Körleşme / Elias Canetti
By Aylin do Nascimento on Eyl 3, 2016 in edebiyat, Kitap Alıntısı
Therese merdiven başına kadar geldiği halde, gitmekle gitmemek arasında bocalamıştı. Kien, aylık konusunda hiçbir şey söylememişti. Oysa eski işinden ayrılmazdan önce Kien’e bunu sormalıydı. Ama hayır, hiç sözünü etmese daha iyi olurdu. Konuşursa, yanlış bir iş yapabilirdi. Hiçbir şey söylemezse, belki Kien ona kendiliğinden fazlasını verirdi. İçinde sakıngan olma içgüdüsüyle açgözlülük çarpışmaklaydı. Sonunda üçüncü bir güç, merak, her ikisine de üstün gelmişti.
“Acaba aylığım ne kadar olacak?” Belki de bir aptallık yapmakla olduğu korkusuyla, bu kez “özür dilerim” sözcüğünü cümlenin başına koymayı unutmuştu.
Kien, umursamazlıkla: “İstediğiniz kadar,” deyip kapıyı kapatmıştı.
Therese, ona güvenen ve on iki yılı aşkın bir süredir evlerinde duran bir eşya parçası gözüyle bakan tekdüze aileye artık yanlarında katlanmaktansa, ekmeğini sokakta kazanmayı yeğleyeceği anlamında bir şeyler söyleyip, zavallıcıkları dehşetlen ağzı açık bırakmıştı. Ne söyledilerse, onu niyetinden caydırmayı başaramadılar. Therese hemen o gün gideceğini, on iki yıldan beri aynı yerde çalışan birinin süre koşuluna uymadan işinden ayrılmaya hakkı olması gerektiğini söyledi. Değerbilir aile de bunu, ayın yirmisine kadarki çalışmasının karşılığını ödememek için bir fırsat saydı. Therese, süre koşuluna uymadığından, bu paranın kendisine verilmesinden kaçınıldı. Therese, o halde bunu da Kien ödemek zorunda, diye düşünerek çıkıp gitti.
Kien, onun kitaplara karşı görevlerini yerine getiriş biçiminden hoşnuttu. İçinden onu takdir ediyordu. Yüzüne karşı açıkça övmeyi ise gereksiz buluyordu. Yemeği hep tam zamanında hazır oluyordu. Kadının nasıl yemek pişirdiğinin farkında değildi. Bu nokta onu hiç mi hiç ilgilendirmiyordu. Yemeklerini hep çalışma masasında yer, yerken de kafası önemli düşüncelerle dolu olurdu. Çoğu kez sorsalar, ağzında ne olduğunu bile söyleyemezdi. Bilinç, gerçekten değer taşıyan düşünceler için saklanmalıydı Kien’e göre. Düşünceleri besleyen, bilinçti ve düşünceler bilinci gereksinirdi. Bilinçten yoksun düşüncenin var olabileceği tasarımlanamazdı. Çiğnemek ve sindirmek, kendiliğinden olup biten şeylerdi.
Therese, Kien’in çalışmasına karşı belli bir saygı duymaktaydı. Bunun nedeni, Kien’in dolgun aylığını hiç sektirmeden ödemesi ve kimseye yakınlık göstermemesiydi, onunla da hiç konuşmuyordu. Therese daha çocukluğundan başlayarak, konuşkan tiplerden nefret etmişti. Annesi de bu tiplerdendi. Therese yeni işinde son derece titiz çalışıyor, aylığım son kuruşuna varıncaya dek hak etmek istiyordu. İşe başlar başlamaz kafasını kurcalamaya koyulan giz, yeni kapısını onun gözünde daha bir çekici yapmıştı.
