teorisyenler tarafından sırasıyla düşünülmüş olan Pettıy’nin fikirlerinin, Law’ın tecrübesinin, ve faydacı anlayışlara zıt olan fizyokratik sistemin yerini hiç boş bırakmayan Cantillon’un düşüncelerinden oluştuğunu düşünmüyoruz. Onu daha ziyade, bir mümkün zıtlıklar alanını açan ve, çeşitli ve birbirlerinden ayrı yapılara yan yana ya da sırayla görünme olanağım veren bir dağıtım ünitesi olarak betimliyoruz. 2. Fakat bütün mümkün oyunlar hakikaten gerçekleşmemiştir: ortaya çıkabilecek çıkamayacak olan daha pek çok kısmî bütünler, yerel uygunluklar, birbirleriyle tutarlı yapılar vardır. Varlık haline gelebilecek olan bütün bunların arasında gerçeklik kazanmış seçimleri (ve sadece bunları) açıklamak için, kararın özel isteklerini betimlemek gerekir. Bunlar arasından ilk sırada, kendisinin çağdaşı olan ve kendisine en yakın bulunanlara göre incelenmiş olan söylemin oynadığı rol gelir. O halde bu rolün kendisine ait bulunduğu söylemsel topluluğun ekonomisini incelemek gerekir. Söz konusu ekonomi, gerçekten de, başka söylemlerin çeşitli anlambilimsel alanlara uygulanmaları olacak olan bir biçimsel sistem rolünü oynayabilir; aksine o (Genel Dilbilgisinin, xvıı. ve xvuı. yüzyıllarda, işaretler ve temsil hakkındaki genel teorinin özel bir modeli olarak göründüğü gibi) daha yüksek bir soyutlama düzeyiyle ilgili başka söylemlere verilmesi gereken somut bir model rolü de olabilir. İncelenen söylem başka bazı söylemlerle benzerlik, zıtlık, ya da tamamlayıcılık ilişkisi içinde de olabilir (örneğin Zenginliklerin Çözümlenmesi ile Doğa Tarihi arasında, Klâsik çağda, benzerlik ilişkisi vardır; birincisi ihtiyacın ve arzunun temsiline ait iken ikincisi algıların ve hükümlerin temsiline aittir; Doğa Tarihi ile Genel Dilbilgisinin bir doğal karakterler teorisi ve bir uzlaşım işaretleri teorisi olarak kendi aralarında birbirlerine zıt olduklarını da kaydedebiliriz; her ikisi, kendi sıralarında, niteliksel işaretlerin incelenmesi olarak zenginliklerin çözümlenişine, niceliksel ölçme işaretlerinin çözümlenişine zıttırlar; nihayet her-biri temsilî işaretin göstermek, tasnif etmek, takas etmek gibi üç tamamlayıcı rolünden birini geliştirir). Nihayet birçok söylem arasındaki karşılıklı sınırlama ilişkilerini, alanının, yöntemlerinin, araçlarının, uygulama alanının (xvııı.yüzyılın sonundan evvel pratik olarak birbirinden ayrılmamış olan, ve bu andan itibaren onları karakterize eden bir mesafeyi onların arasına koyan psikiyatri ile organik tıp için olduğu gibi) ayrımlaşması yoluyla bireyselliğinin ayırıcı işaretlerini birbirlerine veren onlardan her birini betimleyebiliriz. Bütün bu ilişkiler oyunu, verilmiş bir söylemin içinde, belirli bir ifadeler sayısına olanak tanıyan ya da tanımayan bir belirleme ilkesini oluşturur: imkân dâhilinde olabilecek olan, fakat daha yüksek bir düzey ve daha geniş bir alanın söylemsel bir topluluğu tarafından dışarı atılmış olan kavramsal sistemler, ifade zincirleri, nesne grupları ve örgütlenmeleri vardır. Söylemsel bir oluşum, o halde, objelerinin, dile getirmelerinin, kavramlarının oluşum sistemlerinin haklı olarak ona açtığı mümkün her bütünü işgal etmez; o özü bakımından eksiktir, bu da onun stratejik seçimlerinin oluşumu sisteminden dolayıdır. Bu sebepledir ki, yeniden başlama, yeni bir bütünün içine, verilmiş söylemsel bir oluşumun içine yerleştirme ve yorumlama (bilimsel söylemlerin aktüel dağılımı içinde, Port-Royal Gramerinin ya da Linne’nin Taksinomisinin, onlara göre, hem aslî hem yeni olan elemanlardan kurtulabildikleri gibi) yeni olanaklar ortaya koyabilir; fakat o zaman üstükapalı kalmış olacak olan, varlık olmaksızın söylenmiş bulunacak olan, ve açık ifadelerin altındaki daha temelli, nihayet şimdi yeniden gün ışığına çıkan bir tür alt-söylemi oluşturacak olan bir sessiz içerik söz konusu olmaz; seçimlerin dışarı atılması ve imkânsızlığı hakkındaki ilkenin içinde bir değişme söz konusu olur; yeni bir söylemsel bütünün içine yerleştirmeden ileri gelen değişme. 