Milletlerin Zenginliği / Adam Smith
By Jonathan Kucukarabaci on May 22, 2016 in Ekonomi, Kitap Alıntısı, Liberalizm
İki adamın sürdüğü, sekiz beygirin çektiği büyük tekerlekli bir araba, aşağı yukarı dört ton ağırlığındaki malı Londra’dan Edinburgh’a, şöyle böyle altı haftada getirip götürebilir. Aşağı yukarı aynı süre içinde, 6 ya da 8 adamın kullandığı bir gemi, Londra ile Leith limanları arasında, gidip gelerek, çokluk iki yüz ton ağırlıkta mal taşır. Böylece, su yolu ile ulaştırma sayesinde 6 ya da 8 kişi, aynı süre içinde, Londra ile Edinburgh arasında, yüz adamın sürüp dört yüzü beygirin çektiği büyük tekerlekli elli araba ile taşınan kadar malı getirip götürebilir. Demek ki, en ucuz kara yolu ile Londra’dan Edinburgh’a taşınan iki yüz ton malın üstüne, yüz insanın üç hafta süre ile bakımı masrafını, ayrıca dört yüz beygir ile elli büyük arabanın hem bakımını hem de aşağı yukarı bakımları kadar tutan yıpranıp eskimeleri masrafını yüklemek gerektir.
Oysa, su yolu ile taşınan aynı miktar mala, ancak 6 ya da 8 insanın geçimi ile, iki yüz tonluk bir geminin yıpranıp eskime masrafı, bir de fazla olan riziko karşılığı yahut kara ve su ulaştırması arasındaki sigorta farkı binecektir. İşte, bu iki yer arasında kara yolundan başka ulaştırma bulunmasaydı, birinden ötekine ancak ağırlıklarına oranla pahası pek yüksek mallar taşınabileceğinden, aralarında şimdi yapılabilen alışverişin pek azı olabilirdi. Bu yüzden de karşılıklı olarak birbirlerinin çalışmasını desteklemeleri şimdiki gibi değil, pek az olurdu. Dünyanın birbirinden uzak bölgeleri arasında ya pek az alışveriş olur ya hiç olmazdı. Hangi mallar, Kalküta ile Londra arasındaki karadan ulaştırma ücretini kaldırabilirdi ki? Yahut böyle bir masrafı kaldıracak kadar değerli olsa bile o mal, bunca barbar milletlerin topraklarından ne denli esenlikle geçirilebilirdi? Bununla birlikte, şimdi bu iki kent, kendi aralarında pek önemli alışverişte bulunmakta; karşılıklı olarak birbirlerine pazar sağladıklarından, birbirlerinin çalışmasını epey gayrete getirmektedir.
Su yolu ile taşımanın bu gibi üstünlükleri bulunduğuna göre, sanatın ve sanayinin ilk gelişmesinin, bu kolaylık sayesinde, her türlü emek ürününe bütün yeryüzünün pazar olarak açıldığı yerde olması; bunların ülke içlerine hep çok sonra yayılmaları doğaldır. Ülkenin iç tarafları, mallarının çoğuna, kendilerini çevreleyip deniz kıyıları ile kullanışlı ırmaklardan ayıran topraklardan başka pazar uzun zaman için, bulamaz. O yüzden, pazarlarının genişliğinin, uzun zaman o toprakların zenginliği ve kalabalıklığı oranında kalması gerekir. Bundan ötürü, buraların gelişmesi, ancak o arazinin gelişmesinden sonra olabilir. Kuzey Afrika’da bulunan sömürgelerimizdeki çiftlikler, her zaman ya deniz kıyıları ya kullanışlı ırmaklar boyunca kol salmışlardır. Hemen hiçbir yerde bunların çok ötelerine yayıldıkları olmamıştır.
En güvenilir tarihe göre, anlaşılan ilk uygarlaşmış milletler, Akdeniz kıyıları çevresinde oturanlardı. Yeryüzünde bilinen bütün iç denizlerin en büyüğü olan bu denizde gelgit bulunmadığından, bundan dolayı da rüzgârlardan başka nedenle dalgalanmalar olmadığından hem sularının durgunluğu hem adalarının çokluğu hem çevresindeki kıyıların yakınlığından ötürü, cihan denizciliğinin başlangıcı için burası pek elverişli idi. O çağlarda pusula kullanmasını bilmediklerinden, insanlar kıyıları gözden kaybetmekten korkuyor; gemi yapma sanatının kusurlu oluşu yüzünden, kendilerini okyanusun azgın dalgalarına bırakıvermeyi gözleri tutmuyordu. Herkül sütunlarını geçmek, yani Cebelitarık boğazının ötesine yelken açmak, eski dünyada uzun zaman en parmak ısırılan, en tehlikeli denizcilik başarısı sayılıyordu. O eski çağların en becerikli denizcileri, en bilgili gemi mimarları olan Finikeliler’le Kartacalılar bile, bu geçidi neden sonra deneyebildiler. Uzun zaman için, bunu sınayabilen yalnız bu milletler olmuştur.
