RSS Feed for This Post

Gelecek Zaman’ın hikâyesidir Vakıf

Gelecek Zamanın hikâyesidir Vakıf - (Keskul Dergisi)(Keşkül Dergisinde yayınlandı)

 “… Yaşamın bir yılının ne olduğunu mu merak ediyorsun: Bu soruyu yıl sonu sınavında başarısız olmuş bir öğrenciye sor. Yaşamın bir ayı: Bu konuda erken doğum yapmış, bebeğini sağ salim kollarına almak için kuvözden çıkmasını bekleyen bir anneyle konuş. Bir hafta: Ailesine bakmak için bir fabrikada ya da maden ocağında çalışan bir adama sor. Bir gün: Kavuşacakları günden başka bir şey düşünemez olmuş âşıklara sor. Bir saat: Asansörde mahsur kalmış bir klostrofobiğe sor. Bir saniye: Bir araba kazasından kıl payı kurtulmuş bir adamın yüzündeki ifadeye bak. Ve saniyenin milyonda birini olimpiyatlarda uğruna ömrünü verdiği altın madalya yerine gümüş madalya almış atlete sor …” (Keşke Gerçek Olsa / Marc Levy)

Zaman denilen mahlûk ajanda sayfalarındaki kareler gibi yeknesak, homojen, objektif bir şey değildir. Ne ikinci rekât ilk rekâta benzer ne de ikinci ayrılıklar, gurbetler, ameliyatlar, evlilikler birincilerine. Hiç yapmamak başkadır, özür dilemek başka. Çünkü David Foenkinos’un dediği gibi hatıralamr yaşlanmaz; hatırlanan geçmiştir ama hatırlama fiili Şimdi’de vuku bulur. Bu sebeple saatin tik-takları zamanı göstermez. Saatin gösterdiği şey akrebin ve yelkovanın hareketleriyle yaşadığımızı vehmettiğimiz anlar arasındaki tekabüliyettir. Gerçek zaman ise indî ve heterojendir. Bu sebepledir ki Kadir gecesi cuma sabahından farklıdır zira her şeyin bir vakti vardır: Doğmak için bir vakit, namaz için bir vakit, almak için bir vakit, vermek için bir vakit vardır: Yol vermek, hak vermek, cevap, selâm, izin, ders, sadaka vermek, ödünç vermek…  Verme vakti zaman mahlûkunun kuldaki verme niyetiyle buluştuğu kavşaktır. (Bkz. Derin Lügat Maddesi: Zaman / Time / Temps / الوقت)

Muhabbet, Merhamet, Adalet, Ticaret ve Şiddet

CWiSVQeUkAAXY7_İnsan insana neden verir ekmeğini, parasını, vaktini? Onu sevdiği için. Bazen de acıdığından, olmadı mecburiyetten. Vermelerin en çirkini ise menfaatten yahut korkudan vermek. İlk iki his medeniyetin çimentosu. Son ikisi homo-economicus; nefs-i hayvanî çünkü hayvan ve insanda ortak: Timsah da ticaret yapıyor: Dişlerini temizleyen kuşlara dokunmuyor meselâ. Dikkat edin, son 2 asırdır dünyayı tahakküm altında tutan vahşiler de timsah gibi ticaret ve şiddet müptelâsıdır ve bunların dışında bir verme sebebi bilmezler. Bu vahşilerin icadı olan demokrasi, piyasa ve bürokrasi de adaletin altına yani son 2 derekeye düşmüşlerin ütopyasıdır; aşılmaz ufkudur onların. Menfaat çatışmalarını şiddete başvurmadan çözmeyi amaçlayan demokrasi sevgiden değil nefretten doğmadı mı? Bu yüzden demokrasi bir ateşkes rejimi olabildi; barış değil. Zira “Hakk ve hakikat aded-i ârâ ile ölçülmez ve daima ekseriyet tarafında da bulunmaz.” (Şeyh-ül İslâm, merhum Mustafa Sabri Efendi Hz)

Medenî insanlarca kurulmuş nizamlarda ticaret ve şiddet yok sayılmaz ama adalet içindeki meşru sınırları çizilir: Birincisi haram, helâl, israf, cimrilik vb; ikincisi de celâl, hilm, gadap gibi mefhumlarla murakabe ve muhasara altında tutulur. Adalet’in yüksek surları sayesinde şiddet ve ticaretin cemiyeti istilâ etmesine mâni olunur. Zira medeniyetler teknolojiyle, ticaretle, şiddetle değil sevgi ve merhametle inşa edilir. Aksi takdirde robot ve hayvan medeniyetleri de olurdu. Ticaret ve şiddeti kullanarak bilgi toplumları, endüstriyel kentler ihdas edebilirsiniz hatta Varşova Paktı, Avrupa Birliği, NATO, Birleşmiş Milletler gibi menfaat klüpleri kurabilirsiniz ama medeniyet kuramazsınız. Herşeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyenlerle yola çıkarsanız bu noktadan daha ileri gidemezsiniz.

