Dolar’ın Yükselişi Hakkında; Gerçekten Ne Oldu? ne Oluyor?
By Ayhan Korkmaz on Kas 29, 2016 in darbe, Ekonomi
Dolar’ın Yükselişi Hakkında; Gerçekten Ne Oldu? ne Oluyor?
Dolar’ın yükselişine ilişkin fikri olan bir ekonomist, analist, danışman vs neredeyse YOK. Olmaması da doğal. Belki şaşırtıcı gelecek ama onların işi aslında mevcut durumla alakalı değil. Bu yüzden açıklama yaparken saçmalamaları ve bütün bu saçmalık içinde mevzuya hakim görünmeye çalışmaları da bu yüzden.
Peki Dolar’da ne olduğunu ekonomistler bilmiyorsa kim biliyor? Dolar’da gerçekten operasyonu yapanlar yani Hedge Fon traderları, spekülatörler, data akışını sağlayan ve yöneten brokerage house teknik personelleri vs. Peki onlar neden sessiz? Çünkü bu işten iyi para kazanıyorlar ve koltuğunu korumak için meseleyi biliyormuş gibi görünen bürokratların kibriyle itişip, kakışmak istemiyorlar. Zira işi bilenler için bu kibirden elde edilecek çok ganimet var.
Bu tip yazıları okumaktan ve benim gibi ne idiğü belirsiz bir takım adamların bilgi bombardımanından maruz kalmaktan sıkıldınız farkındayım ve sıkılmakta da haklısınız. Yine de tahammülünüze sığınıp bir 5 dk’nızı ayırırsanız aşağıda ilginç cevaplar bulabilirsiniz.
Doğrusu Yanlışı;
1-Dolar Dünya da bütün para birimlerine karşı değer kazanıyor mu?
HAYIR ya da kısmen ama TL’ye karşı değerlendiği gibi hiçbir para birimine karşı değer kazanmıyor. Bunu anlamanın yolu hayli kolay. Diğer çapraz kurların TL karşısındaki durumuna bakmak. Mesela Pound’un, Euro’nun ya da Yen’in Tl’ye karşı değer kazanıp kazanmadığına bakarak durumu anlayabiliriz. Eğer Dolar bütün dünyada TL’ye karşı değer kazandığı gibi değer kazansaydı. Diğer para birimlerinin TL’ye karşı sabit olması gerekirdi ama Meksika Pezo’su dışındaki neredeyse bütün para birimleri TL’ye karşı değer kazandı. Meksika’nın başındaki bela da malum, Trump efendi.
Bazı Çapraz Kurlar 2016 başı ve sonu;
Euro/TL 3,18-3,61
TL/Yen 40,96-32,87
Gbp/TL 4,27-4,24 Brexit’e rağmen
2-İddia edildiği gibi Türkiye ekonomisine ya da para birimine bir saldırı var mı?
VAR. Hem de bu hayli organize bir iş. Bu tespit 9 yıllık bir trading tecrübesine dayanıyor ve tam olarak kanıtlamak mümkün değil. Çünkü hedge fonlar yerel operatörleri kullanarak bu işi yapıyorlar. Bunun en temel iki özelliğinden birincisi BÜTÜN GEMİLERİN AYNI YÖNDE HAREKET ETMESİDİR. Merkez bankası müdahalesinin hemen ardından AP parlamentosu kararı, kredi kurumlarının her parite gevşediğinde not ve görünüm düşürmesi bu operasyonun ayak izleri. Diğeri ise alım-satımdaki anomalidir. Mesela bir kuru ya da para birimini takip eden trader bunun fiyat hareketleriyle ilgili kesin olmayan paternlerinden bahsedebilir. TL’de de durum biraz böyle ÇOK BÜYÜK BİR ALICININ TEK ELDEN, ZARARI PAHASINA Dolar topladığı net bir gerçek.
3-Peki Hedeflenen Ne?
A-Elinde Dolar Kontratı Bulunan Spekülatörleri Stoplamak
Dolar’daki arz,talep ve fiyatı belirleyen GERÇEK DOLAR VE TL MİKTARI DEĞİL, Para spekülatörlerinin perakende brokerlarda ve Interbank’ta alıp sattığı kontratlardır. En önemli sebebi şu, para piyasasın da 100 liralık teminatla teorik olarak 10000 liralık işlem yapabilirsiniz. Uygulama da ise 400-500 liralık bir kontrat düşük risklerle alınıp satılabilir. Bu yüzden 100 lirası olan bir spekülatör para piyasasında 500 liralık bir temsile sahip ama 100 lirası olan bir vatandaş sadece 100 liralık temsile.
Bu yüzden bu spekülatörleri yanına çekmek oyunun en önemli parçası. Bunların tümü de TL’ye karşı oynamadı şüphesiz ve TL’den yana oynayanlar zararda. Bu zararı iki koşul altında realize edecekler ya teminatlarının tümünü kaybedince ya da piyasanın döneceğine ilişkin umutlarını. İkisinin de gerçekleşmesi için paritenin yukarı tırmanması sürmeli. Bu spekülatörlerden her biri TL’den çekildiğinde kurda ki yukarı yönlü baskı da sürecek.
