Entelektüel: Sürgün, Marjinal, Yabancı / Edward Said
By Tahsin K. on Ağu 24, 2016 in Kitap Alıntısı, Sivil Toplum
İnsan salt özel alanda kalarak entelektüel olamaz, zira sözcükleri kâğıda döküp yayımladığınız anda kamusal dünyaya girmişsiniz demektir. Salt kamusal alana ait, sadece bir hareket, dava ya da konumun sözcüsü veya simgesi olan bir entelektüel de olamaz. Şahsi tını, kişiye özgü duyarlılık diye bir şey vardır; söylenen ya da yazılan şeylere de bu anlam verir. Hele bir entelektüelin dinleyicilerini mutlu etmesi diye bir şey söz konusu olamaz; işin özü sıkıntı verici, aykırı, hatta keyif kaçırıcı olmaktır.
Yani sonuçta temsil edici bir kişi olarak entelektüeldir önemli olan; şu ya da bu bakış açısını görünür olarak temsil eden, her türlü engele rağmen bu temsili muhatap aldığı kamu adına yapan kişidir. Savım şu ki entelektüeller temsil etme sanatını (ki bu konuşma, yazma, öğretmenlik, televizyona çıkma gibi biçimler alabilir görev edinmiş bireylerdir. Ve bu görev kamunun gözleri önünde cereyan ettiği ve hem bağlanımı hem riski, hem cüreti hem de kırılganlığı içerdiği ölçüde önemlidir; Jean-Paul Sartre’ı ya da Bertrand Russell’ı okuduğum zaman beni etkileyen söyledikleri şeylerden çok özgül, bireysel sesleri ve mevcudiyetleridir; çünkü inandıkları şeyleri dile getirmektedirler. İsimsiz bir memurla ya da ihtiyatlı bir bürokratla karıştırılmaları mümkün değildir.
Entelektüellerle ilgili çalışmalar sağanak halinde, birbiri ardına çıkmaya devam ettiği halde, bunlarda entelektüelin tanımı üzerinde gereğinden çok durulurken, imgesi, imzası, fiili müdahalesi ve performansı yeterince değerlendirilmemiştir; oysa tüm bunlar her gerçek entelektüelin yaşam suyunu oluşturur. Isaiah Berlin, ondokuzuncu yüzyıl Rus yazarlarının okurlarının, kısmen Alman romantizminin etkisiyle “yazarın kamusal bir sahnede, tanıklık yapmakta olduğunun bilincinde oldukların!’ söylemişti. Benim anladığım biçimiyle modern entelektüelin kamusal rolü hâlâ bu nitelikte bir şeyler içerir.
Bu yüzdendir ki mesela Sartre gibi bir entelektüeli anımsadığımızda, onun kendine özgü davranışları, tüm benliğiyle kendini savunduğu davaya adaması, gösterdiği saf çaba, göze aldığı riskler, iradesi, sömürgecilikle, bağlanmayla ya da toplumsal çatışmalarla ilgili sözleri, hasımlarını küplere bindiren, dostlarını heyecanlandıran ve hatta belki de sonradan düşündüğünde mahcubiyet duymasına bile yol açmış olabilecek tüm bu özellikleri gelir aklımıza. Sartre’ın Simone de Beauvoir’la olan ilişkisi, Camus’yle yaptığı tartışma, Jean Genet’yle arasındaki sıkı bağlantıyla ilgili bir şeyler okuduğumuzda onu ortamı içinde konumlarız (Sartre’ın kendi terimidir bu); Sartre işte bu ortamda, ve bir ölçüde bu ortam sayesinde Sartre olmuştur, Fransa’nın Cezayir politikasına da, Vietnam’a da karşı çıkan kişi olmuştur. Tüm bu ayrıntılar onun bir entelektüel olarak değerini azaltmak şöyle dursun, aksine söylediklerine yoğunluk ve gerilim kazandırır, onun içsıkıcı ve ahlâkçı bir vaiz değil herkes gibi yanılabilen bir insan olduğunu gösterir.
Modern kamusal hayat, bir işletme ya da sosyolojik bir çalışmanın hammaddesi olarak değil de ancak bir roman ya da dram olarak görüldüğü takdirde, entelektüellerin nasıl olup da sadece gizli ya da büyük bir toplumsal hareketi değil, aynı zamanda salt kendilerine özgü, biraz tuhaf, hatta yıpratıcı bir hayat tarzını ve toplumsal performansı da temsil edebildiklerini
anlayabilmemiz mümkün olur. Bu rol de en iyi ve ilk kez olarak on dokuzuncu yüzyılda ve yirminci yüzyıl başlarında yazılmış bazı sıradışı romanlarda -Turgenyev’in Babalar ve Oğullar’ında, Fiaubert’in Duygusal Eğitiminde, Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’nde – betimlenmiştir; bu romanlarda toplumsal gerçekliğin temsil edilme biçimi yeni bir aktörün, modern genç entelektüelin aniden sahneye çıkışından derinlemesine etkilenir, hatta tayin edici bir tarzda değişir.
