Körleşme / Elias Canetti
By Aylin do Nascimento on Tem 3, 2016 in edebiyat, Kitap Alıntısı
Ama tam bu sırada aralarından biri ağzına doğru atıldı ve sımsıkı kapalı dudaklarını tuttu. Kien konuşmasını sürdürmek istediyse de, ağzını açamadı. Bunun üzerine içinden yakarmaya başladı; kitaplarım yanıp gidiyor, yok oluyor. Ağlamak istiyordu, ama gözyaşı dökmesi olanaksızdı; gözleri de acımasızca kapatılmıştı. Göz kapaklarına da insanlar yapışmıştı. Onlardan hiç olmazsa ayaklarının yardımıyla kurtulmayı denedi; sağ bacağım yukarı çekti, ama bütün çabaları boşunaydı, bacağı ona sarılmış alev alev yanan insanların yüküyle, sanki kurşun parçalarıyla ağırlaştırılmışçasına yine aşağı doğru düştü. Yaşamaya bir türlü doymak bilmeyen bu açgözlü yaratıklardan tiksiniyor, nefret ediyordu. Şu anda onları aşağılamayı, tümüne acı vermeyi ve sövüp saymayı nasıl isterdi! Ama yapamıyordu işte, yapamıyordu! Ve burada bulunuşunun nedenini bir an için bile unutmuyordu. Gözlerini zorla kapalı tutuyorlardı; ama gözlerinin önünde dev bir görüntü vardı yine de. Dört bir yana doğru büyüyen, yeri göğü, ta ufka dek uzanan tüm boşluğu dolduran bir kitap görüyordu şimdi. Çevresindeki kor halindeki ateş onu ağır ve sakin bir şekilde kemirmekleydi. Kitap da ses çıkarmaksızın sakin ve büyük bir yüreklilikle dayanmaktaydı bu işkenceli ölüme. Çığlıklar yükseliyordu insanlardan; kitap ise ses çıkartmadan yanıyordu. Ermişlerle, din uğruna acı çekenler bağırmazlardı.
Tam o sırada bir sesin konuştuğu duyuldu; her şeyi biliyordu ve Tanrı’nın sesiydi;
“Burada kitap yok. Hiçlik var yalnızca.” ve Kien, sesin söylediklerinin doğru olduğunu hemen anladı. Yanmakla olan ayak takımını kolaylıkla silkeleyip kendini alevlerin dışına altı. Kurtulmuştu. Acımış mıydı canı içerdeyken? Hem de nasıl, diye yanıtladı sorusunu kendi kendine, ama yine de genellikle sanıldığı kadar değil. Duyduğu ses, onu sonsuz mutlu kılmıştı. Dans ederek mihraptan uzaklaşışını gördü. Biraz öteye gittikten sonra dönüp baktı. İçinden şu karşıdaki bomboş ateşe gülmek geliyordu.
Yanan Roma’nın görüntüsüne dalmıştı. Titreyen organlar görüyordu; çevresini yanmış et kokulan sarmıştı, insanlar gerçekle ne kadar aptal varlıklardı! Bunu düşünmek, öfkesini unutturdu. Bir adım atsalar, kurtulabileceklerdi.
Ansızın, nasıl olduğunu Kien de anlayamadı, insanlar kitaplara dönüşlüler. Kien acı bir çığlık allı ve ne yaptığını bilmeden ateşin bulunduğu yöne koştu. Koşarken yine soluk soluğa kaldı, kendine sövdü, alevlerin arasına atıldı, aramaya koyuldu ve yalvaran gövdeler yüzünden yine hareketsiz kaldı. Eski korku içini kapladı. Sonunda kurtuluşu yine Tanrı’nın sesi getirdi, kaçmayı başardı ve daha önce durduğu yerden aynı görünümü izledi. Dört kez hep aynı oyuna geldi. Olayların akışı her defasında daha bir hızlanıyordu. Kien, ter içinde kaldığının farkındaydı. Bir coşku dalgası bilip de bir başkası başlamazdan önce verilen o kısacık soluk alma süresini gizliden gizliye özlüyordu. Dördüncü kez dinlenirken, mahşer günü ardından yetişti. Evler, dağlar kadar büyük, ta göğe dek yükselen dev vagonlar, iki, on, yirmi yandan, her yandan her şeyi yiyen mihraba doğru yaklaşmaklaydı. Güçlü ve yıkıcı ses, korkunç bir alayla; “İşte bunlar kitap!” dedi. Kien bir çığlık atarak uyandı.