B-Yüksek Döviz Riski Olan Şirketleri Batırmak ya da Zorunlu Karşılıklarını Arttırmak
Dövize karşı açık pozisyonu olan yani dövizle borcu ya da üretim maliyeti olan şirketlerin iflasları bu süreçte beklenebilir. Karşı pozisyonda olan şirketlerin bu işten kar etmesi sonucu değiştirmez. Denebilir ki Dövizle alacağı olan da kar ediyor. Doğru ama Dövizle borcu olan iflas ettikten sonra toplam üretim düşmüş oluyor. Hatta bunların içinde sisteme faydalı endüstriyel olarak verimli şirketlerde var. Sistemdeki total nakit değişmese bile, toplam arz ve istihdam düşüyor.
Daha beteri şu, kur riskine karşı zorunlu karşılık ayırmış olan veya ayıracak olan şirketlerin finansal masrafları artacak mesela 100 lirası olan şirket önceden 10 lirasını döviz riskine karşı ayırdıysa şimdi 20 lirasını ayıracak böylece üretime gitmesi gereken yeni ek bir 10 lira konut, araba , istihdam olacağına brokerların metreslerine makyaj malzemesi olacak.
C-Politik Destabilizasyon
Stres ve baskının karar mekanizmasını bozduğu aşikar ve kimse bundan azade değil. Ak parti içinde özellikle ekonomide ki çatlak seslerin artması ya da problemin faturasını birbirine kesme, yok sayma çabası vs. bunun bir sonucu. Ekonomiyi yönetemeyen bir AK Parti imajı bu operasyonun hedeflerinden biri.
3-Kura Müdahale Edilmeli mi? Nasıl?
EDİLMELİ. Çünkü operasyon organize bile olsa saldıranlar paralı asker gibi. Birbirlerine karşı güvensizlik duyuyorlar ve herkes maksimum faydayı elde etmek istiyor. Bu akbaba sürüsü Hedge fon, Merkez Bankaları ve bireysel spekülatörlerden müteşekkil karma bir oluşum. Dolar’ı yukarı tırmandırmanın da onlar için bir maliyeti var. Bu maliyet ise kötü fiyatlardan alımı sürdürmek. Mesela parite 3.0000 iken yüklü bir alım yapan hedge fon pariteyi 3.1000’a taşır ama fiyatı yükseltmek için 3.1000’dan yeni bir miktar daha almak zorunda.
Bu durumda yol arkadaşlarından biri daha iyi fiyatlardan elindeki malı satıp bu riski terk etmeyi seçebilir. Doları’da pariteyi tırmandırmak isteyen diğer bir müttefiğine anında, onun haberi olmadan satabilir. Bu gerçekleşti mi alım yapanlar fiyatların neden yükselmediğini düşünüp içlerinde ki haini ararken satıcı başkalarını suçlayıp karıyla köşesine çekilir. Organize operasyonlarda bu tipik bir dağılmadır.
Bu dağılmanın sağlanması için karşı taraf üzerindeki baskının arttırılması gerekiyor. Saldıranlar karşılarında Merkez Bankası gibi fiyata etki edebilecek başka bir oyuncu görmek istemezler. Bunu görürlerse gerilim artar. Merkez Bankasını idare eden kişinin hareketlerini, psikolojisini ve davranış biçimini kestirmeye çalışırlar. Acaba müdahele edecek mi? Meseleye hakim mi? ne zaman? ve nasıl? Ne kadar baskı altında? Bu psikolojik oyun karşı tarafın pozsiyonunu bozabilir ya da tam tersi daha cesur davranmasına neden olabilir.
Farklı bayrakları ve kendi içinde problemleri olan iki ordunun karşı karşıya gelmesi gibi. Bu ordulardan saldıran Anadolu’yu talan etmek istiyor, karşısına çıkmazsanız sadece daha fazla şehri yağmalaması için iştahını arttırırsınız. Karşısına çıkmak ille de meydan savaşı yapacaksınız demek değil. Vurur kaçarsınız, yıpratırsınız, isteksiz grupları yıldırırsınız böyle böyle mevzi kazanırsınız.
Bu operasyona dahil edilen hedge fonların bir çoğu operasyona istihbarat ve bürokratik baskı yüzünden katılıyor. Kimisinin operasyonu iyi ve stabil Türkiye gibi emergency market işlerine bulaşmak istemiyor. Muhalefet ediyor vs. Karşı cephedeki muhaliflerin elini güçlendirmek için de Merkez Bankasının meseleye hakim olduğunu göstermesi zorunlu.
Nasıl Edilmeli?
İşin tecrübeli, teknik uzmanları tarafından, tek sesli bir biçimde ve TL üzerindeki otorite algısını besleyerek. İyi bir kademe analiziyle. Yani şu an yapılanın tam tersi. Nurettin Canikli kurda müdahaleye gerek yok piyasa da oluşan fiyat doğru fiyattır dediği anda Hedge fon yöneticisi şunları gördü;
1-Merkez Bankası başkanının yapması gereken , prematüre ve zamansız bir açıklama. Bu da arka plandaki paniğin ve uyuşmazlığın bir göstergesi.
2-Klasik iktisat teorisinde ki arz/talep, doğru fiyat, piyasa dengesi gibi geçerliliğini yitirmiş 19.yy teorileri doğru zanneden bir başbakan yardımcısı. Haliyle post-modern iktisat bilgisi yok.
3-Muhtemelen kura müdahale edilmeyeceği en azından bir süre daha. Bu da Hedge Fon yöneticisine büyük bir rezerv sahibiyle tokuşmadan yoluna devam edebilmesi için güven verdi.
Peki Nihat Zeybekçi Kriz yoktur, Dolar her yerde değer kazanıyor dediğinde?
1-Temel parametrelere dahi hakim olmayan bir ekonomi bakanı.
2- Baskı altında çabuk tansiyonunu kaybeden hata yapmaya ve yaptırmaya meyilli bir bürokrat.
Sonuç stresi arttır alıma devam et.
Mehmet Şimşek’in AP Parlamentosu kararından sonra?
Çok başlılık, içeride bölünme ve panik;
Belki de bu kısmın başlığı nasıl müdahale edilmemeli olmalıydı.
4- Vatandaşların Dolar satması bir Çözüm mü?
Fena bir fikir değil ama tehlikeli bir iş. Tehlikesine gelince Kurda’ki yükselme aynı zamanda Borsa İstanbul’da hisse senedi olan yatırımcıların hisselerinin değer kaybetmesi demek. Mesela 1 Dolar 2 TL iken 20000TL lik hissesi olan yatırımcı , hisseden çıkmak isterse hisseyi satıp parasını önce TL’ye çevirecek ondan sonrada Dolar’a çevirip yurtdışına gönderecek. 20.000TL 10.000 Dolar edecek. Eğer kur yükselseydi ve 1 Dolar 3 Tl olsaydı artık 20000TL lik hissesi 6666 Dolar edecekti. Bu ya para kaybetmesi demek ya da çıkmaktan vazgeçmesi.
Eğer vatandaşlar parça parça bir miktar Dolar satarlarsa bu hisseden kurtulmak isteyen yabancı yatırımcı için daha likit bir piyasa demek bu da hisseleri daha kolay terk edebilmesi.
Peki Ne yapmalı?
Başta söylediğimiz spekülasyondaki en önemli prensipi yenilemekte fayda var. BÜTÜN GEMİLERİN AYNI YÖNDE GİTMESİ. Hedge fonlara karşı oynarken de bu geçerli eğer hane halkı Dolar satacaksa bu parça parça ve bir organizasyondan bağımsız olmamalı. Merkez Bankası müdahale ettiği anda veya onun organizasyonunda bir iş yapılmalı. Aynı parayı parça parça arz ettiğinizde fiyat bir birim değişiyorsa bir anda arz ettiğinizde iki birim değişiyor. Velhasıl yine aynı noktadayız İyi bir kur yönetimi ve Organize İyi Bir Merkez Bankası Müdahalesi Zorunlu bu olmadığı müddetçe hane halkının kura etkin bir çözüm üretme gücü yok.
Edebiyat, Sinema, Siyaset, Sanat tarihi, Mimarî, Ateizm, Kemalizm, İslâm, Kadın hakları, Feminizm, Tarih, Felsefe… Bugün 75 kitap var. Yakında yenileri eklenecek, bu sayfayı takip edin…
Rönesans sanatın yeniden doğuşu değil ölümü oldu… ve daha bir çok şeyin! Rönesans’ın fikir dünyamızda açtığı yaralar bugün dahi kapanmış değil. Maddenin mânâyı tahakküm aldığı, adına “Aydınlanma” dediğimiz karanlık çağların miladı hiç şüphesiz bu dönem. Güzel ahlâk ile güzel sanatın irtibatının kopuşudur Rönesans. Bu kopuş yüzündendir ki insanlık sadece sanatta değil siyaset, bilim, felsefe, iktisatta lâdini dünya görüşünü Hakikat’in yerine koydu. Sonradan bütün dünyaya dayatılacak olan Avrupa sanatı Rönesans’tan itibaren bilimselleşti. Anatomi, optik, matematik kuralları ve özellikle de merkezî perspektif sanatta insanî ifade imkânını sınırladı. Sömürgeciliği, dünya savaşlarını ve insanları homo-economicus zanneden ideolojileri doğuran işte bu zihniyet oldu.
İnsanlık asırlardır hapsolduğu Rönesansçı perspektiften kurtulabilir; kurtulmalıdır da. Bu kurtuluşun neticeleri ise sadece sanatla sınırlı kalmayacak, ahlâkî, siyasî, felsefî tekâmüllere kapı açacaktır. Rönesans’ın Kara Kitabı bu kurtuluşa katkıda bulunmak amacıyla yazıldı. Başta Pavel Florenski ve Erwin Panofsky olmak üzere George Orwell, Juhani Pallasmaa, Michel Foucault, Ahmed Yüksel Özemre, Zygmunt Bauman, Stanley Kubrick, Cemil Meriç, Henri Lefebvre, Lucien Lévy-Bruhl, Rasim Özdenören, Mircea Eliade, René Guénon gibi sanatçı ve düşünürlerin eserlerinden ve iki değerli araştırmacımızın, Ozan Avcı ile Gönül Eda Özgül’ün makalelerinden istifade edildi. Buradan indirebilirsiniz.