Profesör, sabahlan tam altıda üstünde uyuduğu divandan kalkardı. Giyinmesi ve yıkanması, az zaman alırdı. Therese akşamları kendi odasına çekilmezden önce divanı hazırlar ve tekerlekli tuvalet masasını çalışma odasının ortasına getirirdi. Masa, yalnızca geceleri odada kalabilirdi. Dış yüzünde yabancı dilde harfler bulunan dört kanatlı bir paravan, onu örtüyor ve Kien’in bu çirkin manzarayı görmesini engelliyordu. Kien, eşyadan hoşlanmazdı. “Yıkanma arabası” adını verdiği o iğrenç nesneyi de, kullanılır kullanmaz ortadan daha çabuk kalksın diye, kendi bulmuştu. Sabahlan saat altıyı çeyrek geçe kapısını açar ve arabayı olanca gücüyle dışarı ilerdi. Bu itişin verdiği hız, uzun koridor boyunca kesilmezdi. Sonunda araba büyük bir gümbürtüyle mutfak kapısının yanındaki duvara çarpardı. Therese bu sırada mutfakla beklerdi; kendi küçük odası hemen yandaydı. Kapıyı açıp: “Kalktınız mı?” diye seslenirdi. Kien karşılık vermeden yine odasına kapanırdı. Sonra yediye dek evde kalırdı. Bu uzun zaman boyunca ne yapıp ettiğini bilen yoktu. Bunun dışında kalan saatlerde hep masasının başında oturur ve yazardı.
Koyu ve ağır bir kütle gibi duran masanın içi tıka basa el yazılarıyla, üstü de kitaplarla doluydu. Şu ya da bu çekmece en dikkatli biçimde oynatıldığında bile masadan tiz bir düdük sesi yükselirdi. Kien, bu gürültüden hoşlanmamasına karşın, kendi olmadığı zaman eve hırsız girecek olursa Therese’nin hemen duyması için kendisine miras yoluyla geçmiş olan bu çok eski masanın içindeki mekanizmayı yerinde bırakmıştı. Çünkü hırsız denen tuhaf yaratıklar, kitaplara bakmadan önce para ararlardı. Kien Therese’ye değerli yazı masasının içindeki bu mekanizmayı üç cümlede kısaca ve yeterince açıklamıştı. Sonunda da çekmecelere dokunulduğunda mekanizmayı kendisinin bile durduramayacağını belirtmeyi yararlı görmüştü. Gündüzleri Kien ne zaman bir yazı aramaya kalksa, Therese düdük sesini duyar ve şaşardı; Kien, bu sese katlanıyordu. Akşam oldu mu Profesör bütün kâğıtlarını kaldırırdı. Masa da ertesi sabah sekize dek dilsiz kalırdı. Therese odayı toplamaya geldiğinde, masanın üstünde yalnızca kitaplar ve sararmış yazılar bulurdu. Üstü Kien’in yazılan ile dolu yeni kâğıtlar bulmak umudu ise hep boşa çıkardı. Kien’in saat 6.15’ten 7’ye değin, yani üç çeyrek saat süreyle hiç çalışmadığı kesindi.
Acaba dua ile mi geçiriyordu bu süreyi? Hayır, Therese böyle olduğunu sanmıyordu. Hem hangi aklı başında insan kalkar da dua ederdi? Therese duaya değer vermezdi. Kiliseye gitmezdi. Kilisede toplanan o ayaktakımına bir göz atmak yeterliydi. Toplananlar, gerçekten de birbirlerine pek uygun düşmekteydiler. Ayrıca Therese, kilisede sürüp giden dilencilikten de tiksiniyordu. Salt çevredekiler bakıyorlar diye bir şeyler vermek zorunluydu. Toplanan paraların nereye harcandığını ise ancak Tanrı bilirdi. Evde dua etmeye gelince, bunun da gereği var mıydı? Harcanan zamana yazıktı. Dürüst bir insan duayı gereksinmezdi. Therese, kendiliğinden dürüst olan bir insandı, ötekilere gelince, onlar yalnız dua etmesini bilirlerdi. Ama Therese saat 6.15 ile 7 arasında çalışma odasında ne yapıldığını öğrenmek istiyordu. Aslında meraklı bir insan değildi; kimse onu bu konuda suçlayamazdı. Burnunu başkalarının işine sokmazdı. Oysa bugünün kadınları, böyle değildiler. Burunlarını her işe sokmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Therese ise yalnızca kendi işine bakardı. Fiyatlar, günden güne yükselmekteydi. Patates fiyatları öncekinin iki katına fırlamıştı bile. Bu pahalılıkta geçinmek başlı başına bir sanat olmuştu. Kien, dört odanın da kapısını kilitliyordu. Böyle yapmasa, belki yandaki odadan bir göz atma olanağı düşünülebilirdi. Zamanını Kien kadar iyi değerlendirmesini bilen, bir dakikayı bile boş geçirmeyen birinin üç çeyrek saat hiçbir şey yapmaması, aklın alacağı şey değildi!