Turgenyev’in 1860’lardaki Rusya taşrası portresi kır hayatını anlatan metinlerde olduğu gibidir, burada olay olmaz: Varlıklı gençler hayat tarzlarını ana babalarından miras alır, evlenir, çocuk sahibi olurlar, hayat da kör topal gider. Bazarov diye bozguncu, ama oldukça güçlü biri bu insanların hayatına birdenbire girene dek durum böyledir.
Bazarov’da ilk fark ettiğimiz şey ailesiyle bağlarını koparmış olduğudur; hiç ana babası olmamış gibi, kendi kendini yaratmış biri gibi görünür; âdetlere kafa tutar, vasatlığa ve klişelere saldırır, akılcı ve ilerici nitelikte olduğunu düşündüğü yeni, bilimsel, duygusallıktan uzak değerleri savunur. Turgenyev Bazarov’u sevimli göstermeyi reddettiğini söylemiştir; o “kaba, kalpsiz, acımasız denecek ölçüde kuru ve haşin” biri olacaktır. Bazarov Kirsanov ailesiyle alay eder; orta yaşlı baba Schubert çaldığında ona güler. Alman materyalist biliminin düşüncelerini savunur: Ona göre doğa bir tapınak değil, bir atölyedir. Anna Sergeyevna’ya âşık olduğunda o da Bazarov’a yakınlaşır, ama ürker de: Bazarov’un engel tanımayan, çoğunlukla anarşik entelektüel enerjisi ona kaosu çağrıştırır. Onunla olmak, der bir yerde, bir uçurumun kenarında yaşanan baş dönmesini verir insana.
Romana güzelliğini ve pathosunu veren şey, Turgenyev’in ailelerin, aşk ve akraba sevgisindeki sürekliliklerin, eski, doğal sayılan davranış tarzlarının hüküm sürdüğü bir Rusya ile romandaki tüm diğer karakterlerin aksine hikâye edilmesi imkânsız bir tarihi olan Bazarov’un nihilist denebilecek ölçüde bozguncu gücü arasındaki uyuşmazlığı betimlemesidir. Bazarov birdenbire ortaya çıkar, her şeye kafa tutar ve tedavi ettiği hasta bir köylüden hastalık kaparak aynı birdenbirelikle ölür. Bazarov’u amansız sorgulama gücü ve son derece muhalif zekâsıyla hatırlarız, Turgenyev Bazarov’un en sempatik karakteri olduğuna inandığını iddia etmesine rağmen, onun bile Bazarov’un pervasız entelektüel gücü karşısında kafası karışmış, okurlarının gösterdiği hayret edilecek ölçüde şiddetli tepkilerden nutku tutulmuştur. Bazı okurlar Bazarov tipiyle gençlere saldırıldığını düşünür, bazıları da onu gerçek bir kahraman olarak görüp överken bazıları da tehlikeli olduğunu düşünüyordu. Kişiliği hakkında ne düşünürsek düşünelim, Babalar ve Oğullar’da. Bazarov’u bir anlatı karakteri olarak hiçbir yere yerleştirenleyiz; dostları Kirsanov ailesi, hatta açması babaları bile hayatlarını sürdürürken Bazarov’un bir entelektüel olarak sergilediği mutlakçılık ve meydan okuma onu hikâyenin dışına taşırır, evcilleştirilmeye müsait olmadığı için hikâyeye de uydurulamaz.
Joyce’un genç adamı, Stephen Dedalus’un durumu da budur, hatta daha aşırısı; Dedalus hayata atıldığı ilk yılları kilise, öğretmenlik mesleği, İrlanda milliyetçiliği gibi kurumların ayartıları ile şeytani non serviam [hizmet etmeyeceksin -ç.n.]sözünü kendine düstur edinen bir entelektüel olarak yavaş yavaş gelişen inatçı benliği arasında sürekli gidip gelerek geçirir. Seamus Deane, Joyce’un Sanatçının…Portresi romanı hakkında mükemmel bir gözlemde bulunur: Bu roman, der, “İngiliz dilinde bir düşünce tutkusunun tam anlamıyla sergilendiği ilk romandır’. Ne Dickens’ın, ne Thackeray’ın, ne Austen’ın, ne Hardy’nin, hatta ne de George Eliot’ın kahramanları, temel meseleleri toplumda bir düşünce hayatı sürdürmek olan genç insanlardır; oysa genç Dedalus için “düşünme bir tür dünya deneyimidir. Deane, Dedalus’tan önce İngiliz edebiyatında entelektüelin yalnızca “grotesk biçimlerde temsil edildiğini’ söylemekte haklı. Ama kısmen de olsa, genç bir taşralı, bir sömürge ortamının ürünü olduğu için Stephen’ın sanatçı olabilmek için önce entelektüel bir direniş bilinci geliştirmesi gerekir.
… Yeni kitaplar keşfetmek için …
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı“Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesi veSeksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri: