Kendine Ait Bir Oda / Virginia Woolf
By Şebnem Cerrah on Mar 28, 2016 in feminizm, Kadın, Kitap Sohbeti
Kadın hareketinin klasik eserlerinden biri olan Kendine Ait Bir Oda eseri, Virginia Woolf’un 1929 yılında kaleme aldığı ve onaltıncı yüzyıldan bu yana kadının toplum içerisindeki konumunun incelendiği bir kitap.
Kitap içerisinde rastladığımız ilk bulgulardan biri onaltıncı yüzyıl toplumunda kadının varlığına yönelik yapılan yorumlar. Bir kişiliğinin dahi olmadığını savunan düşünürlerin mevcut olduğunu düşünürsek, kadın burada bir anlamda var olma mücadelesi vermekte. Eğer bir erkek eşini dövüyorsa toplum nezdinde utanılacak bir şey yapmıyordur ya da bir baba kızını kendi istediği bir adamla zorla evlendirme girişiminde bulunuyorsa bu o kadar da kötü bir şey değil. Babanın kendi konumu için bildiği ve haklı olduğu bir sebebi kesinlikle var! Genel olarak böyle bir düşüncenin hâkim olduğu bir ortamda kadının ekonomik olarak nasıl bir konumda olduğunu tahmin etmek çok da zor olmasa gerek. Peki toplumda ikinci planda olan kadın neden geçimini kendisi sağlama yeteneğinden yoksun olabilir? Koruma altına alınması gereken bir varlık olarak bakıldığından, bütün haklarının temini ve korunması eşi tarafından sağlandığından, kadının şu düşünceye sahip olması bunun nedeni olabilir : “Kazandığım her para kocamın eline geçecekse, kocam nasıl isterse öyle harcanacaksa, para kazanmak çok ilgilendiğim bir konu değil en iyisi bu işi kocama bırakmak.”
Eğitim almaya yönelik kabiliyetinin olmadığı ve hatta beyninin daha dar bir yapıya sahip olduğuna kadar yapılan sığ yorumlara karşılık şunu düşünebiliriz: Bir cinsiyet diğer bir cinsiyet üzerinde neden egemen olmak ister? Virginia Woolf bu soruyu ayna tasavvuru üzerinden şöyle açıklıyor:
“Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir güç olmasaydı dünya hala bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı. Hala geyiklerin iskeletleriyle kırık koyun kemiklerini birbirine sürter, çakmaktaşı verip koyun derisi ya da gelişmemiş zevkimizi hangi basit süs eşyası tatmin edecekse onu alırdık… Çar ve Kayzer ne taç giyerler, ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. İşte bu yüzden Napoleon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi.”
Yani bir kadın tarafından eleştirilen erkek aynadaki görüntüsünün bozulduğunu hisseder. Bu da beraberinde bir savunma aracı olarak kadına karşı duyulan öfkenin oluşmasına neden olur. Kadının elindeki haklar alınarak, düşünmesi, sorgulaması yasaklanarak, aynadaki suretin bozulmaması sağlanır.
Aslında ayna tasavvuru toplum içerisinde bir yere sahip olma, insanlar tarafından onaylanma isteği duyan her insan için geçerli olan bir kavram. Önemli bir davete katılan insanları dışarıdan izlediğimizi düşünelim. İyi giyimlerinin altında kendilerine müthiş güvenen insanlar olsun bu kişiler. Hepsi bu ortama girdiğinde diğer bütün insanları birer ayna olarak görecektir. Kendisi konumca diğerlerinden ne kadar yüksek olursa, bu ayna o kadar büyük gösterir. Milan Kundera’nın litost kavramıyla açıkladığı bu durumun tam tersinde ise, kişi bu ayna karşısında, kendisini daha iyi olmayan bir yerde gördüğünde sinirlenecek, gücün bir nevi refakatçisi olan öfke ile bu duruma karşılık verecektir. Burada önemli olan bir ayrıntı aslında karşı tarafın iyi olması dolayısıyla değil kişinin kendini yetersiz görmesi ile ilgili, insanın içinde var olan hırs, kazanma isteği ile açıklanan bir durum.
Kadın kavramı tarih kitaplarında bu şekilde yorumlanırken aynı şey edebiyat alanında geçerli olmadı. Bu dönemde yazılan romanlarda, oynanan tiyatrolarda kadın, sanki olağanüstü bir varlıkmış gibi gösterildi. Flaubert’in, Shakespeare’in eserlerini incelediğimizde bu ayrımı net bir şekilde görürüz. Yani toplum içerisinde bir kadın hayal edilirken, bu kadın erkekler ile eşit oluyorken gerçek hayatta tek başına sokakta yürümesi bile sorun haline gelebiliyor. Kendisine edebiyat alanında yalnızca bir figür olma hakkı tanınan kadının, eline bir kalem alıp düşüncelerini yazması, bir eser meydana getirmesi ise yalnız bir alay konusu. Virginia bu durumu şöyle dile getirir:
“Ünlü bir piskoposun sözlerini hatırladım; ona göre bir kadın Shakespeare’ in dehasına sahip olamazdı. Kediler bir tür ruha sahip olmasına rağmen cennete gitmemelerinin olgusal bir vaka olduğunu söyledi. Bu yaşlı beyefendiler insanı çok düşünmekten nasıl kurtarıyordu. Cahilliğin sınırları onların yaklaşımlarıyla nasıl büzülüyordu. Kediler cennete gitmez. Kadınlar Shakespeare’ in oyunlarını yazamaz.”
Şiir yazmaya yeteneği olan ancak toplum tarafından kendisine biçilen görev ve sorumlulukların gölgesinde, kendi içinde bir mücadele veren kadın, kafasında bir mukayese yaptığında tolumun ikiye ayrıldığını düşünecektir. Muhalif grup olan erkekler ve kadınlar. Leydi Winchilsea’ nın kızgınlıkla dolu şu cümleleri bunun tezahürü olsa gerek:
“Eyvah! Eline kalem alan bir kadın,
Böylesine küstah bir yaratık muteberdir.
Kabahat hiçbir hükümle itfa edilmemiştir.
Diyorlar bize cinsiyetimiz ve mizacımızda ettiniz yanlışlık
Moda, dans, giyim, oyun ve doğurganlık
İşlerinedir bizden istenen talip olmak;
Yazmak, okumak, düşünmek ya da sorgulamak
Güzelliğimize gölge düşürüp zamanımızı kemirir,
Olgunluk çağlarımızın fetihlerini kesiverir
Köle gibi çalışılan bir evin sıkıcı işleri öyle mi?
Gerektirir olanca yarar ve becerimizi.”
Erkekler tarafından yöneltilen ve kadının var olan yetenekleriyle dalga geçen bir başka yorum ise şu: “Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?”
Virginia u soru etrafında şekillendirdiği eserinde şöyle diyor : “Ona kendine ait bir oda ve yılda beş yüz sterlin verin, aklındakileri söylemesine izin verin ve şimdi içine attıklarının yarısını dışarı vurmasına izin verin.”
Kitap hakkında yapılan eleştirilerin geneli Virginia’nın bir eser ortaya çıkarmanın koşullarını fazlasıyla maddiyata indirgemesi şeklinde oldu. Ancak ekonomik durumu iyi olan bir kişinin tüm düşüncesini, ortaya çıkaracağı esere yöneltmesiyle iyi bir sonuç elde edeceğini düşünen yazar bir bakıma bu beş yüz sterlin söylemini kadının düşüncelerini ifade etmesinin bir sembolü olarak da kullanır. Kendisine ait olan bir oda isteği ise, yalnızca kendi düşüncelerini dile getirmesi açısından önemli. Bir kadın doğduğu günden yetişkin bir birey olmasına kadar ki süreçte, annesinin ya da çevresindeki herhangi bir büyüğün tecrübe ettiği ve bu büyük tarafından onaylanan bilgiler dâhilinde bir düşünceye sahip olmakta. Düşünceleriyle yalnız kalan kadın, sorgulamaları ve kendi içindeki yargılamalarının sonucunda vardığı bir karar ya da elde ettiği düşünce, onun için en sağlıklı olan olacaktır. Çünkü bu onu bir anlamda var eden şey olur.
