Körleşme / Elias Canetti
By Aylin do Nascimento on Ağu 6, 2016 in edebiyat, Kitap Alıntısı
Kendisi ise sağda, Therese’nin yanında, yürekli bir subay gibi durdu. Kien’in sandığının tersine kadın, başını salladı, düşmanını yüzünde sevimli bir ifade olduğu halde selamladı ve: “Henüz evlenmemiş bir kadınsınız,” dedi, “onun için rahatınızın değerini bilin.” Bu sözlerden sonra güldü. Altın dişleri sanki veda etmek istercesine ağzında sallandı. Therese, ancak kadın dışarı çıktıktan sonra söylenenlerin anlamını kavrayabildi. Yerinden fırladı ve ne yapacağını şaşırmış bir halde: “Rica ederim, bu yanımda gördüğünüz kocamdır! Kocamdır diyorum size!” diye haykırdı, “Yalnız çocuk sahibi olmak istemiyoruz! Ama kocamdır gördüğünüz!” Kien’i gösterip kolundan çekiştirdi. Onu yatıştırmalıyım, diye düşündü Kien. Bu sahne çok canını sıkmıştı. Onun korumasını gereksinen kadınsa hiç durmaksızın bağırıyor, bağırıyordu. Sonunda Kien, boylu boyunca ayağa dikildi ve tramvayda bulunan herkese hitaben: “Evet,” dedi. Therese hakaret görmüştü; bundan ötürü kendini savunmak zorunluluğunu duymuştu. Verdiği karşılık da gördüğü hakaret derecesinde kaba olmuştu. Ama suç, onda değildi. Sonunda yine yerine çöktü Therese. Kimse, dahası şu andaki yerini onun sayesinde bulabilmiş olan bey bile ondan yana çıkmamıştı. Çocuk sevgisi, dünyanın tümünü salgın hastalık gibi kaplamıştı sanki. Kan-koca Kienler, iki durak sonra indiler. Therese önden yürüyordu. Kien birden arkasından birisinin bir şeyler söylediğini duydu: “Kolalı eteğinden başka işe yarar yanı yok.” “Kadın değil, kale kapısı mübarek.” “Zavallı kocası.” “Böyle kart bir karının başka nasıl olmasını beklerdin ki?” Hepsi güldüler. Biletçi ile vagonun sahanlığına çıkmış, huzur içinde duran Therese bir şey duymamışlardı. Ama biletçi yine de güldü. Kaldırımda kocasını neşeyle karşılayan Therese: “Bayağı komik bir adam,” dedi. Komik adam, hareket etmiş olan tramvaydan aşağı eğildi, elini ağzına götürerek anlaşılmaz iki hece haykırdı. Hiç kuşkusuz kahkahadan bütün gövdesi sarsılmaktaydı. Therese elini salladı; kocasının şaşkın bakışlarını fark edince de: “Neredeyse vagondan aşağı yuvarlanacak,” diyerek kendini haklı göstermeye çabaladı.
Kien ise bu sırada ona hissettirmeden eteğini süzüyordu. Mavisi, her zamankinden koyuydu ve yine her zamankinden fazla kolalanmıştı. Midye ile kabuğu gibi, Therese’yi de eteğinden ayrı düşünebilmek olanaksızdı. Kapalı bir midyenin kabuğunu zorla açmaya kimsenin gücü yetmezdi, üstelik de bu etek büyüklüğünde bir dev midye. Ancak ayak altına alınıp ezilebilir, bir köpük ve kabuk parçası yığını haline getirilebilirdi. Tıpkı çocukken bir keresinde deniz kıyısında yaptığı gibi. Midye bir milim bile aralanmamıştı. O güne dek Kien hiç çıplak midye görmemişti. Nasıl bir hayvandı bu kabuğu böylesine bir güçle kapalı tutabilen? Bunu hemen o anda öğrenmek istemiş, avuçlarının arasındaki bu taş gibi sert ve dirençli nesneyi parmakları ve tırnakları ile açabilmek için çabalamış, çabalamıştı. Bu arada midye de kendini korumak için çaba harcamaktan geri durmamıştı. Kien, onu kırmazdan