Nedir medeniyet? Opera? Demokrasi? Parklar ve bahçelerle süslü şehirler? Metro? Asansör? Modern çağın karanlık dehlizlerinde kaybolan bizler için medeniyet, teknoloji ve kültür mefhumlarını birbirinden ayırdetmek zor ama şurası kesin: Hiroşima, Gazze ve Halep’te şehirleri (medineleri) haritadan silen Batı’ya “medenî” diyenler büyük bir suç işliyorlar. Zira katil bir insanı bir kere öldürür ama katile “katil” demeyenler içlerindeki insanlığı, vicdanı öldürmüş olurlar. (Vicdan / Conscious / Conscience / ضمير)
Evet… Kimileri adaletle hükmedilmiş mülkler bıraktılar geriye; kimileriyse kan ve göz yaşıyla, kul hakkıyla çimentosu karılmış duvarlar, piramitler, kuleler. Elinizdeki bu kitap şu veya bu medeniyeti anlatma değil medeniyet mefhumunun derinlerine inme derdinde. İnsanlar arasındaki münasebetleri yani muhabbet, merhamet, adalet, ticaret ve şiddeti yönetebilme gücü açısından medeniyet mefhumuna yeni bir bakış açısı teklif ediyor. Miras olarak köprü bırakanlarla duvar bırakanları tefrik etmeye yarayacak bir bakış açısı. Buradan indirebilirsiniz.
Bir kez daha sosyal medyada paylaştığımız mesajları kitaplaştırdık. Yayına girdiği günden beri Fikir Kırıntıları-1o kadar çok ilgi gördü ki biz de yeni e-kitabı ilginize sunmak için elimizden geleni yaptık… Ve her zamanki gibi konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Fikir Kırıntıları-2’nin konuları şöyle:
Taktik ve Strateji, Enerji, Vatikanizm, Gündem Zehirlenmesi, İslâm Sanatı, Kanlı Fotoğraf Yayma, 1 Mayıs, Amigo-Tarihçi, Futbol, mafya, uyuşturucu, fuhuş ve terör, Namaz illâ namaz, Müslümanlarda içe kapanma ve dışa açılma, Neden okuyalım? Ne okuyalım? Nasıl okuyalım?, Ekonomistler neden ekonomiden anlamaz?, Münâfıkûn ve Siyaset-i Nebevî, Sosyal Medya, Gurbet, Çirkin Şehir, Devrim, Yeni PKK ve “Private Security”, Şifalı ottan zehir yapma, Kadına Karşı Şiddet, Liberalizm, Gerçeği görme, Çalışan kadın, Suriye, Tasavvuf, Hollywood-Pentagon, Beyin yıkama ve psikolojik harp. Buradan indirebilirsiniz.
140 karakterle derdini anlatabilenlerden misiniz? Kısa mesajlar, FaceBook’taki özlü sözler, Twitter’da kısaltıldıkça sloganlaşan fikirler… Tabi insanlar sözü uzatmanın yeni yollarını buldular: Video, caps, … Ancak kısa söz her zaman derinlikten mahrum olmakla eş anlamlı değil. Az sözle çok ama çok derin mânâlar da aktarılabilir. Kısa sözün hikmeti dışarıdan aktarılan, alimden cahile verilen yeni bir şey değil. Meselê ârifin irfanıyla agâh olunması; dinleyende bilkuvve (potansiyel) olarak bulunan güzelliklerin uyandırılması, bilfiil (aktif) hale geçirilmesi. Bunun için “dinleyen anlatandan “ârif olsa gerek” buyurmuş büyükler. Biz de Twitter’da paylaştığımız kısa mesajları konularına göre tasnif edip kitaplaştırdık, ilginize sunduk. Eğitimden Türk soluna, ekonomik krizlerden petrol savaşlarına, ölüm korkusundan küresel ısınmaya kadar çok farklı konularda aforizmalar… Konuları derinleştirmek isteyenler için ise makaleler ve kitaplar da tavsiye ettik. Buradan indirebilirsiniz.
Kitap tanıtan kitapların 7cisine damgasını vuran düşünür Susan Sontag oldu. 1977’de yayınladığı“Fotoğraf Üzerine” isimli cesur kitaptan bahseden 4 makale ile başlıyoruz. Mehmet Özbey’in kaleminden eskimeyen bir kitabı ziyaret edeceğiz sonra: Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Değerli yazarlarımızdan Mehmet Salih Demir ve Mustafacan Özdemir tek bir kitaba ve tek bir yazara odaklı kitap sohbetlerinden farklı makaleler hazırladılar. Bunlar kavram ve/veya olaylara odaklı, birden fazla kitaptan ve müelliften istifade eden çalışmalar: Terör, vicdan, modernleşme, bilim felsefesi (Kuhn, Heidegger, Derrida, Gadamer, Dilthey, Mach, Baudrillard, Toulmin) … Suzan Nur Başarslan’ın yazdığı Türk romanının tarihçesiveSeksenli Yıllarda Türk Romanı Ve Post Modern Eğilimlerde bu kategoriye dahil edilebilir. Bunların yanısıra yazar kadar hatta bazen daha fazla ünlenmiş kitaplara adanmış makaleleri de yine bu sayıda bulacaksınız: Zeytindağı (Falih Rıfkı Atay), Hayy Bin Yakzan (İbn-i Tufeyl), Körleşme (Elias Canetti), Taşrada Düğün Hazırlıkları (Franz Kafka). Kitap tanıtan Kitap 7’nin daha önceki sayılardan bir diğer farkı da Georg Simmel’e adanmış iki makale içermesi. Karl Marx ve Max Weber arasındaki kayıp halka olarak nitelenen Simmel’in “Büyük şehir ve zihinsel yaşam” (Die Großstädte und das Geistesleben, 1903) isimli özgün çalışmasından bahsettiğimiz makaleler kitabın sonunda. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
- Kitap Tanıtan Kitap 6
Yeni sürümlere dair not: Eski sürümleri indirip okumuş olanların işini kolaylaştırmak için kelimelerin sırasını değiştirmiyoruz. Yani her yeni sürümde okumaya kaldığınız yerden devam edebilirsiniz.
4cü sürümle eklenen yeni terimler:Paraklitos, Hudud, Ehliyet, Zâhir ve Batın, Barış, Unutmak.
3cü sürümle eklenen yeni terimler: Eksen Kayması, Bilgi toplumu, Zamanda Yolculuk, Ateist , Yokluk , Çağdaş, Gurbet, Kader.
İnsanlık neredeyse 4 asırdır “ilerleme” adını verdiği müthiş bir gerileme içinde. Tarihteki en kanlı savaşlar, sömürüler, soykırımlar, toplama kampları, atom bombaları, kimyasal ve biyolojik silahlar hep Batı’nın “ilerlemesiyle” yayıldı dünyaya. En korkunç barbarlıkları yapanlar hep “uygar” ülkeler. Her şeyin fiyatını bilen ama hiçbir şeyin değerini bilmeyen bu insanlar nereden çıktı? Yoksa kelimelerimizi mi kaybettik?
“Aydınlanma” ile büyük bir karanlığa gömüldü Avrupa. Vatikan’ın yobazlığından kaçarken pozitivist dogmaların bataklığında kayboldu. “Yeniden doğuş” (Rönesans) hareketi sanatın ölüm fermanı oldu: Zira optik, matematik, anatomi kuralları dayatıldı sanat dünyasına. Sanat bilimselleşti, objektif ve totaliter bir kisveye büründü.
Kimse parçalamadı dünyayı “Birleşmiş” Milletler kadar. Güvenliğimiz için en büyük tehdit her barış projesine veto koyan BM “Güvenlik” Konseyi değil mi? Daimi üyesi olan 5 ülke dünyadaki silahların neredeyse tamamını üretip satıyor. “Evrensel” insan hakları bildirisi değil güneş sisteminde, sadece ABD’deki zencilerin haklarını bile korumaktan aciz. Bu kavram karmaşası içinde Aşk kelimesi cinsel münasebetle eş anlamlı oldu: ing. To make love, fr. Faire l’amour… Önce Batı, sonra bütün insanlıkakıl (reason) ile zekânın (intelligence) da aynı şey olduğunu sanmışlar. Oysa akıl iyi-kötü veya güzel-çirkin gibi ayrımı yaparken zekâ problem çözer; bir faydayı elde etmek ya da bir tehditten kurtulmak için kullanılır. Bir saniyede 100.000 insanı ve sayısız ağacı, böceği, kediyi, köpeği oldürecek olan atom bombasını yapmak zekâ ister ama onu Hiroşima üzerine atmamak için akıl gerekir.
İster Batı’yı suçlayalım, ister kendimizi, kelimelerle ilgili bir sorunumuz var: İşaret etmeleri gereken mânâların tam tersini gösterdikleri müddetçe sağlıklı düşünmeye engel oluyorlar. Çözüm ürettiğimizi sandığımız yerlerde yeni sorunlara sebep oluyoruz. Dünyayı düzeltmeye başlamak için en uygun yer lisanımız değil mi? Kayıp kelimelerin izini sürmek için yazdığımız Derin Lügat’ı ilginize sunuyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Amerikalı ressam Edward Hopper sadece Amerika’nın değil bütün Batı kültürünün en önemli ressamlarından biri. Hopper ile Batı resmi asırlardan beri ilk defa kısır ekol savaşlarını, soyut resim / figüratif resim gibi ölü doğmuş dikotomileri aşma fırsatı yakaladı.
Bu bağlamda, perspektif, ışık, gölge vb tercihleri aşan Hopper’ın yeni bir şey yaptığını savunuyoruz: Hopper Rönesans’tan beri can çekişen figüratif resme yeni bir soluk verdi. Tezimiz budur. Bu lisan-ı sûreti tahlil etmek için sadece Hopper’dan etkilenen diCorcia gibi fotoğrafçıları değil ondan beslenen Hitchcock, Jarmusch, Lynch gibi sinema yönetmenlerini, romancıları da kitabımıza dahil ettik. Diğer yandan Hopper’ın tutkuyla okuduğu filozoflardan yani Henry David Thoreau ve Ralph Waldo Emerson’dan da istifade ettik. Elinizdeki bu kitap Hopper tablolarına aceleyle örtülen melankoli ve yalnızlık örtüsünü kaldırmak için yazıldı. Hopper’a bakmak değil Hopper’ı okumak için. Buradan indirebilirsiniz.
Güzel olan ne varsa İnsan’ı maddî varoluşun, bilimsel determinizmin ötesine geçirecek bir vasıta. Sevgilinin bir anlık gülüşü, ay ışığının sudaki yansıması, bir bülbülün ötüşü ya da ağaçları kaplayan bahar çiçekleri… Dinî inancımız ne olursa olsun hiç birimiz güzelliklere kayıtsız kalamıyoruz. Etrafımızı saran güzelliklerde bizi bizden alan, yeme – içme – barınma gibi nefsanî dertlerden kurtarıp daha “üstlere, yukarılara” çıkaran bir şey var. Baş harfi büyük yazılmak üzere Güzel’lik sadece İnsan’a hitab ediyor ve bize aşkın/ müteâl/ transandan olan bir mesaj veriyor: “Sen insansın, homo-economicus değilsin”.
