Milletlerin Zenginliği / Adam Smith
By Jonathan Kucukarabaci on Nis 17, 2016 in Ekonomi, Kitap Alıntısı, Liberalizm
En kötü giden mevsimlerde ellerindeki kendilerine her zaman yetmiş, yalnız ihracata pek yetmemiştir. Demek, emeğin para olarak ödenen bedeli, anayurdun herhangi bir yerindekinden yüksekse, emeğin gerçek bedelinin, yani bunun işçiye ilettiği yaşam için gerekli ve elverişli maddeler üzerindeki gerçek egemenliğin, büsbütün yüksek olması gerekir. Kuzey Amerika, henüz İngiltere kadar zengin olmamakla birlikte çok daha gelişkindir; yeni zenginlikler edinebilme yolunda çok daha büyük bir hızla ilerlemektedir. Bir ülkede refahın en kesin belirtisi, o ülkede ahali sayısının artmasıdır. Büyük Britanya ile öteki Avrupa ülkelerinin çoğunda, nüfusun beş yüz yıl geçmeden iki katına çıkamayacağı sanılmaktadır. Kuzey Amerika’daki İngiliz sömürgelerinde, ahali sayısının yirmi veya yirmi beş yılda katmerleştiği görülmüştür. Hem, şimdiki zamanda bu artış, aslında içeri biteviye yeni nüfus girmesinden değil, insanların pek çoğalmasından ileri gelmiştir. Orada, yaşını başını almış kimseler, kendi soylarından çoğu kez 50 den 100 e kadar, bazen çok daha fazla, döl döş görürlermiş. Emek orada öylesine iyi mükâfat görüyor ki, çok çocuklu bir aile, ana babalar için bir yük olacak yerde, bir varlık ve refah kaynağı olmaktadır. Kuzey Amerika’da ailece ocağından ayrılacak duruma gelmeden, her çocuğun emeğinin; ana babaya yılda 100 lira salt kazanç getireceği hesap edilmektedir.
Avrupa’da ikinci bir koca bulma ihtimali pek az olan, orta ya da aşağı halk tabakası içinden dört beş çocuklu bir genç dulun, orada, çokluk, aranıp da bulunamayacak bir kelepir gibi peşinden koşulmaktadır. Evlenmeyi körükleyen nedenlerden en büyüğü çocukların değeridir. Onun için, Kuzey Amerika’da genel olarak pek genç yaşta evlenildiğine şaşmamalıyız. Bu gibi erken evlenmelerden ileri gelen büyük nüfus artışına karşın, Kuzey Amerika’da boyuna adam yetersizliğinden sızlanırlar. İşçilere karşı olan talep, işçileri geçindirmek için olan ödenekler, anlaşılan çalıştırmak üzere bulabildikleri işçilerden çabuk artmaktadır.
Bir ülkenin zenginliği çok büyük de olsa, uzun zaman yerinde sayar durumda kalmışsa, orada emek ücretlerinin pek yüksek olacağını ummamalıyız. Ücret ödemek için ayrılan ödenek, yani ülke ahalisinin geliri ve mal mevcudu çok büyük olabilir. Ama bu ödenekler yüzyıllarca aynı büyüklükte ya da aşağı yukarı aynı büyüklükte olagelmiş ise, o zaman her yıl kullanılan işçi sayısı, ertesi yıl gerekecek sayıyı kolayca karşılayabilir; hatta, fazla bile gelebilir. Adam kıtlığı pek olamaz. Patronlar da işçi elde etmek için birbirleriyle açık artırma zorunda kalmazlar. Bu takdirde aksine, işçiler, doğal talebi aşacak kadar çoğalır. İşçiler için, sürekli bir iş kıtlığı olur. İşi ele geçirebilmek için, işçiler, aralarında açık eksiltmeye girişmek zorunda kalırlar. Böyle bir ülkede emek ücretleri, işçiyi geçindirmeye elvereni, çoluk çocuk yetiştirmesini mümkün kılmaya yeteni aştı mı, işçilerin rekabetiyle patronların çıkarı çok geçmeden bu ücretleri insanlığa yaraşacak olan bu en aşağı kerteye indirecektir. Çin, uzun zaman dünyanın en zengin, yani en verimli, toprağı en iyi işlenmiş, en çalışkan, en çok nüfuslu ülkelerinden biri olmuştur. Ama, bu ülke uzun zamandan beri yerinde sayar gibidir. Orayı beş yüz yıldan fazla bir zaman önce ziyaret etmiş olan Marco Polo, bu ülkenin tarımını, sanayisini, nüfusunu, hemen hemen bugünkü gezginlerin kullandıkları aynı sözlerle tasvir etmektedir. Bu İmparatorluk, kanunlarının ve âdetlerinin niteliğine göre mümkün olan zenginliğin tümüne belki Marco Polo’dan çok önce ulaşmış bulunuyordu.
