Körleşme / Elias Canetti
By Aylin do Nascimento on Eyl 28, 2016 in edebiyat, Kitap Alıntısı
Ucu iyice sivriltilmiş bir kurşun kalem çıkarıp, ilk boş sayfaya yazmaya koyuldu: “23 Eylül, saat 7.45. Mut Caddesi’nde karşıma çıkan biri, benden Mut Caddesi’nin nerede olduğunu sordu. Onu utandırmamak için sustum. Ama o, davranışıma aldırmaksızın aynı soruyu birkaç kez yineledi. Hali tavrı nazikti. Birdenbire caddenin adını gösteren tabelaya takıldı gözü. Budalalığını kavramıştı. Ama tası tarağı toplayıp derhal oradan uzaklaşacağı yerde —ki, ben onun yerinde olsaydım, tek saniye duraksamadan böyle yapardım— kendini ölçüsüz bir öfke nöbetinin pençesine bıraktı ve bana en kaba biçimde sövdü. Eğer onu korumaya kalkışmasaydım, kendimi bu üzücü sahneden kurlarmış olacaktım. İmdi hangimiz daha budala sayılırız?”
İşte, şu son cümlesiyle kendi yanlış adımlarını da görmezlikten gelmediğini kanıtlamış oluyordu; herkese olduğu gibi, kendine karşı da acımasızdı, içi hafiflemiş olarak, defteri cebine soktu ve söven adamı artık unuttu. Yazı yazarken düzeni bozulmuştu kitaplarının: yerlerine itti. Vardığı ilk köşede karşısına çıkan bir kurt köpeğinden ürktü. Köpek hızlı ve güvenli adımlarla, kalabalığın ortasında kendine yol açmaktaydı. Ardından da, tasmasına bağlı kayışın ucunu sıkı sıkıya elinde tutan kör bir adamı sürüklüyordu. Adamın sakatlığı, köpeğin yanı sıra, sağ elindeki beyaz bastonundan da anlaşılıyordu. Köre ayıracak zamanları olmayan en ivecen kişiler bile, hayranlıkla dolup taşan bakışlarını bir kez olsun bu hayvana yöneltmeden edemiyorlardı. Köpekse sabrını hiç yitirmeksizin, burnuyla kalabalığı yarmaya devam ediyordu. Güzel, güçlü kuvvetli bir hayvan olduğundan, çevredekiler seve seve yol veriyorlardı. Kör adam, ansızın şapkasını başından çıkararak, bastonuyla birlikte ileriye doğru uzattı. “Köpeğimin kemiği için azıcık para!” diye dilendi. Bu sözlerin ağzından çıkmasıyla birlikle, şapkanın içine bozuk paralar yağmur gibi yağmaya başladı. Kısa sürede körle köpeğinin çevresine toplananlar, cadde trafiğinin aksamasına yol açmışlardı. Neyse ki, olayın geçtiği köşede, trafiği yöneten bir polis yoktu. Kien, dilenciyi daha yakından gözden geçirmek istedi. Adam, giyim kuşamının yoksul görünmesine belli bir özen göstermişti; bununla birlikte yüzü, kültürlü bir insan olduğu izlenimini bırakıyordu. Gözlerinin çevresindeki kasları hiç durmaksızın oynatışı —göz kırpıyor, kaşlarını yukarı kaldırıyor, alnını buruşturuyordu— yüzünden, Kien’in içine kurt düştü ve adama bir düzenbaz gözüyle bakmaya karar verdi. Tam o ara ortaya çıkan on iki yaşlarında bir erkek çocuğu, heyecanla köpeği yana itli ve şapkanın içine ağır bir düğme attı. Düğme şapkadaki bozuk paralara çarpınca, bir altın sikkeninkine benzer bir ses çıkarmıştı. Kien yüreğinin acıyla burkulduğunu hissetti. Çocuğu saçlarından yakaladı ve saçlara yapışmış elini kullanamayacağından, çocuğun başına çantasını indirdi. “Kör bir insanı kandırmaya utanmıyor musun?” diye bağırdı. Aynı anda çantanın içinde kitaplarının bulunduğunu anımsadıysa da, iş işten geçmişti. Dehşete kapıldı. Kitaplarını, böylesine bilerek tehlikeye attığı hiç olmamıştı. Çocuk ağlayarak kaçtı. Kien, öfkesinden sıyrılıp yine acıma duygusunun sıradan ve daha az gerilimli düzeyine dönebilmek amacıyla, bozuk parasının tümünü kör adamın şapkasına boşalttı. Çevrede bulunanlar, başlarını salladılar, yüksek sesle bu davranışı ne denli onayladıklarını belirttiler. Oysa Kien’in gözünde şimdiki davranışı, bir öncekine oranla daha önemsiz, üstelik de korkakçaydı. Bu arada köpek, sahibini yine ardı sıra sürüklemeye koyulmuştu. Birkaç saniye sonra olay yerinde bir polis belirdiğinde, adamla köpeği çoktan uzaklaşmışlardı.