Kien dolaşmaya çıktıktan sonra Therese, kendisine emanet edilen odalarda arama yapıyordu. Bir kötülüğün peşindeydi, ama bunun nasıl bir kötülük olduğunu henüz kestirememişti. Önce bavula tıkılmış bir kadın cesedi bulmayı ummuştu. Ama halıların altında saklayacak yer olmadığını anlayınca, parçalanmış kadın cesedinden umudunu kesti. Odalarda kuşkularını güçlendirebilecek dolap da yoktu. Oysa şöyle her duvarda bir tane bulunmasını ne kadar isterdi! Bu durumda suçun bir kitabın arkasında gizlendiğine kesinlikle inanmıştı. Başka nerede olabilirdi ki? Görev bilinci, toz bezinin kitapların sırtında gezinmesiyle yetinebilirdi. Ama izini sürdüğü giz, o ahlâka aykırı giz Therese’yi kitapların arkasına da bakmaya zorluyordu. Ciltleri tek tek çıkarıyor, belki içi boştur diye vurup bakıyor, şişman ve nasırlı parmaklarını ta tahta kaplamaya dek uzatıp dokunuyor, sonra hoşnutsuz biçimde başını sallayıp elini çekiyordu. Merakı, onu hiçbir zaman önceden saptanmış çalışma süresini aşmaya zorlamıyordu. Kien evin kapısını açmazdan beş dakika önce yine mutfağa dönmüş oluyordu. Aceleye, ya da üstünkörü iş görmeye kalkışmaksızın, rafları tek tek elden geçiriyordu.
Araştırmasını durup dinlenmeksizin sürdürdüğü aylar boyunca, aylığını bankaya yatırmayı kendisine yasak etti. Bu paranın kaynağı şimdilik belli olmadığından, kuruşuna bile elini sürmedi. Kâğıt paraları, kendisine verildiği gibi, yirmi yıl önce satın aldığı, dokunulmamış mektup kâğıtlarının durduğu zarfa koydu. Uzun süre düşünüp taşındıktan sonra da bu zarfı, seçme ve birbirinden güzel parçalardan oluşan, yıllar boyu çok para dökerek topladığı çeyizini sakladığı bavula kaldırdı.
İş uzadıkça peşinden koştuğu gizi o denli kısa sürede çözemeyeceğini anladı. Ama zararı yoktu. Bol bol vakti vardı. Beklemesini de bilirdi. Şu andaki durumundan yakınmasını gerektiren bir neden yoktu. Sonunda ortaya gerçekten bir şey çıksa bile, kimse onu sorumlu tutamazdı. Kitaplıkta aranmadık yer bırakmamıştı. Poliste çalışan güvenilir, dürüst ve Profesör’ün toplumdaki yerini de göz önünde tutarak bir şeyler yapabilecek bir tanıdığı olsa, kulağım bükecekti. Evet, yaşamında pek çok şeyi göğüsleyebilirdi ama, insanın hiçbir desteğinin bulunmaması da hoş bir şey değildi. Bugünün insanları yalnızca dans etmek, yüzmek ya da gevezelik etmek peşindeydiler. Ciddi konuları ve hele çalışmayı ise kimsenin aklından geçirdiği yoktu. O denli ciddi bir adam olan Kien’in bile bazı aksayan yanları vardı. Geceleri saat on ikiden önce yatmıyordu. Oysa insana en çok gece yarısından önceki uyku yarardı. Normal insan da saat dokuz dedin mi yatardı. Her ne ise, herhalde pek önemli bir şey yoktu ortada.