önce yerinden kımıldamamaya yemin etmişti. Kendini göstermek istemeyen midye ise onun istediğinin tersini yapmaya yeminliydi sanki. Neden bu denli utanıyor? diye sormuştu Kien kendi kendine, gördükten sonra özgürlüğünü geri veririm ona, dahası isterse kapatırım da kabuğunu. Söz veriyorum hiçbir şey yapmayacağıma, eğer kulakları duymuyorsa, büyük tanrı ulaştırsın ona bu isteğimi. Kien, birkaç saat boyunca midye ile pazarlığını sürdürmüştü. Kullandığı sözcükler de parmakları kadar güçsüz ve etkisizdi. Alışmadığı şeydi dolambaçlı yollardan gitmek. Hedefine dosdoğru erişmekten hoşlanırdı. Akşama doğru ta uzaklardan büyük bir gemi geçmişti. Kien, gözlerini açarak geminin bordasındaki koskoca siyah harflere bakmış, “İskender” adını okumuştu. Bunun üzerine öfkesinin ortasında gülmeye başlamış, yıldırım hızıyla pabuçlarını ayağına geçirmiş, midyeyi tüm gücüyle yere çalmış ve Gordiyon’daki düğümü çözmüşçesine bir zafer dansı yapmıştı. Şimdi midyenin kabuğu, tümüyle işe yaramaz hale gelmişti. Kien onu pabuçlarıyla ezmişti. Bir an sonra midyenin kendisi çırılçıplak kalıvermişti önünde.
Bir avuç acı, köpük ve aldatmacadan oluşan bir yığındı; hayvanlıkla hiçbir ilgisi kalmamıştı.
Therese’ye gelince kabuksuz, yani eteksiz var olabileceği düşünülemezdi. Her zaman iyice kolalanmış olurdu eteği. Bu etek, onu saran mavi bir cilt kapağı gibiydi adeta. Zaten Therese iyi ciltlerden hoşlanır, onlara değer verirdi, iyi ama, pililerin bir süre sonra çizgilerini yitirmemelerine ne demeliydi? Eteği çok sık ütülediği kuşku götürmezdi. Belki de iki eteği vardı, ama aralarındaki fark hiç belli olmuyordu. Gerçekten becerikli bir kadın. Eteğini buruşturmaktan kaçınmalıyım. Yoksa derdinden düşer bayılır. Birdenbire bayılıverirse ne yaparım ben? En iyisi önceden özür dilerim. Sonra eteğini yine ütüleyebilir. O ütü yaparken, ben yandaki odaya geçerim. Hem neden ikinci eteğini giymiyor? Aslında çok güçlük çıkarıyor bana. Evimin işlerine bakarken, tutup onunla evlendim. Kendine bir düzine etek alsın ve sık sık değişsin. O zaman daha az kolalasa da olur. Aşırı sertlik göze gülünç görünüyor. Tramvaydakiler haklıydılar.
Merdivenlerden çıkmak kolay olmadı. Kien farkına varmaksızın adımlarını ağırlaştırmıştı. İkinci kata çıktıklarında eve geldiklerini sanıp birden ürktü. Tam bu sırada küçük Melzger şarkı söyleyerek yanlarına koştu. Kien’i görür görmez parmağını Therese’ye uzatıp yakınmaya koyuldu;
— Beni içeri bırakmıyor! Kapıyı hep yüzüme kapatıyor! Onu azarlayın biraz olur mu Profesör?”
Kien korkutucu bir ifadeyle: “Bu da ne demek oluyor?” diye sordu. Birdenbire sanki çağrılmış gibi karşısında beliriveren bu şamar oğlanının gelişine bayağı sevinmişti.
— Bana izin vermiştiniz. Bunu da söyledim ona.
— O dediğin kim?
— Bu işte.
— Bu mu?
— Evet. Annem onun bir hizmetçi parçası olduğunu, bundan ötürü haddini bilmesi gerekliğini söyledi.
Kien: “Terbiyesiz piç!” diye bağırarak tokat atmak üzere elini kaldırdı. Çocuk eğildi, sendeledi ve merdivenlerden aşağı yuvarlanmamak için Therese’nin eteğine sarıldı. Kolalanmış kumaşın buruşurken çıkardığı hışırtı duyuldu.
“Ne?” diye haykırdı Kien, “Bir de edepsizleşmeye kalkışıyorsun, öyle mi?” Çocuk, onunla alay etmeye başlamıştı, öfkesinden neredeyse kendini yitiren Kien ona birkaç tekme savurdu, soluk soluğa saçlarından yakalayıp havaya kaldırdı, kemikli elleriyle iki üç tokat indirip bir yana fırlattı. Çocuk ağlayarak merdivenden yukarı koştu. “Anneme söyleyeceğim! Anneme söyleyeceğim!” Yukarda bir kapı açıldı, ardından yine kapandı. Bir kadın sesinin bağırtıları duyuldu.
“Yazık oldu güzel eteğe!” Bu sözlerle çocuğun yediği tokatların acımasızlığını haklı göstermek isteyen Therese durdu ve koruyucusuna anlamlı biçimde baktı. Şimdi kadını hazırlamanın zamanı gelmişti işte. Ne olursa olsun, söylenmeliydi bir şeyler. Kien de durdu.
— Evet, gerçekten yazık oldu güzel eteğe. “Ama ne vardır ki kalıcı olan şu yeryüzünde?”
Böylece eski ve güzel bir şiirden alınma bir dize ile er geç gerçekleşecek bir sonuca dikkati çekebildiğinden ötürü halinden memnundu. Nazik konuları açıklamanın en iyi yolu şiire başvurmaktı. Şiirler her duruma uyardı. Söylenilmek istenen şeyi çok dolaylı bir biçimde dile getirdikleri halde, ne anlatılmak istendiği anlaşılırdı. Kien yine yürümeye başladığında dönüp Therese’ye baktı.
— Güzel bir şiir, değil mi?
— Evet, haklısınız. Şiirler daima güzeldir. Yeter ki insan anlamasını bilsin.
— Aslında bu söylediğiniz, her şey için geçerli.
Bu cümleyi ağır ağır ve her sözcüğün üstünde durarak söyleyen Kien’in yüzü kızarmıştı. Therese dirseğiyle onun kaburga kemiklerine dokundu, sağ omuzunu titretti, başını her zamankinden aksi yöne çevirdi, meydan okurcasına:
— Göreceğiz bakalım, diye yanıtladı. Durgun sular derin olur.
Kien, kadının bu sözleri ona yönelttiği kanısına kapıldı. Therese’nin söylediklerini, onu onaylamadığı anlamında yorumladı. Biraz önceki edepsiz imasından ötürü kendinden utandı. Kadının sesinin alaycı tonu, son cesaret kırıntılarını da yitirmesine yol açtı.
“Ben — ben öyle demek istemedim,” diye kekeledi.
O sırada kapının önüne varmaları, Kien’i daha da utanmaktan kurtardı. Cebinde anahtar aradığından ötürü memnundu. Hiç olmazsa böylece bakışlarını karşısındakinin dikkatini çekmeden yere indirebilmek olanağını kazanmıştı. Anahtarları bulamadı.
“Anahtarları evde unutmuşum,” dedi. Vaktiyle midyenin kabuğuna yaptığı gibi, şimdi de evin kapısını kırmak zorundaydı. Aksilikler birbirini izliyordu nedense. Karamsarlık içinde elini pantolonunun diğer cebine soktu. Hayır, anahtarlar üzerinde değildi. Henüz aramakla uğraşırken, kilitte bir şeylerin döndüğünü işitti. Hırsızlar, diye geçti ilk anda kafasından. Aynı anda da kadının elini tokmağa koymuş olduğunu gördü.
Therese bu durumdan dolayı kıvançla şişinerek; “Ama benim anahtarlarım yanımda,” dedi.
Neyse ki Kien kilitten gelen şıkırtıyı işitince “imdat” diye bağırmamıştı. Çünkü bu sözcük, dilinin ucuna dek gelmişti. Bağırsaydı, sonradan bu davranışından ötürü ömür boyu Therese’nin karşısında utanç duyacaktı. Küçük bir çocuk gibi davranmaktaydı kısacası. Anahtarları yanına almamak ise ilk kez başına geliyordu.
Sonunda dairelerine girdiler. Therese, onun yattığı odanın kapısını açıp içeri girmesini işaret etti. “Ben de şimdi geliyorum,” deyip onu yalnız başına bıraktı.
Çevresine bakman Kien, hapishaneden çıkmışçasına rahat bir soluk aldı.