Bu sebeple vermekten ve zamandan mütevellit olan vakıf müessesesi cemiyeti tezyin eden bir ziynet, bir lüks yahut iyi insanlara has bir incelik gibi görülmemeli. İngilizce karşılığı Foundation kelimesinin hatırlattığı gibi vakıf cemiyet binasının temeli. Manevî değerlere vâkıf olmak suretiyle hem İnsan’ı anlayarak ihata eden hem de cemiyet zemini altında bulunduğundan (ing. Under-stand) dik duran ve durdurucu, kayyum, taşıyıcı sütunlardır vakıflar. Neye karşı dik duran? Zamanın geçişine, unutmaya, ihmale, eskimeye, aşınmaya, manevî ölüme karşı. Dev piramitler ve gökdelenlerle dünyada maddî ölümsüzlük arayan firavunların tersine mânâda ölümsüzlük arayanların bu meşru zemini sürekli vermekte bulduğunu görüyoruz. İnsan meşru ya da gayri meşru şekilde bu ölümsüzlüğü, bekâyı, ilâhî zamandışılığı aramaya mahkûm ve mecbur bir yaratık. Çünkü bir gün öleceğini biliyor ama biyolojik ölümle son bulacak olan etsel varlığı bir hüviyet olarak kabul edemiyor. Ölümden kaçması ve korkması aslında İnsan’ın etten ibaret olmayı reddedişinin adı:

“… Her insan ne kadar müspet yaradılışta olursa olsun ölümünden sonra tekrar dirilmeyi düşünür, özler. Bu hayat dediğimiz mihnetler silsilesinin çok ileri zamana, müpheme atılmış bir mükâfatı gibidir. En müsait ve daima kazanacak kâğıtlarla oynanan bir oyun gibi, yeniden adeta baştan aşağı beğenmemek, inkâr etmek, değiştiğinden dolayı sevinmek için kalmışa benzeyen küçük bir mazi şuurundan başka her şeyi, her tarafı değişmek, güzelleşmek şartıyla tekrar yaşamak insanlığın elbette vazgeçemeyeceği bir hülyadır …” ( Saatleri Ayarlama Enstitüsü / Ahmet Hamdi Tanpınar)

Medeniyet kurucu halklar “sadaka-i cariye” tabirini bir sır, ölümsüzlüğün gizli şifresi gibi yorumlamışlar adeta: Bekâ = Vermek + Zaman. Daima veren, bitmeksizin, eksilmeksizin veren, karşılık beklemeksizin ve umulandan fazlasını vermeyi amaçlayan vakıflar bir yandan Vehhab, Kerîm, Muhsin, Ganiyy,… diğer yandan Evvel, Âhir, .. Bâkî’nin tecelligâhı olmuşlar. Bu mesele farklı bir cihette de sorgulanabilir: O’nun vermesinin inkıtaya uğraması muhal değil midir? Yahut zamandan münezzeh varlığı rahmetinden, bereketinden ayrı ve gayrı akledilebilir mi? Verme niyetiyle ile zaman mahlûku arasındaki münasebeti derinleştirmeye devam edelim o halde.

Muhabbetten düşmek

vakiflar4Ben’den önce Sen’i dert edemeyen toplumlarda muhabbetten bahsedemeyiz. İnsan kendisi için istediklerini ötekiler için de istemiyorsa muhabbetten merhamete düşer. Ötekileri kendi nefsinden öte sevmek (hub) yoktur artık orada, acımakla beraber sen-ben başlar. Zira Ben’dir Sen’e merhamet eden. Hatta ihlas dahi bu şartlarda kalpteki tahtını Cennet arzusuna, Cehennem korkusuna bırakmaz mı? Fakat bazen dünya sevgisi öyle sarar ki kalpleri, o zaman merhamet dahi silinir; cemiyetin hayvan sürüsüne dönüşmesini engellemek için adaletin duvarlarından başka bir şey kalmaz elde. Adalet nihaî bir zirve değil insanlık beldesini terk etmeden önceki son duraktır.

Halkın sevgiyle, olmadı merhametle ötekilere vermediğini zorla vergi olarak toplar ceberut devlet. Toplar ki yetimler, dullar, sığınmacılar ölmesin açlıktan. Bu derekeye düşünce merhamet dahi kurumsallaşmış, istatistikleşmiş, objektif, ölçülen bir şey oluverir. Bir yeşil kart numarasından ibarettir fukara. Mahalleli kanat gerdiği ihtiyaç sahiplerinin yüzündeki gülümsemeyi göremez; duasını alamaz. Nefsi acıtan bir sadakayı vermenin dünyevî ızdırabıyla aynı anda kalbe dolan manevî huzuru tartmanın imanı tahkim edici tesiri birkaç ışık yılı uzaktadır artık. Bütün bu olanlardan aile içi dayanışma dahi ağır bir darbe yemiştir: “Sosyal sigortan yok mu abi? İşsizlik yardımın ne kadar?”

Verme Hakkı

Sadaka yerine vergi verilen bir cemiyette çocuklar verme hakkını kullanamazlar ve kendilerini inşa edemezler. Kendi’si olamayan insanlar ise hep bir şeylere sahip olmakla bunu doldurmaya çalışırlar. Mutluluk yerine geçici tatminler biriktiren isteme makineleridir artık onlar. Ama büyüklerin kirli dünyasına henüz girmemiş olan çocuklar yine de verme hakkını iyi bilirler:

“Niçin çocuklar bu kadar çok severler yaptıkları resimleri büyüklere vermeyi? Bir sevgi bağı kurmak? İçlerinden, kalplerinin derinliklerinden gelen o nesneyi vererek bir başka insanı mutlu etmek? Vermek en başta vereni mutlu eder. Zira vererek insan kendi büyüklüğünü, güzelliğini, gönül zenginliğini yaşar.” (Boris Cyrulnik / Hayaletlerin Fısıltıları)

vakifkar-sokak-cocuklariAnnesiz, babasız, sokakta yaşamak zorunda kalan çocuklar üzerine raporlar var. Bunlar sorunlar üzerine odaklandıklarından gerçekte önemli olanı göstermezler: Meselâ UNICEF‘in yayınladığı bir rapora göre dünyada 100 milyondan fazla çocuk sokakta yaşıyor. Yaşamak için hırsızlık ve fuhuş yapıyorlar, uyuşturucu kullanıyorlar. Bu çocukların % şu kadarı buluğa ermeden ölecek, % şu kadarı yetişkin olmadan hapse girecek… İyi ama kurtulanlar nasıl kurtuluyor? Nasıl çıkıyorlar bu sefalet-fuhuş-uyuşturucu girdabından? Zira sokakta büyüdüğü halde yıkılmayan, evlenip yuva kuran, mutlu ve cemiyete faydalı insanlar haline gelen niceleri var!

Kolombiyalı bir grup araştırmacı işte bu soruyu sormuşlar ve keşfettikleri gerçek hepimizi aydınlatacak cinsten. (La Resiliencia. Responsabilidad del sujeto y esperanzo social, Kolombiya, 2002, Cano, Colmenares, Delgado, Villalobos) Sokakta yaşayan çocukların bir kısmı kazandıkları parayla kötü durumda olanlara destek oluyor. Onlarla yiyeceklerini paylaşıyorlar; hasta olanları doktora götürüyor ve ilaç alıyorlar. Bir kısmı kendi ailelerine bakıyor. Kardeşlerini okutmaya çalışanlar bile var. Daha 6-7 yaşında sorumlu bir yetişkin gibi yaşamak zorunda kalan bu zengin gönüllü çocuklar sefalet girdabından kurtuluyorlar. Dünya bir eğlence parkı yahut savaş meydanı gibi görmedikleri için zamanla idrak ediyorlar ki kendileri de birer yeme-içme makinesi değiller: Vermek, paylaşmak onları kendi gözlerinde kıymetli yapıyor. Toplumun ittiği, unuttuğu bu küçük insanlar yemek ve giysiden çok saygı görmeye, bir işe yaramaya, iyi insan olmaya muhtaçlar.

Yetimhaneler üzerine yapılan birçok araştırma da bunu teyid eder nitelikte. Kendilerine sıcak bir yatak, yiyecek ve giysi verilse bile sokak çocukları bir zaman sonra yetimhanelerden kaçıyorlar. Bunun sebebi ise nankörlük değil elbette. “Birisi” oldukları, “sayıldıkları” sokakları özlüyorlar. Bunu dikkate alan sığınma evlerinde ise bu çocuklara yiyecek ile beraber çeşitli sorumluluklar veriliyor.

Adalete inmek?

Evet, merhametten adalete düşmek insanları verme hakkını kullanmaktan alıkoyar. Hiç yoktan iyidir ama en iyi olmaktan uzaktır. Yine de muhabbetten merhamete, oradan da adalete düşen cemiyetlerin son durağı değildir burası. Çünkü adaleti de tesis edemeyince hayvanlığa yelken açarlar. Adalet onların elinde içi boşaltılmış bir kavram olur ve samanla doldurulmuş bir aslana benzer: Ne kükrer ne de ısırır. Zaten lisanlarındaki ifsad da bunun delili değil mi? “Just/Justice” adalet kadar teknik ve ticari kesinlik ifadesidir. Bir İngiliz veya Fransız için hâkimin birine verdiği ceza gibi dükkândaki muhasebe tutanaklarınız yahut su pompası tercihiniz de “just(e)” olabilir:

 « … Devlet sosyalist piyasa ekonomisi uygular. […] Devlet ekonomik düzeni bozacak kişi ve örgütleri engeller… »

Bu satırlar Çin Halk Cumhuriyeti’nin anayasasından, madde 15. « Sosyalist ve liberal » Çin ekonomisinin işçileri saati yarım dolardan günde 15 saat çalışıyor. ABD, Japon ve Avrupa firmaları Çinli işçileri sömürme, biz de bu malları satın alma özgürlüğüne sahibiz. Tilkinin kümesteki özgürlüğüne yani. (Bkz. Derin Lügat Maddesi: Özgürlük / Hürriyet / Serbestlik / Liberty / Freedom / الحرية ) İnsan’a değil homo-economicusa vâkıf, menfaat ve şiddet dışında bir vukufiyet/ temel (ing. Fondation) kabul etmeyen, Ahiret’e değil dünya nimetlerine vakfedilmiş sistemler ne kadar da birbirine benziyor. İsminin “kapitalist / sosyalist / halk cumhuriyeti” olması da bir şeyi değiştirmiyor.

vakiflarDikkat ediniz: “Ekonomik suçlara ekonomik ceza verilsin” diyen bu şirk düzeninde zenginlerin hakları fakirlerinkinden çok daha iyi korunur. Zira adalet alınıp satılan bir ticarî mal derekesine düşmüştür. Büyük firmalar ve zengin vatandaşlar suç işlediklerinde bir avukat ordusu kiralanır, binlerce sayfalık uzman raporlarıyla dava dosyası kalınlaşır ve dava uzar. Mahkeme zenginlerin elinde bir oyuncaktır artık. İçme suyu kirlendiği için kanser olan köylüler 20 yıl sonra (bazen) kazandıkları bir davanın sevincini yaşayamazlar. Çünkü … çoktan ölmüşlerdir. ABD’deki Plea bargain yöntemiyle suçunu kabul eden zengin insan gider hâkimle pazarlığa oturur; cezasını para vererek azaltır hatta siler. Parmaklıklar ve kalın duvarların arkasında sadece fakirler vardır.