Böylece suç, küçülerek bir gize dönüşlü. Gizli kötülüğün çevresinde yoğun ve inatçı bir nefret kümelendi. Therese’nin merakı ise geçmedi. Sabahlan 6.15 ile 7 arasında hep tetikle beklemekteydi. Ender görülen, ama gerçekleşebilecek olasılıklar Üzerinde durmaklaydı. Söz gelimi midesine saplanacak ani bir sancı, Kien’i odasından dışarı fırlatabilirdi. O zaman Therese hemen yanına koşacak ve ne olduğunu soracaktı. Sancılar hemen geçmezdi. Therese’nin istediği şeyleri öğrenmesine ise birkaç dakika yetecekti. Ama ne var ki ölçülü ve mantıklı yaşamı, Kien’e çok yaramaktaydı. Therese’yi yanına aldığı sekiz yıldan bu yana midesinden sancılandığı hiç olmamıştı.
Kör adam ve köpeğiyle karşılaştığının ertesi günü öğleden önce Kien, bazı eski incelemelere bakma gereğini duydu. Yazı masasının gözlerinin altını üstüne getirdi. Çekmelerde bir yığın kâğıt toplanmıştı. Kien taslakları, düzeltmeleri, kopyaları, kısacası çalışmalarına ilişkin bütün yazıları özenle saklardı. O günkü araştırması sırasında içerdikleri görüşler eskimiş ve çürütülmüş bir sürü yazı buldu. Bu arşivin başlangıcı, ta öğrencilik yıllarına dek uzanmaktaydı. Zaten ezbere bildiği bir ayrıntıyı aramak, salt bildiğini onaylamak için saatler harcadı. Otuz kâğıt okudu; aradığı ise tek bir satırdı. Eline işi çoktan bitmiş ve yararını yitirmiş bir sürü yazı geçti. Neden saklamıştı sanki bunları? Üstelik ister basılmış, ister el yazısı olsun, eline geçeni okumadan bir yana da bırakamazdı. Onun yerinde bir başkası olsa, böylesine dağınık bir okuma eyleminin sonunda dikkatini tümüyle yitirirdi. Ama Kien, son sözcüğe dek dayandı. Mürekkepli yazılar, zamanla silikleşmişti. Harfleri seçmekte güçlük çekiyordu. Aklına sokakta rastladığı kör adam geldi. Oysa kendisi sanki sonsuzluğa dek açık kalacaklarmışçasına gözleriyle oynamaktaydı. Gözlerinin harcadığı çabayı sınırlayacak yerde, düşüncesiz bir tutumla aydan aya ağırlaştırmaktaydı. Bitirip bir yana bıraktığı her sayfa, görme gücünün bir parçasını alıp götürüyordu. Köpeklerin ömrü kısa olurdu; okumasını da bilmezlerdi. Bundan ötürü de körlere gözleriyle yardım ederlerdi. Gözlerinin değerini bilmeyen insan, köpeklerin yol göstericiliğini hak etmiş sayılırdı.
Kien yazı masasının gözlerindeki fazlalıkları almaya karar verdi. O anda çalıştığından, bu işi ertesi sabah, kalkar kalkmaz yapacaktı.
Ertesi günü sabahın altısında, henüz bir düşün ortasındayken, yattığı divandan kurulmuş gibi fırladı, meydan okurcasına duran kocaman masasının başına koştu ve bütün çekmeceleri ardına dek açtı. Açmasıyla birlikte düdük sesi de başladı ve kitaplık boyunca perde perde dalgalanarak sonunda yürek parçalayan bir feryada dönüştü. Sanki her çekmecenin ayrı bir gırtlağı vardı ve ötekileri bastıran sesiyle yardım istemekteydi. Biri içlerindekileri çalıyor, onlara acı çektiriyor, yaşamlarını ellerinden alıyordu. Gözleri olmadığından, kendilerine el uzatmaya kalkışanın kim olduğunu bilemiyorlardı. Tek organları, tiz bir düdük sesiydi. Kien, kâğıtlarını gözden geçirip düzenledi. Bu iş epey zamanını aldı. Gürültüye göğüs gerdi; başladığı işi sonuna dek götürürdü. İncecik kollarının arasında taşıdığı kocaman eski bir kâğıt yığını ile dördüncü odaya gitti. Orada, düdük seslerinden biraz daha uzakla kâğıtları sövüp sayarak tek tek yırtmaya koyuldu. Kapı vuruldu; Kien dişlerini gıcırdattı. Kapının ikinci kez vuruluşunda, ayaklarıyla yeri dövdü. Bu arada kapı, sanki balyozla vuruluyormuşçasına gümbürdemeye başlamıştı. “Kesin şu gürültüyü!” diye bağırarak bir küfür daha savurdu Kien. Gerçekle kendi kendisine yakıştıramadığı bu küfürleri hiç ağzına almamış olmayı isterdi. Ne var ki yırttığı el yazılarına acımaktaydı ve ancak sövüp sayması sayesinde onları atma yürekliliğini gösterebiliyordu. Sonunda uzun bacaklı bir Marabu kuşu gibi kâğıt parçalarından meydana gelen bir tepeciğin ortasında kalakaldı. Yığma, sanki kâğıt parçaları yaşayan varlıklarmış gibi, ürkek ve utangaç bir tavırla dokunuyor, yok olup gidişlerine hafiften acıyordu. Onları gereksiz yere bir kez daha incitmemek için bir ayağını dikkatle yığından dışarı atlı. Kâğıt mezarlığını nihayet arkasında bıraktığında rahat bir soluk aldı. Kapının önünde Therese ile karşılaştı. Yorgun bir el hareketiyle yığını gösterip: “Kaldırın!” dedi. Düdük sesleri kesilmişti. Kien masanın başına dönüp çekmeceleri kapadı. Düdük sesi yine duyulmadı. Daha önce çekmeceleri çok sert açtığından, mekanizma bozulmuştu.
Müthiş gürültü başladığında, Therese tuvaletinin son bölümünü de tamamlamak üzere, kolalı eteğini giymek için uğraşmaktaydı. Gürültüden yüreği ağzına geldi; eteğini üstünkörü ilikleyip çalışma odasının kapısına seğirtti. Bir flütten dökülen ezgileri andıran bir sesle: “Ne oluyor Allah aşkına?” diye sordu, önce çekingen, sonra gittikçe daha şiddetli, kapıya vurmaya başladı. İçerden karşılık gelmeyince kapıyı açmaya çalıştı ama başaramadı. Kapıdan kapıya koştu. Son kapıya vardığında içerden Kien’in öfkeli bağırtısını duydu. Bu kez bütün gücüyle o kapıya vurmaya başladı. İçerden Kien, öfkeyle: “Susun!” diye haykırdı. Bu denli kızdığı, hiç olmamıştı. Therese yarı kızgınlıkla, yarı yazgısına boyun eğerek, nasırlı ellerini sert eteğine götürdü ve olduğu yerde bir taşbebek gibi kalakaldı. “Ne felaket!” diye fısıldadı. “Ne felaket!” Kien kapıyı açtığında, daha çok alışkanlıktan ötürü, hâlâ olduğu yerde durmaktaydı.