İşte bu yüzden “kutsal” dediğimiz sanat bu anlayışın ve hissedişin giriş kapısı olmuş binlerce yıldır. Tapınaklar, ikonalar, heykeller insanları inanmaya çağırmış. Ancak inancı ne olursa olsun bütün “kutsal sanatların” iki zıt yola ayrıldığını, hatta fikren çatıştığını da görüyoruz:
- Tanrı’ya benzetme yoluyla yaklaşmak: Teşbihî/ natüralist/ taklitçi sanat,
- Tanrı’yı eşyadan soyutlama yoluyla yaklaşmak: Tenzihî/ mücerred sanat.
Kim haklı? Hangi sanat daha güzel? Hangi sanatçının gerçekleri Hakikat’e daha yakın? Bu çetrefilli yolda kendimize muhteşem bir rehber bulduk: Titus Burckhardt hem sanat tarihi hem de Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm, Budizm, Taoizm üzerine yıllar süren çalışmalar yapmış son derecede kıymetli bir zât. Asrımızın kaygılarıyla Burckhardt okyanusuna daldık ve keşfettiğimiz incileri sizinle paylaştık.Buradan indirebilirsiniz.
Yakında sinemanın bir endüstri değil sanat olduğuna kimseyi inandıramayacağız. Zira “SinemaEndüstrisi” silindir gibi her şeyi ezip geçiyor. Sinema ürünleşiyor. Reklâm bütçesi, türev ürünlerin satışı derken insanlar otomobil üretir gibi film ÜRETMEYE başladılar. Belki en acısı da “sinema tekniği” öne çıkarken sinema sanatının unutulması. Fakat hâlâ “iyi bir film” ile çok satan bir sabun veya gazozun farkını bilenler de var. Çok şükür hâlâ ustalar kârlı projeler yerine güzel filmleryapmaya çalışıyorlar. Derin Düşünce yazarları da “İnsan’sız Sinema Olur mu?” kitabından sonra yeni bir sinema kitabını daha okurlarımıza sunuyorlar. “Öteki Sinemanın Çocukları” adlı bu kitap 15 yönetmenle buluşmanın en kolay yolu: Marziyeh Meshkini, Ingmar Bergman, Jodaeiye Nader Az Simen, Frank Capra, Dong Hyeuk Hwang, Andrey Rublyov, Sanjay Leela Bhansali, Erden Kıral… Buradan indirebilirsiniz.
Bir varmış, bir yokmuş. Mehtaplı bir eylül gecesinde Ay’a bir merdiven dayamışlar. Alimler, yazarlar, şairler ve filozoflar bir bir yukarı çıkıp oturmuşlar. Hem Doğu’dan hem de Batı’dan büyük isimler gelmiş: Lev Nikolayeviç Tolstoy, René Guénon, Turgut Cansever, El Muhasibi, Şeyh-i Ekber, Cemil Meriç, Arthur Schopenauer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu, Mahmut Erol Kılıç… Sadece bir kaç yer boş kalmış. Konuklar demişler ki “ başka yazar çağırmayalım, bu son sandalyeler bizim kitabımızı okuyacacak insanlara ayrılsın”. Evet… Kitap sohbetlerinden oluşan derlemelerimizin altıncısıyla karşınızdayız. Buradan indirebilirsiniz.
Önceki kitap sohbetleri:
- Kitap Tanıtan Kitap 1
- Kitap Tanıtan Kitap 2
- Kitap Tanıtan Kitap 3
- Kitap Tanıtan Kitap 4
- Kitap Tanıtan Kitap 5
Sen insansın, homo-economicus değilsin!
Avusturyalı romancı Robert Musil’in başyapıtı Niteliksiz Adam, James Joyce‘un Ulysses ve Marcel Proust‘un Geçmiş Zaman Peşinde adlı eserleriyle birlikte 20ci asır Batı edebiyatının temel taşlarından biri. Bu devasa romanın bitmemiş olması ise son derecede manidar. Zira romanın konusunu teşkil eden meseleler bugün de güncelliğini koruyor. Biz “modernler” teknolojiyle şekillenen modern dünyada giderek kayboluyoruz. İnsan’a has nitelikleri makinelere, bürokrasiye ve piyasaya aktardıkça geriye niteliksiz bir Ben’lik kalıyor. İstatistiksel bir yaratık derekesine düşen İnsan artık sadece kendine verilen rolleri oynayabildiği kadar saygı görüyor: Vatandaş, müşteri, işçi, asker…
Makinelerin dişli çarkları arasında kaybettiğimiz İnsan’ı Niteliksiz Adam’ın sayfalarında arıyoruz; dünya edebiyatının en önemli eserlerinden birinde. Çünkü bilimsel ya da ekonomik düşünce kalıplarına sığmayan, müteâl / aşkın bir İnsan tasavvuruna ihtiyacımız var. Homo-economicus ya da homo-scientificus değil. Aradığımız, sorumluluk şuuruyla yaşayan hür İnsan.Buradan indirebilirsiniz.
Batı sanatı her hangi bir konuyu “güzel” anlatır. Bir kadın, batan güneş, tabakta duran meyvalar… İslâm sanatının ise konusu Güzellik’tir. Bunun için tezyin, hat, ebru… hatta İslâm mimarîsi dahi soyuttur, mücerred sanattır.
Derrida, Burckhardt, Florenski ve Panofski’nin isabetle söylediği gibi Batılı sanatçı doğayı taklid ettiği için, merkezi perspektif ve anatomi kurallarının hakim olduğu figüratif eserler ihdas eder. Bu taklitçi eserler ise seyircinin ruhunu değil benliğini, nefsini uyandırır. Zira kâmil sanat tabiatı taklid etmez. Sanat fırça tutan elin, tasavvur eden aklın, resme bakan gözün secdesidir. Tekâmül eden sanatçı (haşa) boyacı değil bir imamdır artık. Her fırça darbesi tekbir gibidir. Zahirde basit motiflerin tekrarıyla oluşan görsel musiki ile seyircilerin ruhu öylesine agâh olur ki kalpler kanatlanıverir. Müslüman sanatçı bu yüzden tezyin, hat, ebru gibi mücerred sanatı tercih eder. Güzel eşyaları değil Güzel’i anlatmak derdindedir. Çünkü ne sanatçının enaniyet iddiası ne de seyircinin BEN’liği makbul değildir. Görünene bakıp Görünmez’i okumaktır murad; O’nun güzelliği ile coşan kalp göğüs kafesinden kurtulup sonsuzluğa kanat açar.
Tezyinî nağmeleri gözlerimizle işitmek için yazıldı bu e-kitap. John locke gibi bir “tabula rasa” yapmak için değil Hz. İbrahim (as) gibi “la ilahe” diyebilmek için. Buradan indirebilirsiniz.
Kaybedenler Klübü: Anti-demokratik bir muhalefetin kısa tarihi
T.C. kurulurken Hitler, Mussolini ve Stalin başrolleri paylaşıyordu. İki dünya savaşının ortalığı kasıp kavurduğu o korkunç yıllarda “bizim” Cumhuriyet gazetesi’nin faşizme ve faşistlere övgüler yağdırması bir rastlantı mıdır? Kemalistlerin ilâhı olan Atatürk’ün emriyle 80.000 Alevî Kürd’ün Dersim’de katledilmesi, Kur’an’ın, ezanın yasaklanması, imamların, alimlerin idam edilmesi, Kürtleri, Hristiyanları ve Yahudileri hedef alan zulümler de yine Atatürk ve onu ilahlaştıranlar tarafından yapılmadı mı?
Bu ağır mirasa sahip bir CHP ve Türk solu şimdilerde “İslâmî” olduğu iddia edilen bir cemaat ile, Fethullah Gülen’in ekibiyle ittifak içinde. Yobaz laiklerin, yasakların kurbanı olduklarını, baskı gördüklerini iddia ediyor bu insanlar. Ama bir yandan da alenen İslâm düşmanlığı yapan her türlü harekete hatta İsrail’e bile destek vermekten çekinmiyorlar. Tuttukları yol İslâm’dan daha çok bir ideolojiye benziyor: Gülenizm. Millî istihbarattan dershanelere, dış politikadan bankalara kadar her konuda dertleri var. Ama Filistin’de, Doğu Türkistan’da, Irak’ta, Suriye’de, Arakan’da zulüm gören Müslümanları dert etmiyorlar. Acayip…
Türk solu, CHP ve Fethullah Bey… Nereden geldiler? Nereye gidiyorlar? Elinizdeki bu kitap meseleyi tarihsel bir perspektifte ele almayı amaçlıyor.Buradan indirebilirsiniz.
Gurbetçi Freud ve “Das Unheimliche”
Modern insanın kalabalıkta duyduğu yalnızlığı sorgulamak için iyi bir fırsat… Sigmund Freud gurbette olma duygusunu, yabancılık, terk edilmişlik hissini anlatan “Das Unheimliche” adlı denemesini 1919’da yayınlamış. İsminden itibaren tefekküre vesile olabilecek bir çalışma. Zira “Unheimliche” alışılmışın dışında, endişe verici bir yabancılık hissini anlatıyor.
Bu hal sadece İnsan’a mahsus: Kaynağında tehdit algısı olmayan, hayvanların bilmediği bir his. Belki huşu / haşyet ile akrabalığı olan bir varoluş endişesi? Gurbete benzer bir yabancılık hissi, sanki davet edilmediğim bir evdeyim, kaçak bir yolcuyum bu dünyada. Freud’un İd (Alt bilinç), Benlik (Ego), Üst Benlik (Süperego) kavramları iç dünyamızdaki çatışmalara ışık tutabilir mi? Dünyada yaşarken İnsan’ın kendisini asla “evinde” hissetmeyişi acaba modern bir hastalık mıdır? Teknolojinin gelişmesiyle baş gösteren bir gerginlik midir? Yoksa bu korku ve tatminsizlik hali insanın doğasına özgü vasıfların habercisi, buz dağının görünen ucu mudur? Hem Sigmund Freud’u tanıyanların hem de yeni keşfedecek olanların keyifle okuyacağını ümid ediyoruz. Buradan indirebilirsiniz.
Fethullah Gülen’i iyi bilirdik
(Son güncelleme: 5inci sürüm, 11 Ağustos 2016)
Türkçe Olimpiyatlarını ve Türk okullarını sevmiştik. Gözü yaşlı vaizin Amerika’da yaşamasına alışmıştık. 1980 öncesinde komünizme karşı CIA ile işbirliği yapmasına “taktik” demiştik. Fethullah Gülen aleyhine açılan davalardan birinin iddianamesinde “pozitivist felsefeye karşı olmak” ile suçlanıyordu. Biz de karşıydık pozitivizme.
Sonra bir gün… Mavi Marmara! Doğu Akdeniz’de, uluslararası sularda oyuncak ve gıda taşıyan bir gemi saldırıya uğradı. Masum ve silahsız insanlar öldü. Psikopat bir devletti bunu yapan. İsraillileri hapsettiği korku duvarları Filistin’i hapseden beton duvarlardan daha yüksekti. Ama Fethullah Gülen İsrail’den izin alınması gerektiğini söyledi. Bu terörist devletten “otorite” diye bahsediyordu. Gülen’e göre İsrail Doğu Akdeniz’in efendisiydi, uluslararası sularda bile masum sivilleri öldürme hakkına sahipti. Gülen cemaati dünya ile uğraşmaktan ahirete vakit ayıramıyordu. Gülen cemaati bir cemaatten başka herşeye benziyordu.
15 Temmuz gecesi yaşadığımız darbe girişiminde yaşadıklarımızla birlikte değerlendirince can acıtan bir soru kendini dayatıyor bize: Fethullah Gülen ve kurmayları bizi baştan beri kandırdı mı? Yoksa “küçük eller” dediğimiz masum insanların teşkilâtı sonradan mı kokuştu?
Kitabı buradan indirebilirsiniz.
Soyut Sanat Müslümanın Yitik Malıdır
Afganistan’daki bir medreseyi, Bosna’daki bir camiyi, Hindistan’daki Taj Mahal’i görsel olarak islâmî yapan nedir hiç düşündünüz mü? Anadolu kilimlerini, İran halılarını, Fas’taki gümüş takıları, Endülüs’teki sarayları birleştiren ortak unsur nedir? Müslüman olmayan bir insan bile kolaylıkla“bunlar İslâm sanatıdır” diyebilir. Sanat tarihi konusunda hiç bir bilgisi olmayanlar için de şüpheye yer yoktur. Şüpheye yer yoktur da… bu ne acayip bir bilmecedir! Endonezya’dan Fas’a, Kazakistan’dan Nijerya’ya uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda yaşayan, belki 30 belki 40 farklı lisan konuşan Müslüman sanatkârlar nasıl olmuş da böylesi muazzam bir görsel bütünlüğe sadık kalabilmiştir?
Bakan gözleri pasifleştiren tasvirci sanatın aksine İslâm sanatı okunan bir sanattır. Yani görünmeyeni anlatmak için çizer görüneni. Doğayı taklid etmek değildir maksat. İnsanların aklını uyandırması, kalplerine hitab etmesi sebebiyle İslâm sanatının soyut bir sanat olduğu da aşikârdır. Ama Avrupa kökenli soyut sanattan ayrıdır İslâm sanatı. Meselâ Picasso, Kandinsky, Klee, Rothko gibi ressamlar gibi sembolizme itibar edilmemiştir. 284 sayfalık kitabımıza çok sayıda İslâm sanatı örneği ekledik. Bakmak için değil elbette, görünen sayesinde görünmeyeni akledebilmek, yani İslâm sanatını “okumak” için. Buradan indirebilirsiniz.
Cumhuriyet’in ilânından beri yaşadığımız şehirler hızla tektipleşiyor. Betondan yapılmış kareler ve dikdörtgenler kapladı ufkumuzu. Trabzon, Aydın, Malatya… Anadolu’nun her yeri birbirine benzedi. Fakat Türkiye’ye has bir sorun değil bu. Batının “alternatifsiz” demokrasisi ve serbest piyasası mimarları da tektipleştirdi. Farklı düşünemeyen, yerel özellikleri eserlerine yansıtmayan mimarlar kutu gibi binalar dikiyor. Moskova, Tokyo, Paris, Hong Kong da tektipleşiyor ve çirkinleşiyor.
Çare? Binalara değil de mimara, yani insana odaklanmakolabilir; yani eşyayı ve sureti değil İnsan’ı ve sîreti merkeze almak. Zira bu bir norm ya da ekol meselesi değil: İslâmiyet’in ilk asırlarında bir şehir övüleceği vakit binalar değil yetiştirdiği kıymetli insanlar anılırmış. Biz de güzel binalarda ve güzel şehirlerde hayat sürmek için önce güzel mimarlar yetiştirerek başlayabiliriz işe. İnsan gibi yaşamak için mimarî çirkinliklerden ve bunaltıcı tektipleşmeden kurtulabiliriz. Bu ancak Güzel Ahlâk ile Güzel Mimarî arasındaki bağı yeniden tesis etmekle olabilir. Çare Mimar Sinan gibi cami yapmak değil Mimar Sinan gibi insan yetiştirmek. Kitabımızın maksadı ise teşhis ve tedaviye hizmet etmekten ibaret. Buradan indirebilirsiniz.