Bu tür toplumların “adalet” dediği şey sadece bir racondur; üretimin ve ticaretin aksamasına engel olacak bir düzendir. İnsan yoktur artık, homo-economicus vardır. (Bkz. E-kitap: Sen insansın, homo-economicus değilsin!) Zira Adalet sadece Ahiret kaygısı taşıyan insanlarca ve vahiyy ışığında tesis edilebilir. Öleceğine inanmayan (yani ölümsüz olduklarına iman etmiş) insan toplulukları ancak dünyevî nizamlar kurabilirler ki bunların maksadı da dünyevî olmaktan ileri gidemez: Yüksek kârlar elde etmek, filan ülkeleri, filan kıtaları ele geçirmek, vs. Böyle bir nizamda zulmün yasallaşması kaçınılmazdır: Zenciler köle yapılır, “işe yaramayan” kız çocuklar, yaşlılar ve hastalar ölüme terk edilebilir. (Bkz. 1992 Maastricht, ve 2007 Lizbon antlaşmalarının “ortak pazar” ve “para politikaları” ile ilgili maddeleri, Avrupa’nın yakın tarihi, Çin ve Hindistan’da kız çocukların azalması)

“Muhabbet, Merhamet, Adalet, Ticaret ve Şiddet” şeklinde sıraladığımız değerler silsilesindeki adalet elbette bu dünyevî düzen değil. Daha önce belirttiğimiz gibi insanlıktan istifa etmeden önceki son nokta olan Adalet ne eşitliktir, ne intikam ne de racon. O kaynağını insan nefsinden ve dünyevi çıkar dengelerinden değil Ahiret şuurundan alır. Adalet bir tecellidir; insanların ihtiyaca göre ürettiği bir kurallar manzumesi olamaz. Burada haklı olarak şöyle bir şüphe akla gelebilir: Bu adalet iddiası sadece Müslümanlar için mi geçerli yoksa bütün insanlığı kapsayan fıtrî bir temelden bahsedilebilir mi? Bu soruya cevap vermenin kolay yolu İslâm dışı bir kaynaktan sağlama yapmak sanırım. Yunan mitolojisinde Thebai kralı Oidipus’un kızı Antigone (Αντιγόνη) bir isyan sırasında ölen kardeşini cenazesini kaldırmak ister. Oysa “hain” ilân edilen kardeşi kralın koyduğu kanunlar gereği mezara gömülmeyecek ve hayvanlara yem olacaktır. Trajedinin yazarı Sophokles (Σοφοκλῆς) kahramanı Antigone’ye şunları söyletir:

“… Kanunların üzerinde bir kanun vardır. Bir ölümlü olduğun için senin yazdığın kanunlar Tanrıların yazılı olmayan, ebedi ve değişmez yasalarından üstün olamaz. İlâhî yasalar bugün veya dün ile sınırlı değiller. O yasaların gücü ebedîdir ve kaynağı ezeldedir …”

Vakfetmenin zamanı kronolojik değil indîdir

vakiflar55“Sizi çağıracağı gün, O’na övgüyle icabet edecek ve (dünyada) pek az bir süre kaldığınızı sanacaksınız.” (İsra, 52)

“Elleri kuruyasıca Ebû Leheb ve kendi, kurudu da” (Tebbet, 1)

Bize nehir gibi akıp gidiyormuş gibi gelen, geri çevrilemez bir süreklilik arz eden müzmin zaman ile bir şeyin nasib olması yahut eşref saatinde yapılması farklıdır. Zaman bir tünelse vakit onun içinden dışarı kaçabileceğimiz kapıdır. Evet bizler kol saatlerimiz ve takvimlerle etiketlenmiş bir zamanın “içinde” yaşadığımızı vehmediyoruz ama yaşanmaya değer ne varsa vaktinde yaptığımız için mânâ taşıyor:

“… Küçüğü ve büyüğü ile Türk ileri gelenleri cami ve hastane yaptırmaktan başka bir şey düşünmezler. Onları zengin vakıflarla teçhiz ederler. Yolcuların konaklaması için kervansaraylar inşa ettirirler. Yollar, köprüler, imaretler yaptırırlar. Türk büyükleri, bizim senyörlerimizden çok daha hayır sahibidirler, son derece misafir severler. Türk, Hristiyan ve Yahudileri memnuniyetle misafir ederler. Onlara yiyecek, içecek ve et verirler. Bir Türk, karşısında yemek yemeyen bir adamla Hristiyan ve Yahudi bile olsa yemeğini paylaşmamayı çok ayıp sayar …” (2ci Bayezid devri müelliflerinden Cantacasin – Dell’origine e costumi dei Turchi)

İlginçtir, İslâm dışı kaynaklarda da rastlarız bu ayrıma. Meselâ Eski Yunan filozofları birincisine kronos (Χρόνος) ikincisine ise kairos (Καιρός) demişler. Kairos kanatlı bir fırsat perisi, saçlarından yakalanması gerek ama ne çok erken davranmalı ne de geç kalınmalı.

Vakit ya da kairos, yaşanan anlar gerçekte kendilerine has bir mânâya, bir derinliğe sahipler. Bu derinlik sayesinde modern zamanın dışına çıkabilir insan. Herkes için daima aynı olan, tik-tak zaman elbette fabrikalar, trenler ve buluşmalar için kullanışlı olabilir. Ama yaşadığımız hayatı bizden bile tecrid eden bu mücerred zamanı mutlak addetmek hissettiklerimize, yaşamın kendisine zıt bir tasavvur olur. Oysa Ben’in varlığı ancak tik-tak zamanı terk etmeye müsaade eden metafizik bir tecrübeyle hissedilebilir:

 “… Geçmişimiz için de aynı şey geçerlidir. Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hâkimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp rastlamamamız ise, tesadüfe bağlıdır.

[…] Az sonra, o kasvetli günün ve iç karartıcı bir yarının beklentisiyle bunalmış bir halde, yaptığım şeye dikkat etmeden, yumuşasın diye içine bir parça madlen attığım çaydan bir kaşık alıp ağzıma götürdüm. Ama içinde kek kırıntıları bulunan çay damağıma değdiği anda irkilerek, içimde olup biten olağanüstü şeye dikkat kesildim. Sebebi hakkında en ufak bir fikre bile sahip olmadığım, soyutlanmış, harikulade bir haz, benliğimi sarmıştı. Bir anda, hayatın dertlerini önemsiz, felaketlerini zararsız, kısalığını boş kılmış, aşkla aynı yöntemi izleyerek, benliğimi değerli bir özle doldurmuştu; daha doğrusu, bu öz, benliğimde değildi, benliğimin ta kendisiydi. Kendimi vasat, sıradan ve ölümlü hissetmiyordum artık. Bu yoğun mutluluk nereden gelmiş olabilirdi bana? Çayın ve kekin tadıyla bir bağlantısı olduğunu, ama onu kat kat aştığını, farklı bir niteliği olması gerektiğini seziyordum. Nereden geliyordu? Anlamı neydi? Nerede yakalanabilirdi? İkinci bir yudum alıyorum, ilk yudumdan fazlasını bulamıyorum, üçüncü yudumda, ikincide bulduğum kadarı da yok. İçmeye son vermem gerek, iksirin etkisi azalıyor sanki. Aradığım gerçeğin onda değil, bende olduğu belli. İksir onu benim içimde uyandırdı, ama onu tanımıyor …” (Kayıp Zamanın İzinde / Marcel Proust)

Kronolojik zaman hissedilen zamana tekabül eder mi?

vakiflar2001-2014 tarihleri arasında yayınlanan “24” isimli bir dizi film vardı. Bir terörle mücadele birimi olan CTU’nun (Counter Terrorist Unit) şefi Jack Bauer’ın başına gelen olaylar işleniyordu. Dizide anlatılan olaylar canlı yayındaki bir maç gibi gerçek zamanlı olarak izleyiciye aktarılıyordu. İlginç olan unsur ekranın sık sık birkaç kareye bölünmesi ve ekran ortasındaki dijital bir saate göre farklı yerlerde aynı anda olup biten şeylerin ekranda eş zamanlı gösterilmesiydi. Ekran bölme (screen split) denen bu sunum haberlerde de kullanılır: “Sayın seyirciler şimdi Londra’ya bağlanıyoruz…” Farklı mekânlardaki sunucular ve konuklar aynı anda tek bir ekranda görünür olurlar ve birbirlerini de görüp duyabilirler.

Ekranda görünenler, filmler ve diziler zannedildiğinden daha önemlidir zira izleyip geçtiğimizi zannederiz ama seyircinin tasavvuru, gözü ve aklı seyrettikleriyle şekil alır. Meselâ ekran bölmeyle yapılan sunuş biçimi gözlerimize (=aklımıza) mekânı ihata eden bir zaman fikrini, daha doğrusu bu önkabulü dayatır. Yani biz ve olaylar mekân denen kutuların içinde hapsolmuşuz ve sanki mekânlar da zamanın içinde boncuk gibi diziliymiş gibi. Sinema ve televizyonculukta kullanılan bu teknik resim sanatındaki perspektif gibidir. Ebediyet maddeleşir; insana imkân veren mekân yerine cismanî sonsuzluk derekesinde, ölçülebilir bir uzam (space) tasvir edilir. Uzam fikri nefsi merkeze alır, Ben’den uzağa uzayıp gider. (Bkz. Tersten Perspektif makaleleri) Bu sebeple ecdadımız minyatürlerde nefsanî uzamı resmetmekten imtina etmişler, merkezî perspektifi kullanmamışlardır. Rönesans’tan sonra Avrupa’da yaygınlaşan ve zaman-mekânı birbirinden ve insanlardan ayıran sanatsal tercihler şirk üzeredir ve Evvel, Âhir, Muhit, Hayy, Kayyum… Olan’ı akletmeye engeldir. Gerçekte bir kudret tecellisi olan zaman ve mekânın varlığı onları hisseden ve akleden bir insandan bağımsız düşünülemez:

vakiflar1“… uzaktan duyduğum tren düdükleri, tıpkı bir ormanda öten kuşlar gibi, mesafeleri vurgular, ıssız kırların enginliğini betimlerdi …” (Kayıp Zamanın İzinde)

Marcel Proust haklı değil mi? Zaman ve mekân mutlak varlıklar değil bazı şeylerin varmış gibi görünmesine imkân veren gerekli vehimlerdir. Nuh (a.s) zamanında sönmüş bir yıldızın ışığı hâlâ gözümüze gelmeye devam ediyorsa gördüğümüz şey yıldızın yokluğu değil Zaman’ın varlığı olabilir ancak. (Bkz. Derin Lügat Maddesi: Zaman-Mekân / Time-Space / शून्यता /悟り/ الزمان والمكان)

Pozitivist körlükle gelen parçalayıcı zekâ yüzünden zaman ve mekânı hem birbirinden, hem de “içinde” yaşayan bizden ayrı bir kutu yahut bizi ve olayları ihtiva eden ama muhtevaya karışmayan zarflar gibi vehmediyoruz. Bu hatalı tasavvur içinden çıkılmaz bir soruyu beraberinde getiriyor: Zaman ve mekân nasıl eklemlenir? Zaman mı mekânı ihata eder yoksa mekân mı zamanı? Cevabı yok çünkü “dünya neden düz?” gibi yanlış sorulara doğru cevap verilemez. Zaman ve mekânı kareli kâğıt gibi yeknesak, homojen zannetmekten kaynaklanıyor bu yanılgı. Zamanı düşünebilmek için ihdas edilen bir modeli Hakikat’in ta kendisi zannedenler galiba helvadan put yapıp tapan ve sonra o putu yiyenlerden daha kötü bir durumdalar:

“… Ertesi gün küçük prens yine geldi.

“Her gün aynı saatte gelmelisin” dedi tilki. “Örneğin öğleden sonra saat dörtte gelirsen, ben saat üçte kendimi mutlu hissetmeye başlarım. Zaman ilerledikçe de daha mutlu olurum. Saat dörtte endişelenmeye ve üzülmeye başlarım. Mutluluğun bedelini öğrenirim. Ama günün herhangi bir vaktinde gelirsen, seni karşılamaya hazırlanacağım zamanı asla bilemem. İnsanın gelenekleri olmalıdır.”

“Gelenek nedir?”

“Bu da çok sık unutulan bir şeydir” dedi tilki. “Bir günü diğer günlerden, bir saati diğer saatlerden ayıran şeydir. Örneğin, şu benim avcıların da gelenekleri vardır. Perşembeleri dansa giderler. Bu yüzden de Perşembe benim için harika bir gündür. Üzüm bağlarına kadar yürüyebilirim. Ama avcılar dansa herhangi bir gün gitseydi, benim için hiçbir günün özelliği olmayacaktı ve asla tatil yapamayacaktım.” (Küçük Prens  / Antoine de Saint-Exupéry)

Sonsöz

Gelecek Zamanın hikâyesidir Vakıf 2 - (Keskul Dergisi)Evet… Vakıf mefhumu bizi “Muhabbet, Merhamet, Adalet, Ticaret ve Şiddet” silsilesinden verme hakkına, modernitenin dayattığı homojen zaman vehminden verme vaktine götürdü. Bu şuurla baktığımızda iyi amellerin yapıldığı saaatlere hapsedilmediklerini, tersine zamandışı bir vasfı haiz olduklarını fark ediyoruz. İyiliklerin madde gibi aşınmaktan, kaybolmaktan münezzeh oluşu kullara bir ebediyet kapısı açıyor: Tenden ibaret olmadığını teorik olarak bilen insan dünyasını Ahiret’e vakfederek müteal / aşkın / transandan bir hakikate temas ediyor bu yolla. İçinde hapsolduğu ten kafesinden kurtulabilmenin yolu zamandışılıktan geçiyor çünkü:

“… Tanrılar zamanın dışında varlıklar olduğundan, nehirde sürüklenen yapraklar gibi onun içinde yolculuk etmezler. Onlar için her şey aynı anda olur. Bu, olacak olan her şeyi bilmeleri gerektiği anlamına gelmelidir, çünkü bir anlamda, olacak olan her şey olmuştur bile …” (Eric / Terry Pratchett)

Kul bu sebeple ebediyeti dayanıklı binada değil O’nun rızası için yapılan işlerde arar. Bu ancak maddî kalıcılık ile manevî ölümsüzlüğü tefrik edenlerin anlayabileceği bir incelik. Bu farukiyet olmaksızın Fatih Sultan Mehmet Han’ın türbesine 1481’den 1924’e kadar 443 yıl boyunca 100’e yakın hafızın hergün sırayla gelmesi ve sürekli Kur’an okunması, hazretin başucunda ALLAH kelâmının bir dakika olsun eksik olmayışını başka türlü anlaşılabilir mi?

Tabi mânâ ve maddeden bahsederken Descartes’in düştüğü düalizm tuzağına dikkat etmek gerek. İdealizm, materyalizm, düalizm vb arayışlar Kâinat’ı anlamamış olanların girdiği çıkmaz sokaklar. Madde ile mânâ birbirine karışmayan paralel evrenler değildir. Âlimlerin buyurduğu üzere mânâ maddenin lâtif hali, madde ise mânânın kesafetidir. Yani birbirini dışlayıcı iki farklı mefhum değil iki zıt cihet söz konusu. “Tevhidî bakış” diyebileceğimiz bu Bir’leştirici açıdan bakınca vakıf mefhumu da ilginç bir veçhesini sunar bize. Nedir o? Nefsimize, ailemize, dünyevî hazlarımıza harcama imkânı bulunan bir mülkün aidiyet sahasını tabiri caizse maddeden mânâya geçirmenin mümkün oluşu. Mülk elbette O’nundur ama isyan etme serbestliği verilmiş, “zalim ve cahil” olan insan O’nun nûrunu tasadduk yoluyla tasdik etme hürriyetine de sahiptir. Zira beyaz zemin renkleri gösterse de beyaz nuru izhar etmek için en uygun zemin karanlıktır, zulmettir. İşte bu bu yolla insan ona emanet edilen mülkü kullara hizmet maksadıyla ve zaman sınırı koymaksızın verdiğinde yani mülkünü haz, ticaret, miras sahasından çıkarıp vakıf sahasına aktardığında mülkün O’nun mülkü olduğunu resmen beyan ve tasdik etmiş olur. Bakınız İmâm-ı Âzam Ebu Hanife Hazreteri vakfı nasıl târif etmiş:

“… Vakıf mülk olan bir aynı, vakfedenin mülkünde habs etmek ve menfaatlerini gelirini; fakirlere veya diğer hayır yollarına tasadduk etmekten (sadaka vermek) ibârettir …”

Ebu Hanife’nin talebeleri olan ve “İmâmeyn” diye bilinen İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed ise şöyle demişler:

 “Mülk olan bir aynı, devamlı olarak (alavechit-te‘bid) Allah’ın mülkü olmak üzere temlik ve temellükten menetmek ve menfaatlerini Allah’ın kullarına tasadduk etmektir”

Modern dünyada vakıf ibadet olarak değil dünyevî bir yatırım gibi algılanıyor. Ticaret, lobicilik, düşünce kuruluşu türü amaçlara hizmet eden vakıflar(!) çok. Siyasete, ideolojik kavgalara, batıl davalara adanan, kâh şöhret için kâh bir terapi gibi zenginlerin kendilerini iyi hissetmesi için harcanan paraların maddî dünyayı terk etmesi ve mânâya kanat açması mümkün mü?

“… Elbette ki onların ne etleri ve ne de kanları Allah’a erecek değildir. Velâkin O’na sizden takvâ erecektir. Onları öylece size musahhar kılmıştır, tâ ki size hidâyet buyurduğundan dolayı Allah’a tekbirde bulunasınız ve muhsin olanları müjdele …” (Hac, 37)

Medeniyet inşa etmek münevver Müslümanların haklı olarak yoğun mesai harcadıkları bir mevzu. Kanaatimizce vakıf mefhumu hakkıyla idrak edildiğinde medeniyet tartışmaları da bugünkünden çok daha sağlam bir zemine oturacak. Vergi muafiyeti yahut şöhret gibi dünyevî kaygılarla, ideolojik batıl davalarla kirlenmemiş bir vakıf idraki ihsan ve vakit arasındaki münasebeti anlamamızı sağlayacaktır. Zira kulluk şuuruyla yaşayan ve bu sebeple kendini homo-economicus zannetme illetinden kurtulan insanlar mülkü vakfetmenin müteâl veçhesini de kalplerinde tabi olarak hissedeceklerdir. (Bkz. E-kitap: Senin tanrın çok mu yüksekte?) Zaten medeniyet inşâ’ı da güzel binalarla değil güzel insanlarla başlamaz mı? İşte o güzel insanlar “Muhabbet, Merhamet, Adalet, Ticaret ve Şiddet” silsilesini fehmettiklerinden bir yandan vakıflarla muhabbeti ve merhameti diri tutacak, diğer yandan da adalet sayesinde ticaret ve şiddeti ihata edeceklerdir inşâallah.

vakiflar111

 

Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat, Mimarî, Ateizm, Tarih, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Felsefe… Bugün 72 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin… 

 

Fikir Kırıntıları – 1

fikir-kirintilari 71 kitap indirin72 kitap indirin140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak  bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.

Kitap tanıtan kitap 7

kitap-tanitan-kitap-7 - kucuk 71 kitap indirin72 kitap indirinKitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı “Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi ve Seksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimler de bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların  yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:



71 kitap indirin72 kitap indirinDerin Lügat 3.0

Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.

3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.

İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler.  Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?

Aydınlanma ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.

Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.

İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

 

Edward Hopper’ı okumak

hopper-kapak 71 kitap indirin72 kitap indirinAmerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.

Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.

Senin tanrın çok mu yüksekte?

senin-tanrin-cok-mu-yuksekte 71 kitap indirin72 kitap indirin

Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.

İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:

  • Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
  • Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.

Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık. Buradan indirebilirsiniz.

Öteki Sinemanın Çocukları

oteki-sinemanin-cocuklari 71 kitap indirin72 kitap indirinYakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “Sinema Endüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmler yapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.

kitap-tanitan-kitap-6 71 kitap indirin72 kitap indirinKitap Tanıtan Kitap 6

Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.

Önceki kitap sohbetleri:

sen-insansin 71 kitap indirin72 kitap indirinSen insansın, homo-economicus değilsin!

Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz AdamJames Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor.  Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…

Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.


tezyin_kapak-150 71 kitap indirin72 kitap indirinGözle dinlenen müzik: Tezyin

Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.

Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.

Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.

Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi

71 kitap indirin72 kitap indirinT.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?

Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…

Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.


freud-kapak 71 kitap indirin72 kitap indirinGurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”

Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.

Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi,  buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.

fethullah-gulen-kapak 71 kitap indirin72 kitap indirin

Fethullah Gülen’i iyi bilirdik

(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)

Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.

Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.

Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların  güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.

Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır

yitik 71 kitap indirin72 kitap indirinAfganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?

Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” içinBuradan indirebilirsiniz.


İslâm’da Mimar ve Şehir

Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” 71 kitap indirin72 kitap indirindemokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.

Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.

Trackback URL

  1. 1 Yorum

  2. Yazan:Not Defteri Tarih: Mar 27, 2017 | Reply

    Sanatla ilgili yazdığınız şu cümleler beni benden aldı. Yine kalemi kuşanmış ve hakkını vermişsiniz.
    ———————————————–
    “Modern dünyada vakıf ibadet olarak değil dünyevî bir yatırım gibi algılanıyor. Medeniyet inşa etmek münevver Müslümanların haklı olarak yoğun mesai harcadıkları bir mevzu. Kanaatimizce vakıf mefhumu hakkıyla idrak edildiğinde medeniyet tartışmaları da bugünkünden çok daha sağlam bir zemine oturacak. Kul bu sebeple ebediyeti dayanıklı binada değil O’nun rızası için yapılan işlerde arar. Bu ancak maddî kalıcılık ile manevî ölümsüzlüğü tefrik edenlerin anlayabileceği bir incelik. Bu farukiyet olmaksızın Fatih Sultan Mehmet Han’ın türbesine 1481’den 1924’e kadar 443 yıl boyunca 100’e yakın hafızın hergün sırayla gelmesi ve sürekli Kur’an okunması, hazretin başucunda ALLAH kelâmının bir dakika olsun eksik olmayışını başka türlü anlaşılabilir mi? Tabi mânâ ve maddeden bahsederken Descartes’in düştüğü düalizm tuzağına dikkat etmek gerek. İdealizm, materyalizm, düalizm vb arayışlar Kâinat’ı anlamamış olanların girdiği çıkmaz sokaklar. Madde ile mânâ birbirine karışmayan paralel evrenler değildir.”
    ——————————————-

    Ecdadımız Selçuklu Sanatını düşününce vakfın Abbaside, Selçukluda, Osmanlı’da hayat bulduğunu idrak ediyor insan. İmari, taş oymacılığı, ahşap oyma sanatı, hat sanatı, çinicilik, halıcılık gibi dallarda özgün bir tarz oluşturabilmiş. Üstelik bunu çok zor bir dönemde, Haçlı seferleri ve Moğol istilası gibi faciaların ortasında başarabilmiştir. Günümüzde mimari, edebiyat ve musiki başta olmak üzere, hiçbir sanat dalında özgün bir üslup oluşturamadığımız açıktır. Bunun temel sebebi, sanat anlayışımızın, medeniyetimizin ruhu ile bağlarının kopmuş olmasıdır. Medeniyetimizin ruhu, din, ilim ve sanatın bütünlüğü temeline dayanır. Halbuki günümüzde, din, ilim ve sanat arasındaki bağlar koparılmış olduğu gibi, üstelik her biri kendi içinde Batılı değer yargılarının istila ve işgali altındadır. Selçuklu örneğinde gördüğümüz üzere, sanatta üslup mutlak surette bir dünya görüşüne ve kainat anlayışına dayanır. Bugün, çok değerli mimarlarımız, taş ve ahşap oyma ustalarımız, hattatlarımız, tezhip ve kalem işine vakıf nakkaşlarımız var. Belki sayıları da Selçuklu hatta Âl-i Osman dönemine göre daha fazladır. Ama yine de bir Karatay Medresesi, bir Rüstem Paşa Camii gibi zaman ve mekanı aşan özgünlükte eserler yapılamıyor. Çünkü eksik olan medeniyetimizin ruhudur, eksik olan dünya görüşüdür ve eksik olan varlık anlayışımızdır. Bu eksikliğin sebebi ise sanatkarlarımız değil siyasi, fikri ve kültürel olarak hakiki devlet ve millet bütünleşmesini sağlayamadığımız içindir.

  1. 4 Trackback(s)

  2. Ağu 13, 2016: Cemaat, Tarikat, Nebahat, Hububat, Zerzevat ve Öteki Atlar | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  3. Mar 9, 2017: Demokrasi / Democracy / Демократия /デモクラシー/ ديمقراطية | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  4. Mar 21, 2017: Savaşsızlık, barış değildir! | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!
  5. May 12, 2017: Realpolitik / الواقعية السياسية | Ne Mutlu "İnsan'ım" Diyene!

ÖNEMLİ

--------------------------------------------------------------------

Tüm yazı, yorum ve içerikten imza sahipleri sorumludur. Yayımlanmış olmaları, bu görüşlere katıldığımız anlamına gelmez.

Hakaret içerse dahi bütün yorumlar birer fikir eseridir. Ama bu siteye ilk kez yorum yazıyorsanız, yorum kurallarına gözatın yine de.

Not: Sitenin ismini dert etmeyin, “derinlik” üzerine bayağı bir geyik yaptık, henüz söylenmemiş bir şey bulmanız oldukça zor :)

Editörle takışmayın, o da bir anne-babanın evlâdıdır, sabrının sınırı vardır. Siz haklı bile olsanız alttan alın, efendilik sizde kalsın.

Sitenin iç işleriyle ilgili yorum yapmayın, aklınıza takılan soruları iletişim kutusundan sorun, kol kırılsın, yen içinde kalsın.

Kendi nezaketinizi bize endekslemeyin, bizden daha nazik olarak bizi utandırın. Yanlış ve eksik şeylerden şikayet etmek yerine bilgi ve yeni bakış açısı sunarak tamamlayın, düzeltin, tevazu ile öğretin bize bildiklerinizi.

Bu kurallara başkasının uyup uymamasına aldırmayın, siz uyun. Bütün yorumları hızla onaylanan EN KIDEMLİ YORUMCULAR arasındaki nizamî yerinizi alın.

--------------------------------------------------------------------
  • Siz de fikrinizi belirtin