Anımsadığı kadarıyla, o güne dek gördüklerinin en kötüsü olan bu düşün yarattığı bunalım ve sarsıntı uyandıktan yarım saat sonrasına değin sürdü. O sokakla dolaşıp keyfine bakarken, yerini şaşıracak bir kibrit, kitaplığını yitirmesine yol uçabilirdi. Gerçi birkaç yere birden sigorta ettirmişti kitaplarını. Ama yirmi beş bin kitabı yok olduktan, sonra, sigorta parasını düşünmek bir yana, yaşamını sürdürme gücünü bulabileceğini bile sanmıyordu. Sigorta sözleşmelerini gerçekte onları tiksinç bularak ve istemeksizin yapmış, sonradan yaptığından utanmıştı. Aslında bu sözleşmeleri bozmayı çok isterdi. Vadesi gelen primleri düzenli olarak ödemeye devam edişinin nedeni yalnızca, kitaplara ve hayvanlara bir ayrım gütmeksizin aynı yasayı uygulayan o kuruma bir kez daha ayak basmaktan kaçınmak ve hiç kuşkusuz evine yollanacak sigorta memurları ile görüşmek zorunda kalmamaktı.
Bir düş, tek tek öğelerine ayrıldığında, gücünü yitirir. Kien eski Meksika resim yazılarına bir önceki gün bakmıştı. Yazılardan birinde bir tutsağın panter kılığına girmiş iki rahip tarafından kurban edilişi canlandırılmıştı. İskenderiye’nin yaşlı kitaplık yöneticisi Eratosthenes’i ise, daha birkaç gün önce, sokak ortasında rastladığı kör bir adam yüzünden düşünmüştü. İskenderiye adı, herkese ünlü kitaplığın yanıp kül oluşunu anımsatırdı. Naifliğine her zaman güldüğü, ortaçağdan kalma bir tahta baskısı resimde alev alev yanan ve odun yığınının üstünde bile çığlık çığlığa dua eden otuz kadar Yahudi canlandırılmıştı. Kien, Michelangelo’ya hayrandı: Mahşer Günü adlı freskini ise tüm yapıtlarının üzerinde tutardı. Bu freskte günahkârların acımasız şeytanlarca nasıl cehenneme sürüklendiği gösterilmekteydi. Cehennemliklerden biri, korku ve çaresizlik simgesi halinde, ellerini o korkak ve kalın kafasının önüne bastırmıştı; bacaklarına şeytanlar sarılmıştı. Yaşamı boyunca çevresindekilerin acılarına başını döndürüp bakmamıştı, şimdi de başını eğip kendi acıklı durumuna bakmıyordu. Yükseklerdeki Hazreti İsa, hiç de Hıristiyan olmayan bir Hazreti İsa, acımasız ve güçlü koluyla ilenç yağdırmaktaydı. Uyku, bütün bunlardan bir düş kurmuştu.
Kien, tuvalet arabasını kapıdan dışarı iterken, alışmadığı kadar yüksek bir “Kalktınız mı?” bağırtısı duydu. Sabahın köründe, neredeyse kendisinin bile henüz uykuda olduğu bu saatte ne bağırıyordu böyle bu kadın? Ama doğru ya, ona bir kitap vereceğini söylemişti. Yalnızca bir roman söz konusu olabilirdi Therese için. Ne var ki roman okumak hiçbir ruhu zenginleştirmezdi. Romandan belki alınan zevk için ödenen bedel, pek yüksek olurdu; en üstün kişilikleri bile bozardı romanlar. Romanlar sayesinde insan, kendini her türlü insanla özdeşleştirmeyi öğreniyordu. Değişiklikten zevk almaya başlıyordu. Kişilikler parça parça çözülüp, hoşa giden kahramanların kalıbına giriyordu. Her görüş açısı savunulabilir oluyordu. Okur, gönüllü olarak kendini yabancı hedeflerin akışına bırakıyor, bu yüzden uzunca bir süre için kendi hedeflerini gözden yitiriyordu. Romanlar, yazarlık yapan bir oyuncunun, okurlarının bir bütün oluşturan kişiliklerine batırdığı kamalardı. Oyuncu, kamanın gücünü ve karşılaşacağı direnci iyi hesaplayabildiği oranda hedef aldığı kişiyi parçalayabiliyordu. Devlet, romanları yasak etmeliydi.
Saat yedide Kien yine kapısını açtı. Therese, her zamanki gibi kendinden emin ve ciddi haliyle kapının önünde durmaktaydı. Sol kulağı, şimdi belki de her zamankinden biraz daha çarpıktı.
“Kabul ediyorum önerinizi,” diye anımsattı arsız arsız.