Doğuştan ağırkanlı olmasına karşın, kapı açılır açılmaz eline ne denli bulunmaz bir fırsat geçtiğini hemen anladı. Güçlükle “Şimdi kaldırırım,” diyerek mutfağa doğru seğirtti. Ama mutfağın eşiğinde, aklına başka bir şey geldi. “Aman Allah’ım! Şimdi kapısını yine kilitler mutlaka! Alışkanlık değil mi? Zaten hep böyle olur. Son dakikada bir aksilik çıkar. Tanrım, ne talihsizim ben!” Talihsiz olduğunu ilk kez söylüyordu. Çünkü genellikle kendisini çalışkan, bundan ötürü de talihli bir insan sayardı. İçine giren korku yüzünden başının sallanması artmıştı. Hafif adımlarla yine koridora çıktı. Gövdesinin üst kısmını iyice öne doğru eğmişti. Bacakları her adımı atmazdan önce sanki bir an duraklıyordu. Kolayla sertleştirilmiş eteği dalgalanıyordu. Kayarcasına gitse, hedefine daha sessiz yaklaşabilecekti; ama bunu, artık çok sıradan bir yürüyüş biçimi buluyordu. İçinde bulunduğu anın önemi, tören adımlarını andıran adımlarla yürümesini gerektiriyordu. Odanın kapısı açıktı. Kâğıt yığını, hâlâ ortadaydı, Therese esintiden kapanmasın diye, kapı ile pervaz arasına halının kabarık bir yerini sıkıştırdı. Sonra mutfağa döndü; sağ elinde faraş ve süpürgeyle, tuvalet arabasının bildik sesini beklemeye koyuldu. Bu sabah sabırsızlığı o derecedeydi ki, elinden gelse arabayı almaya kendi gidecekti. Sonunda araba duvara çarpınca, kendini unutup her zamanki gibi: “Kalktınız mı?” diye seslendi. Arabayı mutfağa çektikten sonra, biraz öncesinden daha da eğik, sürünürcesine kitaplığa yollandı. Faraşla süpürgeyi yere bıraktı. Ağır ağır aradaki odalardan geçip, Kien’in yattığı odanın eşiğine dek geldi. Her adımdan sonra duruyor, diğerinden daha az kullanılmış olan sağ kulağı ile sesleri duyabilmek için başını öteki yana çeviriyordu. Otuz metrelik yolu, ancak on dakikada alabildi; yaptığını bir delilik sayıyordu. Korkusu, merakına koşut olarak artıyordu. Hedefe vardığında nasıl davranacağını o ana dek bin kez kafasında canlandırmıştı. Kapının pervazına sımsıkı yapıştı. Yeni kolalanmış eteği aklına geldiğinde, artık çok geç olmuştu. Bir gözü ile durumu kuşbakışı görmeye çalıştı, öbür gözü yedekte kaldığı sürece kendini güvenlik altında hissediyordu. Hem kendini göstermemeli, hem de odada olup bitenlerin hiçbirini gözden kaçırmamalıydı. Başka zamanlar hep kalçasına dayadığı için, dirsekten bükülmeye zorlanan sağ kolunu da hareketsiz bırakmaya çalıştı. Kien, kitaplarının önünde bir aşağı, bir yukarı geziniyor ve anlaşılmaz sesler çıkarıyordu. İçi boş çantayı kolunun altına sıkıştırılmıştı. Durdu, bir an düşündü, sonra merdiveni getirip tırmandı. En üst raftan kitap çekti, sayfalarını karıştırdı ve çantasına koydu. Aşağı inince yine bir boy gezindi, durakladı, yerinden çıkmamakta direnen bir cildi çekiştirdi, kaşlarını çattı ve sonunda kitabı çıkarmayı başarınca, cildine kuvvetlice bir şaplak indirdi. Bu kitap da çantanın içinde kayboldu. Kien raflara döndü; dördü küçük, biri de büyük olmak üzere beş kitap daha seçti. Ansızın acele etmeye başlamıştı. Ağırlaşmış olan çanta ile merdivenin en Üst basamağına çıktı ve ilk kitabı yerine koydu. Uzun bacakları çalışmasını güçleştiriyordu. Neredeyse düşecekti.
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat, Mimarî, Ateizm, Tarih, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Felsefe… Bugün 73 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle:
Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı“Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesiveSeksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
4cü sürümle eklenen yeni terimler:Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.