Evet, işte yuvasındaydı şimdi. Burada, bu odada güvenlik altındaydı. Kimse bir şey yapamazdı. Bunu düşününce dudaklarında bir gülümseme belirdi. Bu arada geceleri üstünde yattığı divanın bulunduğu yöne bakmaktan kaçınıyordu. Aslında yuva, herkesin yaşamı için gerekli olan bir şeydi. Ama önemli olan, yuva kavramının içerdiklerini saptamaktı. Beylik anlamda, gelişigüzel ifade olunan yuva, ya da dinin insanlara öbür dünyada kavuşacaklarını muştuladığı o sürekli ve soluk yuva görüntüsü, gerçek anlamda yuva gereksinmesini karşılayabilmek konusunda çok yetersizdi. Düşünmeyi, dostları, dinlenme olanaklarını ve yaratıcı çalışmalar yapmaya elverişli bir ortamı doğal, eksiksiz düzenlenmiş bir bütün halinde, tümüyle kişiye özgü bir evren niteliği ile birleştiren bir yer — bu olabilirdi ancak gerçek yuvanın tanımlanması. Ve böyle bir tanımlamanın çerçevesine de ancak bir kitaplık uyabilirdi. En akıllı davranış, olanaklar elverdiği ölçüde kadınları yuvadan uzak tutmaktı. Yok eğer bir kadın almaya karar verilirse o zaman onu, Kien’in yaptığı gibi, almazdan önce yuva ile iyice kaynaştırmak gerekirdi. Uzun, derin bir sessizlik içinde geçen ve dayanabilmek için gerçekten büyük dayanma gücü gerektiren sekiz yıl boyunca kitaplar, Therese’nin Kien’e tamamen boyun eğmesini sağlamıştı. Kien herhangi bir katkıda bulunmak amacıyla parmağını bile oynatmış değildi bütün bu süre içinde. Dostları olan kitaplar, bu kadını onun namına fethetmişlerdi. Hiç kuşkusuz kadınların aleyhinde söylenebilecek pek çok şey vardı ve bir dönemi geçirmeden evlenmek, ancak delilere özgüydü. Kien ise kırk yaşına dek beklemek akıllılığını göstermişti. Acaba bu sekiz yıllık deneme süresine onun gibi dayanabilecek kaç kişi vardı şu yeryüzünde! Günün birinde nasılsa kaçınılmaz bir biçimde gerçekleşecek olan sonuç, zamanın akışı içerisinde sağlıklı bir gelişmeyle bugüne varmıştı. Yazgıya egemen olacak, ona yön verecek tek güç, yine insanın kendi kendisiydi. Derinlemesine düşünülecek olursa, yaşamında kadın, tek eksiği olarak kalmıştı. Kien, Don Juan yaşamı sürmeye meraklı bir insan değildi —bunu ancak kardeşi kadın doktoru Georg’a yakıştırırdı. Böyle bir yaşama meraklı değildi ama, son zamanlarda gittikçe artan karabasanlarının nedenini işinden başka hiçbir şey düşünmemesine bağlamak pek yersiz bir düşünce sayılmazdı. Neyse ki bundan böyle yaşamının akışı tümüyle değişecekti.
Yerine getirmek zorunda olduğu görevden daha fazla kaçınması yakışık almayacaktı hiç kuşkusuz. Nihayet bir erkekti. Ne olacaktı şimdi? Ne mi olacaktı? İşi böylesine ciddi bir havaya sokmakla biraz da fazla ileri gidiyordu artık. Tabii önce, düşündüğü işin ne zaman olacağını saptamak gerekiyordu. Şimdi olacaktı. Belki Therese tüm gücüyle savunacaktı kendini. Ama onun direnci kırılmamalıydı bu savunma karşısında. Bir kadının elinde kalan son gizi uğrunda savaşmasında anlaşılmayacak bir yan yoktu. Buna karşılık her şey olup bitlikten sonra hayranlık duymaya başlayacaktı kocasına. Söylendiğine göre bütün kadınlar böyleydi. Evet, ne olacaksa şimdi olacaktı. Karar verilmişti artık. Kien kendi kendisine onur sözü vermişti.
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat, Mimarî, Ateizm, Tarih, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Felsefe… Bugün 73 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle:
Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı“Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesiveSeksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
4cü sürümle eklenen yeni terimler:Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.