Aslında toplum tarafından herhangi bir kalıba sokulmayan hakları ve sorumluluklarının bilincinde ve bu haklarının tasavvuru kendisine verilmiş olan kadın, bu süreçten sonra karşı cins ile bir sorunu kalmadığından “muhalif taraf “söylemini de bırakmış olacak. Kendisine ait bir odası ve yılda beş yüz sterlin kazanabilme gücü olduğunda, herhangi bir sınıfa karşı nefret ve kin beslemeyecek duruma gelmiş olacak:
”Yazmak istediğin şeyi yazdığın sürece önemli olan budur; Her birimiz için yılda beş yüz sterlin ve kendimize ait odalarımız olursa; özgür olmayı huy edinir ve tam olarak düşündüğümüz şeyi yazma cesaretine erişirsek; ortak oturma odalarından biraz olsun uzaklaşırsak ve insanoğlunu birbiriyle olan ilişkilerinden ziyade hakikat ile olan ilişkilerini yahut gökyüzünü, ağaçları ve artık içinde her ne varsa onu görerek; tutunduğumuz bir kol olmadığı gerçeğiyle yüzleşirsek zira bu bir gerçek bir başımıza yol aldığımızı ilişkilerimizin yalnızca kadın ve erkek dünyasıyla değil, gerçekliğin dünyasıyla olduğunu kabul edersek bu fırsat doğacaktır.”
… Tavsiye makaleler…
- Kadının Sorunu Yok! »
- Kadına Karşı Şiddet Aforizmaları »
- Çalışan kadın aforizmaları »
- Baby Box »
- Erkekler ağlamaz, insanlar ağlar »
- Kırık parçalar (Marilyn Monroe)
… Bu konuda e-Kitap okumak için…
Kadınlar… Günümüzün Don Kişotları
Suzan Başarslan’ın dediği gibi “kadına dair söylenmesi gereken ne kadar söz varsa erkeğin söylediği” bir dünya bu. Sadece söz mü? Yaşama hakkı bile. Bugün Çin’de ve Hindistan’da yüzbinlerce kız bebek daha doğmadan ultrason ile ana karnında görülüp yok ediliyor. Erkeklerin güç mücadelesinde kadınlar eziliyor. Cumartesi anası oluyor, cezaevlerinin önünde sıra bekleyen, şehit tabutlarının üzerinde ağlayan oluyor. Şampuan veya otomobil satarken bedenini kullandıran, arka planda, silik, soyunan, tüketen, “figüran”… Kadınlara özne olma hakkını vermeyen erkekler mi yoksa bu hakkı alamayan kadınlar mı? Kadınlıklarını kaybetmeden, erkekleşmeden var olabilecek mi birgün kadınlar? 96 sayfalık bu kitapta Kadın’a ait kavgaları ve Kadın’ın kimlik arayışını sorguluyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
“Kemalizm Türk kadınına özgürlük verdi” gibi sloganlarla düşünmeye daha doğrusu ezberlemeye itildiği için sık sık şaşırmaya mahkûm bir kuşak bizimki. Tarihi, belgeleri, siyasî söylemleri ve sloganları aklın imtihanına tabi tutan herkes hayretler içinde kalıyor. “İyi de biz bunu bunca sene nasıl yuttuk?” diye sormaktan alamıyoruz kendimizi. Kemalist düşüncenin, çağdaşlığın ve Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisi “çağdaş Türk kadını’nın sesi” Cumhuriyet Gazetesi’nin başyazarı olan Yunus Nadi kadınların siyasete atılmasına nasıl tepki vermiş meselâ? “Havva’nın kızları, Meclis’e girip yılın manto modasını tartışacak” Kadınlar Halk Fırkası kapatılınca yerine Türk Kadınlar Birliği kurulmuş. O da kapatılınca Cumhuriyet Gazetesi’nde şu başlık atılmış: “Türk Kadınlar Birliği kapatıldı, fesat çıkaran hatun kişilere haddi bildirildi.” Derin Düşünce Fikir Platformu yakasını resmî tarihten kurtarmak isteyen okurlarına ezber bozan bir kitap öneriyor : Kadın hakları ve Kemalizm ilişkisine alternatif bir bakış
1 Yorum
Yazan:Safa Tarih: Mar 29, 2016 | Reply
Tebrik ederim. Yazılarının devamını dilerim.