3. Gerçek bir biçimde ortaya konulmuş teorik tercihlerin belirlenmesi bir başka isteğe de bağlıdır. Bu istek, söylemsel olmayan bir uygulamalar alanı içinde incelenmiş söylemin yerine getirmek zorunda bulunduğu fonksiyonla, ilkin belirginleşir. Böylece Genel Dilbilgisi pedagojik uygulamada bir rol oynamıştır; çok daha açık ve çok daha önemli bir biçimde zenginliklerin çözümlenmesi, yönetimlerin siyasî ve ekonomik kararlan içinde değil yalnız, fakat yeni doğan kapitalizmin henüz kavramsallaştırılmış, henüz teorik hale getirilmiş günlük uygulamaları içinde, ve klâsik çağı belirginleş-tirmiş olan sosyal ve siyasî mücadelelerin içinde de bir rol oynamıştır. Bu istek söylemin rejimi ve uyum süreçlerini de içerir: çünkü toplumlarımızda (hiç kuşkusuz daha pek çok başka toplumlarda) -hem konuşma hakkı, hem kavrama yetisi, hem önceden oluşturulmuş ifadeler toplamına meşru ve dolaysız giriş, nihayet hem de bu söylemi kararların, kurumların ya da uygulamaların içine yerleştirme yeteneği olarak anlaşılan- söylemin mülkiyeti gerçekte (bazen yönetmeliğe uygun olarak da) belirli bir bireyler grubuna verilir; xvı. yüzyıldan beri bilinen burjuva toplumlarında ekonomik söylem asla genel bir söylem olmamıştır (tıbbî söylem, veya edebî söylem hiç olmadı, buna karşın bir başka biçimde olmuştur). Nihayet bu istek söyleme göre arzunun mümkün durumlarıyla belirginleşir: bu berikisi, gerçekte, hayalî olanı, sembolleştirme elemanını, yasaklamanın biçimini, türedi tatmin vasıtasını sahneye çıkarmada haklı olabilir (arzu ile ilişkili olmanın bu olanağı sadece söylemin şiirsel, romanesk ya da hayalî egzersizinin olgusu değildir: zenginlik, dil, doğa, delilik, hayat ve ölüm, ve belki de daha pek çok başka soyutlamalar üzerine olan söylemler, isteğe göre, belirli birçok durumları işgal edebilirler).
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat, Mimarî, Ateizm, Tarih, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Felsefe… Bugün 72 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı“Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesiveSeksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için.Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.
80 seneden beri Kürtlerin tarihi isyan ve terörle özdeşleşti. Son yıllarda ise ilk defa hemen her kesimden insanın desteklediği bir barış süreci başladı. Bu süreç kendi başına tarihi bir anlama sahip elbette. Yine de büyüyen umutların, atılan adımların sağlam olması ve geleceğe yöne vermesi için yaşananlar ile Kürtlerin tarihi arasında bir köprü kurulması gerek. Dahası Türkiye dışındaki etnik terör tecrübelerinden, sosyal barış projelerinden yararlanmak elzem. Bu sebeple, Kemal Burkay, Hasan Cemal, İsmail Beşikçi, Mustafa Akyol kadar Alain Touraine, Johan Galtung, Paddy Woodworth ve Gandhi’den de istifa ettik bu kitabı hazırlarken. Umuyoruz ki güncel tartışmaları ve gelişmeleri bir kenara koyarak geçmişe kısaca bir göz atmak bugünü daha anlamlı okumamızı sağlayacak. Buradan indirebilirsiniz.