Bu sahneyi gördükten sonra Kien, günün birinde kör olma tehlikesiyle karşılaşırsa, yaşamına kendi eliyle son vermeye ant içti. Ne zaman gözleri görmeyen birine rastlasa, buz gibi bir korkunun yüreğini kapladığını duyumsardı. Dilsizleri severdi; sağırları, kötürümleri, öteki sakatları umursamazdı. Körlere gelince; onu adamakıllı tedirgin ederlerdi. Böylelerinin yaşamlarına neden son vermediklerini, doğrusu bir türlü anlayamazdı. Körlere özgü kabartma yazıyı bilseler bile, çok sınırlıydı yine de okuma olanakları. İsa’dan önce üçüncü yüzyılda yaşamış olan İskenderiyeli kitaplık yöneticisi Eratosthenes’i anımsadı. Bilimin her dalında yetke kabul edilen bu adam, yarım milyonu aşkın el yazısı ruloya bakmakla yükümlüydü. Seksen yaşına geldiğinde, korkunç bir gerçekliğin farkına varmıştı: Gözleri, artık görevlerini gereğince yerine getiremiyordu. Gerçi henüz görme gücünü bütünüyle yitirmemişti ama, artık hiç okuyamıyordu. Onun yerinde başka biri olsa, bütün bütüne kör olmayı beklerdi. Eratosthenes’e gelince, kitaplarından ayrılmak zorunda kalışını, yeterince körlük saydı. Arkadaşları ve öğrencileri, yanlarında kalması için yalvardılar. Buna karşılık o, bir bilge kişinin olgunluğuyla gülümsedi, kendi istenciyle yemeden içmeden kesildi ve birkaç gün içinde ölüp gitti. Kitaplığında yalnızca yirmi beş bin cilt bulunan küçücük Kien de, günü geldiğinde bu büyük adamın izinden gitmekten bir an bile çekinmeyecekti.
Evine kadarki yolun geriye kalanını daha hızlı adımlarla yürüdü. Saat herhalde sekize gelmiş olmalıydı. Her gün sekizde başlardı çalışmaya. Geç kalmak, kalbini sıkıştırırdı sanki. Eve doğru giderken, gizliden gizliye gözlerini sınıyordu. Şimdilik görme yetisinde hiçbir şey yoktu ve herhangi bir tehlike söz konusu değildi.
Kitaplığı, Ehrlich Caddesi’ndeki 24 numaralı yapının dördüncü ve en üst katındaydı. Dairenin kapısını, açılması adamakıllı zor üç ayrı kilitle güvenlik altına almıştı. Kapıyı açtı, yalnızca bir giysi dolabının durduğu holü geçip çalışma odasına girdi. Çantasını dikkatle bir sandalyeye bıraktı. Sonra iç içe dört geniş ve yüksek tavanlı odadan oluşan kitaplığında bir aşağı bir yukarı birkaç kez gidip geldi. Bütün duvarlar, tavana dek kitaplarla kaplıydı. Bakışlarını usul usul, kitaplar boyunca kaldırdı. Tavana pencereler açılmıştı. Yukarıdan gelen ışık, Kien için bir övünç kaynağıydı. Dört bir yandaki kat pencereleri, ev sahibiyle uzun uzadıya sürmüş çekişmelerden sonra, yıllar önce örülmüştü. Böylelikle Kien her odada yeni duvarlar ve kitapları için daha fazla yer kazanmıştı. Ayrıca ışığın yukarıdan gelmesini ve bütün kitap raflarını da aynı ölçüde aydınlatmasını sağlayacak bir düzeni daha uygun, kitaplarıyla özvarlığı arasındaki ilişki açısından daha yakışık alır bulmuştu. Yanlardaki pencerelerin örülmesiyle, şeytana uyup caddede olup bitenlere bakmak —ne yazık ki zaman yitiminden başka bir şeye yaramayan bu kötü huy, söylentiye inanılırsa doğuştan vardı insanoğlunun içinde— olanaksızlaşmıştı. Her gün, masasının başına oturmadan önce bu akıllı davranışına ve bu davranışının doğurduğu olumlu sonuçlara şükrederdi. Yaşamının en büyük isteğini bu olumlu davranışı sayesinde gerçekleştirebilmiş, zengin, düzenli, her yanı kapalı, içinde kendisini ciddi düşüncelerden alıkoyabilecek hiçbir eşyanın ya da insanın bulunmadığı bir kitaplığa kavuşmuştu.
Birinci odayı çalışma odası olarak kullanıyordu. Odanın olanca eşyası kocaman ve eski bir yazı masasıyla, biri bu masanın arkasına, biri de karşısına rastlayan köşede duran iki sandalyeden ibaretti. Ayrıca bir de daracık divanı vardı ki, Kien, yalnızca geceleri yatak yerine kullandığından bunu hep görmezlikten gelmeyi yeğlerdi. Taşınabilir bir merdiven duvara dayalı dururdu. Divandan çok daha büyük bir önem taşıyan bu merdiven, bütün gün boyunca bir odadan ötekine getirilip götürülürdü. Geriye kalan üç odanın boşluğunu tek bir sandalye bile bozmuyordu. Ne şurada ne burada, kitap raflarının alacalı bulacalı tekdüzeliğini kesecek bir masa, dolap ya da soba vardı. Bütün döşemeyi kaplayan güzel, ağır halılar, ardına kadar açık duran kapılardan süzülerek, dört odayı büyük bir salon halinde birleştiren göz tırmalayıcı loşluğa sıcak bir hava vermekteydi.
Dimdik ve sert adımlarla yürürdü. Halıların üstünden geçerken adımlarını daha seri basardı. Adımlarının en küçük bir yankı bile uyandırmaması hoşuna giderdi. Zaten kitaplığında bir filin ayak seslerinin duyulması bile olanaksızdı. Bundan ötürü Kien’in gözünde halılarının değeri çok yüksekti. Çevresine bakınıp kitaplarının bir saat önceki düzenini koruduğuna emin oldu. Sonra çantasının içindekileri boşaltmaya başladı. Odaya girdiği zaman çantasını yazı masasının önündeki sandalyeye bırakırdı. Bunu yapmazsa, çantayı unutup çalışmaya koyulabilirdi. Çünkü saat sekizi vurduğu anda, içinde önüne geçilmez bir çalışma tutkusu uyanırdı. Merdivenin yardımıyla ciltleri raflardaki yerlerine yerleştirdi. Çok dikkat etmesine karşın son cildi —bu sırada artık acele etmeye başlamıştı— erişmek için merdivene gerek duymadığı üçüncü raftan aşağı düşürdü. Bu, en sevdiği kitabı olan Mong Tse’nin yapıtıydı. “Aptal!” diye azarladı kendini. “Barbar! Cahil adam!” Sonra kitabı büyük bir özen ve sevecenlikle yerden kaldırıp hızlı adımlarla kapıya yöneldi. Ama daha kapıya vurmazdan önce aklına önemli bir şey geldi. Dönüp karşı duvara dayalı duran merdiveni elinden geldiğince ağır ağır kazanın olduğu yere itti. Mong Tse’yi iki eliyle tutup merdivenin dibine, halının üstüne bıraktı. Şimdi artık kapıya gidebilirdi. Kapıyı açıktan sonra dışarı seslendi:
“En iyi toz bezini getirin lütfen!”