Akdeniz kıyılarındaki bütün ülkeler içinde, Mısır’ın, tarım ve sanayisini, önemli denecek gibi ilerleten ilk ülke olduğu görülüyor. Yukarı Mısır, hiçbir yerde Nil’in birkaç mil ötesinden ileriye uzanmaz. Aşağı Mısır’da ise, o koca ırmak başka başka birçok kanallara bölünür. Azıcık hüner sayesinde (hemen hemen bugün Hollanda’da Ren ve Möz ırmaklarındaki gibi) bütün büyük kentler, bütün büyücek köyler, hatta kırlardaki bir sürü çiftlik evleri arasında, bu kanalların su yolu ile ulaşıma yaramış olduğu anlaşılıyor. Bu iç su yollarında gidiş gelişin kapsam genişliği ve kolaylığı belki Mısır’ın erkenden gelişmesinin başlıca nedenlerinden biri olmuştur.
Bengal illeri ile Doğu Hint Ülkeleri’nde Çin’in bazı doğu illerinde, tarım ve sanayi gelişmesinin en eski çağlara dek uzandığı anlaşılıyor. Bununla birlikte, pek uzaklara giden bu eskilik, dünyanın bu bölgesindeki bizlerin yetkisinden emin olduğumuz hiçbir tarihle belgelenmiş değildir. Bengal’de, Ganj ile birçok başka büyük ırmaklar, Mısır’daki Nil’de olduğu gibi bir sürü kullanışlı kanallar meydana getirmektedir. Çin’in doğu illerinde de birçok büyük ırmak, çeşitli kolları ile bir sürü kanal oluşturur.
Bunlar, birbirlerine geçit verdiği için, Nil’den ve Ganj’dan, belki, her ikisinden daha geniş iç su ulaştırmasına elverişlidir. Eski Mısırlılar’la Hintliler’den ve Çinliler’den hiçbirinin, dış ticareti teşvik etmemiş olup, elde ettikleri büyük varlığın hepsini su yollarından yararlanarak sağlamışa benzemeleri dikkate değer.
Bütün iç Afrika’nın, Asya’nın, Karadeniz ile Hazar denizinin epey ötesine düşen bölgenin tamamının, eski İskit ülkesinin, bugünkü Tataristan ile Sibirya’nın, oldum olası, şimdi gördüğümüz barbar ve uygarlıksız durumda bulundukları anlaşılıyor. Tataristan denizi, gidip gelmeye elverişli olmayan bir buz okyanusudur. Dünyanın en büyük ırmaklarından birkaçı bu ülkeden geçiyorsa da çoğu yerinde bu ırmaklar ulaştırma ve alışverişte bulunabilmek için, birbirine pek uzaktır. Avrupa’daki Baltık ve Adriyatik denizleri, gerek Asya gerek Avrupa’daki Karadeniz ve Akdeniz, Asya’daki Aden, Basra, Hint, Bengal, Siyam körfezleri gibi deniz ticaretini bu koskoca kıtanın içerlerine dek ulaştırabilecek giriş kapılarından hiçbiri Afrika’da yoktur. Afrika’nın büyük ırmakları da, önemlice iç su yolu ulaştırmasına elvermeyecek kadar birbirlerinden uzaktır. Esasen, bir milletin çokça kollara ya da kanallara bölünmeyen, denize dökülmezden önce bir başka topraktan geçen bir ırmak yolu ile yapılabileceği ticaret hiçbir zaman pek fazla olamaz. Çünkü yukarıdaki ülke ile deniz arasındaki bağlantıyı kesmek, hep öteki arazinin sahibi bulunan milletin elindedir. Tuna üzerindeki gidiş gelişin, Bavyera, Avusturya, Macaristan gibi türlü devletlere faydası, ırmak yolunun tamamının Karadeniz’e döküldüğü yere dek bu devletlerden yalnız birinin elinde bulunduğu takdirde olabileceğinden çok daha azdır.
… Liberalizm, demokrasi ve ekonomi üzerine kitap okumak için…
Liberalizm Demokrasiyi Susturunca
Halkın iradesi liberalizm ile çatışırsa ne olur? 2008′de başlayan ekonomik kriz sürmekte. Eğitim, sağlık ve güvenlik hizmetlerine ayrılan bütçeler kırpılırken batan bankaları kurtarmak için yüz milyarlarca dolar harcanıyor. Alın terinin finans kurumlarına peşkeş çekilmesini istemeyenler protesto ediyor. Ama batılı devletler polis copuyla finans sektörünü savunmaktalar. Ne oldu? Bütün nüfusun binde birini bile temsil etmeyen bankacıların çıkarları geri kalan %99.99′un önüne nasıl geçti? Alıp satma, üretip tüketme özgürlüğü nasıl oldu da halkı finans sektörünün kölesi yaptı? Mal, hizmet ve sermayenin serbest dolaşımı uğruna halkın iradesi çiğnenebilir mi? Okuyacağınız kitap demokrasi ile liberalizmin savaşı üzerinedir. Buradan indirebilirsiniz.
Atina’da, Roma’da, Madrid’de ve Washington’da artık halkın değil bankaların dediği oluyor. Batı’da demokrasi geriliyor, yeni bir düzen kuruluyor. Alıp satma özgürlüğü nasıl oldu da halkı bankaların kölesi yaptı?
İnsanî değerlerin değil maddî değerlerin hakim olduğu her toplum kendi arsızlığı altında ezilmeye mahkûm aslında. Thomas Jefferson, George Washington, Max Weber, Hannah Arendt, Karl Marx ve Alexis de Tocqueville’in eserlerinde ısrarla üzerinde durulan bir mesele bu. Zenginleşmeye ve para ile daha çok haz almaya odaklanan insanlar bencilleşiyorlar. Siyasetten, cemiyetin dertlerinden uzak, oy kullanmaya bile üşenen bir güruh çıkıyor meydana.
Tam da bu yüzden Batı’da demokrasinin en büyük düşmanı batılı insan modeli oldu. Kendini özel hayatına hapseden, lüks tüketime, tatile, konfora odaklanan batılı insanlar politikadan uzaklaştılar. Bu refah toplumunun bireyleri diğer insanların dertlerine duyarsızlaştı. Para bu süreçte kutsallaştı. Yine bu yüzden bankalar ve bankacılar ilahlaşarak hukukun üstüne çıkabildiler.
İşte bu fikrî zemindir sermayeyi aşırı büyüten, savcıları, hakimleri bile etkisiz hale getiren. Bankacılarına söz geçiremeyen batı toplumları tıpkı 1980′lerde ordusuna söz geçiremeyen Türkiye’nin durumuna düştüler… Peki 2008 ekonomik kriz süreci nasıl gelişti? Krizi tetikleyen ve büyüten ne oldu?
Bize yansıtılanın aksine, 2008’de Amerikan emlâk sektöründen başlayan kriz öngörülemez bir felaket değildi. Yapılan düpedüz bir piyasa darbesi idi aslında. Tasarlanmış, planlanmış, yürürlüğe konmuş bir operasyon. Bu operasyonu yöneten insanlar daha 1980’lerde Batı adaletinin üzerine çıkmışlardı. Krizi frenleyecek yasal engelleri bir bir kaldırdılar, krizin küreselleşmesini sağlayacak mekanizmaları yine onlar kurdular. Yaklaşık 40-50 kişilik bir ekip. Kriz sürecinden zenginleşerek ve güçlenerek çıktılar. Banka kurtarma operasyonlarıyla halen zenginleşmekteler.
Elinizdeki 60 sayfalık bu e-kitap Batı’da demokrasinin gerileme sürecini sorguluyor:
- Demokrasinin zayıf noktaları nelerdir? Bankalar nasıl oldu da halkın iradesini ayaklar altına alabildiler?
- “Hukuk devleti” diyerek örnek aldığımız demokratik ülkeler neden bu Piyasa Darbesi‘ne engel olamadılar?
- Askerî darbelerden yakasını kurtaran Türkiye’de hükümet Piyasa Darbesi ile devrilebilir mi?
Liberalizm asırlardır bir çok aşamalardan geçmiş, tarihi olaylarla kendisini imtihan etmiş bir düşünce geleneği. Değişmiş yanları var ama sabitleri de var. Bu sabitlerin içinde liberalizmin tehlikeli yönleri hatta YIKICI UNSURLARI da var. Bunları ortaya çıkarmak için “doğru” soruları sormak ve liberal perspektifte kalarak yanıt aramak gerekiyor… Büyük bir kısmı bu gelenekten olan düşünürlerin fikirlerinden istifade ederek liberalizmin kusurlarını ele alıyoruz bu kara kitapta: Adam Smith, Mandeville, John Stuart Mill, Hayek, Friedman, Röpke, Immanuel Kant, Alexis de Tocqville, John Rawls, Popper, Berlin, Mises, Rothbard ve Türkiye’de Mustafa Akyol, Atilla Yayla, Mustafa Erdoğan… Liberallere, liberalimsilere ve anti-liberallere duyurulur.Buradan indirebilirsiniz.
1930 model bir ulus-devletin, bir “devlet babanın” çocuklarıyız. Son derecede “Millî” bir eğitim gördük, öğrenim değil. Hayatta işimize yarayacak meslekî bilgileri ya da eleştirel bir bakışı öğrenmedik“millî”okullarda. “Varlığımızı Türk varlığına armağan etmek” için eğitildik, eğilip büküldük.
Liberallerin dilinden düşmeyen “Bireysel haklar ve özgürlükler” bizim gibi Kemalist çamaşırhanelerde yıkanmış beyinler için çok yeni. Türkiye’de yaşayan insanların ulus-devlet boyunduruğundan kurtulmasında önemli bir rol oynuyor liberaller. Biz de bu kitapta liberalizmin temel tezleriyle uyumlu, bu fikir akımına doğrudan ya da dolaylı destek veren makaleleri birleştirdik.Buradan indirin.
… Tüketim tutkusu ve kimlik krizleri üzerine kitap okumak için…
Ey Kapitalizm! Kara Sevdam! / Charles Allen Scarboro
Kapitalizm bir kara sevdanın adı. Tutkulu bir aşk hikâyesi… Her gün kalbimizi kıran, bize hakaretler yağdıran, herkesin içinde rezil eden o sevgiliyi(!) terk edemiyoruz bir türlü. Alış-veriş merkezleri dolup taşıyor. Kredi kartı borçlarımız şişiyor. Bütün bu borçları ödemek için daha çok çalışmaya razıyız. Ailemizi, sağlığımızı, tatillerimizi, ibadetlerimizi feda ediyoruz. Hatta iş “arkadaşlarımızın” ayağını kaydırmak için planlar yapıyoruz.
Heyecanla satın alıp eve getirdikten sonra bir kenara attığımız ne çok şey var oysa. Okunmamış kitaplar, seyredilmeyi bekleyen DVDler, modası geçmiş giysiler, eski cep telefonları… Almak gerek ama kullanmak şart değil. Çünkü karnımızı doyurmak için değil“birisi olmak” için tüketiyoruz:
“…Üniversitemdeki kapalı kızların çoğu, eşarplarını markası görünecek şekilde bağlıyor. Öğrenciler kitaplarını Mango çantalarda taşıyor. Bir Coach çanta, etiketi görünmeksizin pek de kıymetli değil. Ralp Lauren sağ tarafa işlenen küçük bir biniciyle bir servet kazandı. Çorapların bile görülebilir yerlerine logolar işlenmiş. Neden marka bu kadar önem arzediyor?…”(C.A. Scarboro)
Ne gariptir ki Türkiye’de hemen her kesimden insanı kolaylıkla birleştirebilen bir slogan var: “Kapitalizme Hayır!”. İslâmcı, komünist, ülkücü, Kemalist… Yürüyüşler yapıyorlar. Seminerler düzenliyorlar. “Küresel sermayeye geçit yok!”diye haykırıyorlar. İşçilerin sömürülmesinden Afrika’daki açlığa, ortadoğudaki petrol savaşlarından dünyanın kirlenmesine kadar her taşın altından çıkan bir düşman bu. Kapitalizm karşıtı İslâmcıların, komünistlerin, ülkücülerin ve Kemalistlerin ekonomi tasavvuru nasıldır? Kapalı kapıların ardında puro içen şişman adamlar mı tahayyül ediyorlar bilmiyorum. Ama bazen kendilerini aldattıklarını düşünüyorum. İyi ile kötü arasında bir çizgi çekmek, kötüleri “öteki tarafta” bırakmak… O kadar da kolay değil:
“Ah keşke her şey o kadar basit olsaydı. Bütün kötülükleri içi kararmış birileri yapsaydı ve bütün mesele onları bulup yok etmekten ibaret olsaydı. Ne var kiİyi ileKötü arasındaki çizgi her insanın kalbinden geçiyor. Kim kendi kalbinin bir parçasını yok etmek ister?” (Soljenitsin)
Okuyacağınız bu kitap insanların para ile, tüketim ile kurdukları ilişkiye ışık tutuyor. Charles Allen Scarboro’nun Karl Marx ve Max Weber’in fikirlerinden de isitifade ederek hazırladığı özgün bir çalışma. Scarboro İstanbul’da yaşayan bir Amerikalı. Akademik birikiminin yanı sıra kapitalizmin anavatanından gelmesi, “içimizde yaşayan bir öteki” olması bu kitaba ayrı bir lezzet katmış kanaatimce. Modern yaşamın getirdiği “önemsizleşme” hissi ve bunun yol açtığı kimlik ihtiyacını sorgulayan, klasik ekonomi teorilerini tamamlayan bu çalışmayı Müleyke Barutçu Türkçeye kazandırdı. Kendisinden Chomsky, Klein ekseninde yeni çalışmalar ve özgün makaleler de okumayı umuyoruz. Kitabı buradan indirebilirsiniz.