Bunu duyunca Kien, damarlarında dolaşan bir avuç kanın başına sıçradığını hissetti. Kolalı eteği yerleri süpüren bu lanet olasıca yaratık, karşısındakinin hiç düşünmeksizin verdiği söze bir kez yapıştı mı bir daha bırakmıyordu! Kien: “Demek kitabı istiyorsunuz!” diye bağırdı, öfkesinden sesi çatlak çıkmıştı. “Bekleyin öyleyse, vereceğim!”
Kapıyı kadının suratına çarptıktan sonra titrek adımlarla üçüncü odaya geçti ve tek parmağıyla Bay von Bredow’un Pantolonları adlı kitabı raftan çıkardı. Kitap, daha okula gittiği ilk yıllardan kalmaydı. Kendi okuduktan sonra hemen bütün sınıf arkadaşlarına da okumaları için vermişti. Ancak kitap bu denli çok elden ele geçtikten sonra öylesine perişan bir hale gelmişti ki, o zamandan bu yana görmeye bile dayanamıyordu. Şimdi kitabın leke içindeki kapağına ve yapış yapış olmuş sayfalarına bakınca, kadına vermek için bunu seçtiğine sevindi, öfkesi dinmiş olarak Therese’nin yanına döndü ve kitabı sanki gözüne sokmak istercesine uzattı.
Kadın: “Zahmet etmenize gerek yoktu,” diyerek kolunun altından kalın bir kâğıt yığını çıkardı. Kien bunların paket kâğıdı olduğunu ancak şimdi fark ediyordu. Kadın, kâğıtların içinden elverişli olanını seçtikten sonra kitabı, bir çocuğa üstünü başını giydirmişçesine özenle sardı. Sonra ikinci bir kâğıt alıp: “Çift dikiş daha iyi tutar,” dedi. Yeni kap kâğıdı istediği gibi olmayınca, onu sıyırıp attı ve bu kez üçüncü bir kâğıtla yapmayı denedi.
Kien, karşısındakinin hareketlerini, kadını sanki yaşamında ilk kez görüyormuşçasına dikkatle izlemekleydi. Küçümsemişti şimdiye dek onu. Oysa kadın kitaplara ondan daha iyi davranıyordu. Kien bu eskimiş kitaba tiksintiyle bakarken, kadın iki kez kaplıyordu. Avuçlarını cilt kapağına değdirmekten kaçınıyor, işini yalnızca parmaklarının ucuyla görüyordu. Parmakları hiç de o denli kalın değildi aslında. Kien biraz kendinden utandı, kadının davranışlarına ise sevindi. Acaba başka bir kitap mı seçseydi? Hiçbir yazınsal değer taşımayan bu kitapları biraz daha fazlasını hak ettiği kuşkusuzdu. Ama başlangıcı bununla yapmasında bir sakınca yoktu şimdilik. Nasılsa kısa bir süre sonra bir İkincisini isteyecekti. Kitapları, sekiz yıl boyunca bu kadının gözetiminde tam bir güvenlik içerisinde kalmıştı;. ama Kien ancak şimdi bu gerçeği anlıyordu.
“Yarın yolculuğa çıkmak zorundaydım,” dedi birdenbire. Bu sırada kadın, parmaklarının boğum yerleri ile kitabın kabını düzeltmekle meşguldü. “Birkaç aydan önce döneceğimi de sanmıyorum.”
— Siz yokken ben de iyice toz alma olanağını bulurum. Her sabah bir saatin bu işe yettiğini mi sanıyorsunuz?
— Peki bir yangın çıkacak olsa ne yaparsınız?
Kadın bu sözleri duyunca korkuya kapılmıştı. Kâğıtları yere düşürdü. Kitap ise elinde kaldı.
— Tanrı korusun ama, hemen kitapları kurtarmaya girişirim!
— Gideceğim falan yok canım, yalnızca şaka yapmıştım.
Kien gülümsedi. Kendisi bir yere gitse bile kitaplarının tam bir güvenlik altında olacağını düşünmek, içini sevinçle doldurmuştu. Kadının yanına gitti, kemikli parmakları ile omuzuna dokundu ve neredeyse tatlı bir sesle:
— Siz iyi bir insansınız, dedi.
— Bakayım benim için nasıl bir kitap seçmişsiniz.
Bu sözleri söylerken ağzı neredeyse kulaklarına varıyordu. Kitabın kapağını açtı, yüksek sesle; “Bay von Bredow’un…” diye okurken durdu, fakat kızarmadı. Yüzünde hafif bir ter belirmişti.
“Özür dilerim. Profesör,” diye bağırdı ve büyük bir zafer kazanmış insanın sevinciyle hızla mutfağa seğirtti.
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat, Mimarî, Ateizm, Tarih, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Felsefe… Bugün 73 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle:
Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı“Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesiveSeksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
4cü sürümle eklenen yeni terimler:Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.