Bütün gezginlerin başka nice bakımlardan birbirini tutmayan anlatımları, Çin’deki düşük emek ücretleri üzerinde, bir işçinin çocuk yetiştirmekte uğradığı güçlük üzerinde mutabıktır. Bütün gün toprağı kazarak, akşamına azıcık pirinç satın alabilecek kadar para kazanırsa, işçi öpüp başına koyar. Orada zanaat sahiplerinin durumu belki daha da kötüdür. Avrupa’da olduğu gibi, işliklerinde, sessizce müşterilerinin kendilerine başvurmasını bekleyecek yerde, hizmetlerini ortaya döküp, âdeta iş dilenerek, araç gereciyle birlikte sokaklarda sürterler. Çin’deki aşağı tabakalardan halkın yoksulluğu, Avrupa’nın en sefil milletlerindeki fakirliği gölgede bırakır.
Kanton dolayında yüzlerce, çokluk söylendiğine göre, binlerce ailenin, toprak üstünde başını sokacak yeri yoktur; bunlar, sürekli olarak, kanallarla ırmaklardaki küçük balıkçı kayıklarında yaşar. Orada buldukları yiyecek pek devede kulak olduğundan, bir Avrupa gemisinden denize dökülmüş en iğrenç artıkları toplamaya can atarlar. Herhangi bir leş, örneğin bozulmaya başlamış, kokmuş bir kedi ya da köpek ölüsü, onlar için başka ülkeler halkına en mükemmel gelen gıda kadar makbuldür. Çin’de evlenmeyi şevklendiren şey çocukların kazançlı oluşu değil, onları ortadan kaldırmanın serbest oluşudur. Bütün büyük kasabalarda, her gece birçok çocuk sokaklara bırakılır ya da köpek enikleri gibi suda boğulur.
Hatta, bu korkunç işi yapmak bazı kimselerin açıktan açığa geçimlerini kazandıkları bir görevmiş. Yine de Çin, belki yerinde saymakla birlikte geri gidiyora da benzemez. Hiçbir yerde ahali kentlerini bırakıp gitmiş değildir. Hiçbir yerde, bir kez işlenmeye başlamış olan toprak yüzüstü bırakılmamıştır. Demek, her yıl aynı ya da aşağı yukarı aynı miktar iş görülegelmek gerekir. Dolayısıyla da, işçi geçindirecek ödeneklerin göze batacak kadar azalmamış olması lazımdır. Böylece, geçimlerinin darlığına karşın en alt tabakadan işçilerin, şu veya bu şekilde sayıca her zamanki gibi kalabilecek kadar başlarını kurtarmış olmaları gerekir.
Fakat, emeği ayakta tutabilmek için olan ödeneklerin gitgide azaldığı bir ülkede durum başka türlü olur. Bütün işkollarında, her yıl hizmetçilere ve işçilere karşı talep bir yıl öncekinden az olacaktır. Daha yüksek sınıf işlerde yetişmiş olanlardan çoğu kendi zanaatlarında iş bulamayacağından, bunu, memnunlukla en aşağı tabakalarda arayacaklardır. En aşağı sınıf, kendi işçilerinden başka, bir de bütün öteki tabakalardan akın edenlerle dolup taşacağından, bu sınıftaki iş rekabeti öyle artacaktır ki, ücretler işçinin en düşkün, en yoksul yaşayışı düzeyine inecektir. Birçokları, bu çetin şartlar içinde bile iş bulamayacaklar; ya açlıktan ölecek duruma gelecek yahut dilenerek veya kötülüklerin en sunturlusunu yapmaya sürüklenerek geçim yolu arayacaklardır. Yokluk, açlık, ölüm, çok geçmeden bu sınıf içinde hüküm sürecek, oradan yukarı tabakalara yayılacaktır. Ta ki, ahali sayısı ülkede ötekilerini yok eden beladan veya musibetten kurtulup arta kalabilen gelir ve mal mevcuduyla kolayca beslenebilecek kadar azalsın. Belki, Bengal’deki sömürgelerle Doğu Hint adalarındaki öteki bazı İngiliz kol atma tesislerinin bugünkü durumu aşağı yukarı böyledir. Evvelce, nüfusu pek azalmış olan, bundan ötürü geçimin pek güç olmaması gereken, bütün bunlara karşın bir yılda üç dört yüz bin kişinin açlıktan öldüğü verimli bir ülkede; çalışan yoksulları yaşatacak ödeneklerin büyük bir hızla azalmakta olduğundan şüphe etmemeliyiz.
Kuzey Amerika’yı kayırıp yöneten İngiliz yasasındaki anlayışıyla, Doğu Hint adalarını ezip suyunu çıkaran ticaret ortaklığı arasındaki fark, belki bu ülkeler arasındaki farklı durumdan daha iyi bir şekilde anlatılamaz. İşte, emeğin bol mükâfat görmesi, artan ulusal zenginliğin gerekli sonucu olduğu kadar onun doğal belirtisidir. Öte yandan, yoksul işçilerin dar geçimi, yerinde sayışının kanıtı, açlıktan can çekişmeleri ise, alabildiğine geri gidişin tanığıdır.
… Liberalizm, demokrasi ve ekonomi üzerine kitap okumak için…
Liberalizm Demokrasiyi Susturunca
Halkın iradesi liberalizm ile çatışırsa ne olur? 2008′de başlayan ekonomik kriz sürmekte. Eğitim, sağlık ve güvenlik hizmetlerine ayrılan bütçeler kırpılırken batan bankaları kurtarmak için yüz milyarlarca dolar harcanıyor. Alın terinin finans kurumlarına peşkeş çekilmesini istemeyenler protesto ediyor. Ama batılı devletler polis copuyla finans sektörünü savunmaktalar. Ne oldu? Bütün nüfusun binde birini bile temsil etmeyen bankacıların çıkarları geri kalan %99.99′un önüne nasıl geçti? Alıp satma, üretip tüketme özgürlüğü nasıl oldu da halkı finans sektörünün kölesi yaptı? Mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı uğruna halkın iradesi çiğnenebilir mi? Okuyacağınız kitap demokrasi ile liberalizmin savaşı üzerinedir. Buradan indirebilirsiniz.
Atina’da, Roma’da, Madrid’de ve Washington’da artık halkın değil bankaların dediği oluyor. Batı’da demokrasi geriliyor, yeni bir düzen kuruluyor. Alıp satma özgürlüğü nasıl oldu da halkı bankaların kölesi yaptı?
İnsanî değerlerin değil maddî değerlerin hakim olduğu her toplum kendi arsızlığı altında ezilmeye mahkûm aslında. Thomas Jefferson, George Washington, Max Weber, Hannah Arendt, Karl Marx ve Alexis de Tocqueville’in eserlerinde ısrarla üzerinde durulan bir mesele bu. Zenginleşmeye ve para ile daha çok haz almaya odaklanan insanlar bencilleşiyorlar. Siyasetten, cemiyetin dertlerinden uzak, oy kullanmaya bile üşenen bir güruh çıkıyor meydana.
Tam da bu yüzden Batı’da demokrasinin en büyük düşmanı batılı insan modeli oldu. Kendini özel hayatına hapseden, lüks tüketime, tatile, konfora odaklanan batılı insanlar politikadan uzaklaştılar. Bu refah toplumunun bireyleri diğer insanların dertlerine duyarsızlaştı. Para bu süreçte kutsallaştı. Yine bu yüzden bankalar ve bankacılar ilahlaşarak hukukun üstüne çıkabildiler.
İşte bu fikrî zemindir sermayeyi aşırı büyüten, savcıları, hakimleri bile etkisiz hale getiren. Bankacılarına söz geçiremeyen batı toplumları tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler… Peki 2008 ekonomik kriz süreci nasıl gelişti? Krizi tetikleyen ve büyüten ne oldu?
Bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Yaklaşık 40-50 kişilik bir ekip. Kriz sürecinden zenginleşerek ve güçlenerek çıktılar. Banka kurtarma operasyonlarıyla halen zenginleşmekteler.
Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor:
- Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler?
- “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar?
- Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi?
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur.Buradan indirebilirsiniz.
1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik“millî”okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.
Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik.Buradan indirin.
… Tüketim tutkusu ve kimlik krizleri üzerine kitap okumak için…
Ey Kapitalizm! Kara Sevdam! / Charles Allen Scarboro
Kapitalizm bir kara sevdanın adı. Tutkulu bir aşk hikâyesi… Her gün kalbimizi kıran, bize hakaretler yağdıran, herkesin içinde rezil eden o sevgiliyi(!) terk edemiyoruz bir türlü. Alış-veriş merkezleri dolup taşıyor. Kredi kartı borçlarımız şişiyor. Bütün bu borçları ödemek için daha çok çalışmaya razıyız. Ailemizi, sağlığımızı, tatillerimizi, ibadetlerimizi feda ediyoruz. Hatta iş “arkadaşlarımızın” ayağını kaydırmak için planlar yapıyoruz.
Heyecanla satın alıp eve getirdikten sonra bir kenara attığımız ne çok şey var oysa. Okunmamış kitaplar, seyredilmeyi bekleyen DVDler, modası geçmiş giysiler, eski cep telefonları… Almak gerek ama kullanmak şart değil. Çünkü karnımızı doyurmak için değil“birisi olmak” için tüketiyoruz:
“…Üniversitemdeki kapalı kızların çoğu, eşarplarını markası görünecek şekilde bağlıyor. Öğrenciler kitaplarını Mango çantalarda taşıyor. Bir Coach çanta, etiketi görünmeksizin pek de kıymetli değil. Ralp Lauren sağ tarafa işlenen küçük bir biniciyle bir servet kazandı. Çorapların bile görülebilir yerlerine logolar işlenmiş. Neden marka bu kadar önem arzediyor?…”(C.A. Scarboro)
Ne gariptir ki Türkiye’de hemen her kesimden insanı kolaylıkla birleştirebilen bir slogan var: “Kapitalizme Hayır!”. İslâmcı, komünist, ülkücü, Kemalist… Yürüyüşler yapıyorlar. Seminerler düzenliyorlar. “Küresel sermayeye geçit yok!”diye haykırıyorlar. İşçilerin sömürülmesinden Afrika’daki açlığa, ortadoğudaki petrol savaşlarından dünyanın kirlenmesine kadar her taşın altından çıkan bir düşman bu. Kapitalizm karşıtı İslâmcıların, komünistlerin, ülkücülerin ve Kemalistlerin ekonomi tasavvuru nasıldır? Kapalı kapıların ardında puro içen şişman adamlar mı tahayyül ediyorlar bilmiyorum. Ama bazen kendilerini aldattıklarını düşünüyorum. İyi ile kötü arasında bir çizgi çekmek, kötüleri “öteki tarafta” bırakmak… O kadar da kolay değil:
“Ah keşke her şey o kadar basit olsaydı. Bütün kötülükleri içi kararmış birileri yapsaydı ve bütün mesele onları bulup yok etmekten ibaret olsaydı. Ne var kiİyi ileKötü arasındaki çizgi her insanın kalbinden geçiyor. Kim kendi kalbinin bir parçasını yok etmek ister?” (Soljenitsin)
Okuyacağınız bu kitap insanların para ile, tüketim ile kurdukları ilişkiye ışık tutuyor. Charles Allen Scarboro’nun Karl Marx ve Max Weber’in fikirlerinden de isitifade ederek hazırladığı özgün bir çalışma. Scarboro İstanbul’da yaşayan bir Amerikalı. Akademik birikiminin yanı sıra kapitalizmin anavatanından gelmesi, “içimizde yaşayan bir öteki” olması bu kitaba ayrı bir lezzet katmış kanaatimce. Modern yaşamın getirdiği “önemsizleşme” hissi ve bunun yol açtığı kimlik ihtiyacını sorgulayan, klasik ekonomi teorilerini tamamlayan bu çalışmayı Müleyke Barutçu Türkçeye kazandırdı. Kendisinden Chomsky, Klein ekseninde yeni çalışmalar ve özgün makaleler de okumayı umuyoruz. Kitabı buradan indirebilirsiniz.