Kısa bir süre sonra eve bakan kadın, aralık duran kapıya vurdu. Kien, karşılık vermedi. Kadın başını yavaşça aralıktan uzatarak sordu:
— Bir şey mi oldu?
— Hayır. Bezi verin bana.”
Kadın, onun sesinde bir yakınma havası sezinlemişti. Oysa Kien, bunu karşısındakine belli etmek istememişti. Ama kadın, işi burada bırakmayacak denli meraklıydı, içtenlikle: “Rica ederim, Profesör!” diyerek odaya girdi ve bir bakışta olup biteni anladı. Adeta kayarcasına yerde duran kitaba doğru gitti. Halıya kadar uzanan mavi, kolalı eteğinin altından ayakları görünmüyordu. Başı, yana doğru eğikti. Kulakları geniş, yassı ve iki yana yelken gibi açıktı. Sağ kulağı başının eğikliği yüzünden omzuna değdiğinden ve kısmen de omzu tarafından örtüldüğünden, sol kulak daha büyük görünüyordu. Yürürken ve konuşurken sürekli başını sallardı. Bu arada omuzları da başına eşlik ederdi. Kadın eğildi, kitabı kaldırdı ve üstünü toz beziyle belki on kez sildi. Kien, kadın kitabı kaldırırken ondan önce davranmaya yeltenmedi. Kibarlık gösterilerinden nefret ederdi. Kadının yanında durup, işini gereği gibi yapıp yapmadığına baktı.
Kadın: “işinize karışmak gibi olmasın ama, merdivenin üst basamağında çalışırken böyle kazalar kolaylıkla başa gelebilir,” dedi. Sonra kitabı yeni parlatılmış bir tabak gibi Kien’e uzattı. Aslıda canı şu anda çok gevezelik etmek istiyordu. Fakat bu isteğine erişemedi. Kien kısaca: “Teşekkür ederim,” deyip arkasını döndü. Kadın da durumu anlayıp odadan çıkmaya davrandı. Elini tam tokmağa götürmüştü ki, Kien birdenbire ona döndü ve düzmece bir gülümsemeyle sordu:
“Böyle konuştuğunuza göre, bu tür kazalar herhalde başınıza birkaç kez geldi!”
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat, Mimarî, Ateizm, Tarih, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Felsefe… Bugün 73 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle:
Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı“Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesiveSeksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
4cü sürümle eklenen yeni terimler:Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: Üçüncü sürüm, 28 Ocak 2014)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde“pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme. “Aferin” dedik, “bizdensin”.
Bugün gerçek şu ki Fethullah Bey’in ekibi manşetle, kasetle hükümet devirmeye çalışan, yalan haberle Türkiye’yi ve Müslümanları sürekli zora sokan çirkin insanların tahakkümü altında. Bizim sevdiğimiz, güvendiğimiz “küçük eller” ise koyun sürüsü gibi suskun. Medyada, devlet kurumlarında, emniyet ve adaletin içinde çeteleşme, ergenekonlaşma var. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyor. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyor.
Kitabın ilk yarısında Fethullah Bey’i ve ekibini öven, yapılan iyi işleri savunan, destekleyen makaleler bulacaksınız. Bugün yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların güzel teşkilâtı sonradan mı kokuştu? Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.